“Azgın Milliyetçilik” Tartışması: Eyfel'i Görmek

Eyfel Kulesi
Eyfel Kulesi


Milliyetçilik tartışmaları hız kesmiyor. Tuğrul Türkeş'in yazısı ortalığı karıştırdı. Bir kısım MHP'li ve Tuğrul Türkeş atışıyorlar. Dahil olmaya kararlıyım ama önce bir soru sorayım:

Siz hiç Paris'e gittiniz mi?

Ahmed Haşim gitmiş. "Bize Göre" başlığıyla topladığı yazılarından birinde şehrin büyüsünden bahsederken şöyle diyor: "Seyahate çıkan bir dostunuzun, size her vardığı yerden muntazaman mektup, kart yazarken birdenbire susması, ya öldüğüne veyahut Paris'e vardığına delalettir."

(1944'te zindana tıkılan milliyetçiler hapiste oldukları dönemi kendi aralarında "Paris tevakkufu" (vakfe kökünden, durmak anlamında) diye anarlarmış.)

Paris, mühim bir kenttir. Paris denince insanların aklına evvela iki ayakla yere, iki kemerle şehre, sonra "birleşmiş" bir hâlde göğe bakan demirden Eyfel Kulesi gelir.

MHP, Türk milliyetçiliğinin Eyfel Kulesi'dir. Türkçülük ve İslâmcılık ayaklarıyla yere, parti başkanı ve teşkilât "kemerleriyle" seçmene, sonra "birleşerek" devlete yönelen demir bir kuledir. 

Kimisi şehrin estetiğini bozduğunu düşünür, kimisi bu kuleye aşıktır. Kimisi yıkım kararı aldırmak için mahkeme kapısına koşar, kimisi savunmak için canını verir. 

Tuğrul Türkeş ise; çok önceleri köşe yazarlığı yapmış, sonra parti kurmuş (Aydınlık Türkiye Partisi), 2015-17 arası başbakan yardımcılığı yapmış tecrübeli bir siyasetçidir. 2007'den beri (Haziran 2015'e kadar MHP, Kasım 2015'den itibaren AKP) milletvekili olarak mecliste bulunuyor. 

Bu tecrübesi bol kariyerin yanında,  Alparslan Türkeş'in oğlu olması da sözünün değerini artıyor. Türkeş soyisminin özellikle Türk siyasetinde açamayacağı kapı yoktur. 

Nitekim açamayacağı tartışma da yokmuş. Babası tarafından 1993'te kurulup, Tuğrul Türkeş başkanlığında çalışmalarını sürdüren "Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk Kardeşlik ve İşbirliği Vakfı"nın (TÜDEV) internet sitesinde yazdığı yazı neredeyse dolaşıma girdiği andan beri tartışılıyor. 

Yazının başlığı "Azgın Milliyetçilik". (Okumak isteyenler üzerine tıklayarak ulaşabilirler.) 

Daha evvel okuyup unutanlar, okumaya vakti olmayanlar ve üşenenler için kısa bir özet yapayım.

Yazı, Tuğrul Bey'in "her yüzyılın başında köklü değişiklikler oluyor. 19. yy'ın başında feodaller erimişti, 21. yy'ın başında da modern insan eriyor" tespitiyle açılıyor. 

İnternet Devrimi'nin eliyle olacağı görülen bu erimeye karşı, milliyetçiliğe "tarihin daveti" söz konusudur, diyor. Çünkü; Sanayi Devrimi sonrasındaki sınıf çatışmalarını "tez-antitez" ikileminin içinde sıkışanların değil "sentez" yaratma marifetiyle milliyetçiliğin çözdüğünü söylüyor. 

"Hangi milliyetçilik?" sorusunu yöneltip, Alparslan Türkeş ve Ahmet B.Ercilasun'dan alıntılar yaptıktan sonra "tarihi ilerleticiler" safında "iyi bir milliyetçilik" isteğini belirtiyor. Bunu bir zorunluluk olarak görüyor. 

Ulus-devletin yeniden güçlendiği, küreselleşmenin gerilediği bu çağda milliyetçiliğin bir de "kötüsünden" bahsediyor. 

"Etnik yahut kültürel bir "anti" tasavvur üzerinden kurgulanan hiçbir milliyetçiliğin varacağı nokta müspet olmaz, olamaz." diyerek yukarıda bahsi geçen "kötü milliyetçiliğe" yeni bir isim veriyor ki yazının da başlığıdır: Azgın Milliyetçilik. 

"Hamaset eksenli, popülist, sloganist, bilime aykırı, fikrî derinliği ve yarına sözü olmayan, şiddetli yıkım yapan fakat kurucu olmayan" şeklinde tanımladığı azgın milliyetçiliğin "ıslah edilmesi" gerektiğini söylüyor.

"Bireyselcilik" tehdidine karşı milliyetçi-muhafazakar bir reçete öneren Türkeş, "gerçek milliyetçilerin" azgın milliyetçiler olmadığını ve hatta onlara karşı olduklarını ilan ediyor. 

"Kendi sadeliğimizi ve özelliklerimizi muhafaza etmekten" dem vurup, Ziya Gök Alp'in meşhur mısraıyla yazısını noktalıyor. 

Tabii o noktalıyor ama bu memlekette en büyük kitleyi "son noktayı ben koyarımcılar" oluşturduğu için yazıya "yazı" haricinde her türlü muamele yapılıyor. Yazılanı tartışmak haricinde her yola başvuruluyor. 

Yazının bizzat kendisiyle ilgili birkaç söz ettikten sonra bu tartışmaya ben de dahil olmak istiyorum. 

Öncelikle Tuğrul Bey'in üslûbunu beğendiğimi, derdini net ifadeler ve referanslarla anlatabilmesinin beni şaşırttığını söylemem lazım. Çünkü biz siyasetçinin cahiline alışkınız. 

"Azgın Milliyetçilik" kavramı ise bence harika bir buluş. Genel bir yazı olduğu için fazla derinlemesine gitmese de, yazının çerçevesine de katılıyorum. 

İtirazlarım ise burada başlıyor. "Azgın Milliyetçilik" kavramını ortaya atan ve mükemmelen tanımlayan Tuğrul Bey işin devamını getirmiyor. Evet, devamını getirse belki bu denli gündem olmayacaktı. Kuş bakışı uçtuğu için, yazının "tam olarak" muhatabı kim, seçilemiyor. 

"Kötü milliyetçilik" neyse de, "iyi milliyetçilik" nedir Allah aşkına Tuğrul Bey? Bir de "gerçek milliyetçiler" diye bir ifade var ki, "Kim bunlar?" diye sormamak için kendimi zor tutuyorum. Maazallah biri köşeden "Bozkurtlar" diye bağırır da, yine kim olduklarını tam çıkaramayız diye... 

Hakikaten bu yazı kimin için yazıldı? Milliyetçilik iddiasındaki siyasi partiler için mi, milliyetçilik iddiasındaki münevverler için mi, milliyetçilik iddiasındaki gençler için mi yoksa "hepsine birden" mi? 

Yazının muhatabı, içeriği kadar önem taşıyor. Çünkü; muhatap "hepsi birden" ise neden yalnızca MHP üzerine alınıyor da diğerleri susuyor? Yok, doğrudan MHP ise yazının yayınlanmasından sonra yapılmış röportajda niye net bir şekilde belirtilmiyor? 

Bunları ayrı kamplar olarak tarif ettim çünkü hiçbirisi aynı yerde durmuyor. Gençlik ve milliyetçilik denilince MHP'nin öne atılması normal. "Münevver" desen, o MHP'den çıkmaz. 

(Neden çıkmayacağını şurada tartışmıştım: Patronajın Çöküşü:Eski Tartışmalara Sistemli Bir Bakış Önerisi

Yoksa Tuğrul Bey, bu ara salgın sebebiyle sekteye uğrayan "sosyal deney" eksiğini mi tamamlıyor? 

Muhatabın peşindeyim, çünkü tartışma benimle ne kadar alakalı onu çözmeye çalışıyorum. Fakat gördüğünüz gibi bulmayı başaramadım. 

Olsun, madem "genel" konuşuyoruz ben de "genel olarak" tartışmayı nasıl gördüğümü söyleyeyim. 

Tuğrul Türkeş'in yazısı, peşine bir kısım eski ülkücünün dayak yemesi, ardından Devlet Bahçeli'nin sert çıkışlarıyla "milliyetçilik ve şiddet" başlıkları epeyce tartışılıyor. 

Weber devletin özelliklerini sayarken "şiddet tekelinden" bahseder. Devletin şiddet tekeli oluşu "soğukkanlı" ele alınması gereken bir meseledir. Aksi halde kendisini devletle özdeş tutanlar veya devleti yıkmak isteyenler gözlerini ilk önce oraya dikerler. Bu, hem devlet hem de toplum için sakıncalı bir durumdur. 

Fakat ben ilkesel olarak "şiddet karşıtı" filan değilim. Çünkü şiddete karşıyım demek kolay bir meseledir. Şiddetin tekeli devlet, fakat kaynağı neresi? Adalet! 

Kimse ülkedeki adalet sistemine güvenmiyor. Geçen gün gündemdeydi. İnsan kılıklı birisi; bir kadını kaçırıyor, tecavüz ediyor, gasp ediyor, dövüyor, annesini arayıp kızına yaptıklarını anlatıyor. Mağdur kadın her tarafa şikayetçi oluyor. Sonuç? Adam dışarıda. (Twitter mahkemesinde hükmü kesildi gerçi, yakında tutuklanır.) Kadın intihara teşebbüs ediyor, şu an yatalak bir vaziyette evinde adeta ölümü bekliyor. 

Şimdi, birisi çıksın da şiddet çözüm değil desin. Kusura bakmayın, biz o kadar "yumuşayamadık". 

Adalet meselesinin yanında artık Türk milliyetçiliğinin "ontolojik" bir mevzusu halini alan "devletin önüne atlama" sevdasına da iki kelâm etmeyecek miyiz? 

Azgın milliyetçiliğin kökeninde kültürsüzlük vardır ama daha fazla kültürel arayışını milliyetçilik zannedenler vardır. Azgın milliyetçiliğin kökeninde güce tapma vardır ama daha fazla gücü ele geçirme hırsı vardır. Azgın milliyetçiliğin temelinde "birinci vazife olarak devleti savunanlar" vardır ama daha fazla tüm enerjisini bu işe hasredip hasatsız ömür yaşayanlar vardır

Suçlu kim sorusunu tartışmamız lazım. Ortada bir suç var çünkü. Hayır birilerinin dayak yemesinden, ötekilerin onları dövdürmesinden daha ileride bir suç var. Harcanan birden fazla nesil söz konusu. 

Muhatabı ve tartışmanın zeminini bu yüzden merakla arıyor ve izliyorum. Çünkü işin sonunda "hepimiz devlet için biraradayız", "zaten biz eski dava arkadaşıyız" veyahut "hep beraber bedel ödedik" gibi somut hiçbir şeye dayanmayan ve zerre kadar samimi olmayan bir yere bağlanma ihtimali canımı sıkıyor. Çünkü işin buraya bağlanması süngüyle yapılmayacak tek şeyi yapmaya benziyor. Sonunda olan yine millete oluyor. 

İşin sonu nereye bağlanırsa bağlansın, dayanamadım,  yazıyorum işte. 

Tuğrul Türkeş'e cevap veren neredeyse tüm MHP'liler "yeni bir bilgi" veriyorlar. Buna göre; Tuğrul Türkeş, Alparslan Türkeş'in oğluymuş. Ben bunu öğrendiğime çok memnun oldum. Eminim Tuğrul Türkeş de bu habere çok sevinmiştir. 

Haricinde ne diyorlar? Aslında pek de bir şey demiyorlar. Tuğrul Bey yazının muhatabını bir sır gibi sakladığı için, biraz da haklı olarak, üzerlerine alınıyor ve "azgın" kelimesine sert mukabelede bulunuyorlar. 

Bu yazıyla ilgili olmasa da Devlet Bahçeli, Taha Akyol'u fırçaladı. Taha Akyol'da cevaben "benim elimde yalnız kalemim var" dedi. 

Taha Akyol, cümle Türk sağı üzerinde çok etkili olmuş bir yazardır. 80 öncesi milliyetçiler, 90'lı yıllardan itibaren İslâmcılar ve liberaller, 2000'li yıllarda ise muhafazakârlar için Taha Akyol bir kerteriz gibiydi. Sonra kaderini, AKP'nin kaderine bağladı. Tayyip Bey tarafından dışlanınca çok üzüldü. Yaklaşık 3 senedir "hukukun üstünlüğü" konulu birbirinin aynısı yazı ve kitaplar yazıyor. Devlet Bey, neden bu adama kızdı, anlamadım. Taha Akyol köşesinden tam olarak neye itiraz etti? Onu da anlamadım. 

Bu memlekette her hâl ve şartta Türkeş düşmanı olan tek grup "sol Kemalistler" de tartışmamıza misafir oldular. 40'lardaki Türkçü-Turancılığı ve 12 Eylül öncesini milliyetçilik için "sapma" kabul ediyorlar. Bizim de bunu aynen tekrar etmemizi istiyorlar. "Neden?" diye sorunca da bozuluyorlar. 

Memlekette milliyetçilik konuşacaksak, tabii ki bunun ucu sosyalizme de gidecek, İslâmcılığa da. Muhafazakâr da konuşacak, liberal de söz söyleyecek. Çünkü; "memleketin düşüncesi" bunların hepsinin ortalamasıdır. Biri diğerini muhakkak etkiler ve vasatı hepsi beraber belirler. 

Bunun için bir görüşün ötekinin iç tartışmasına katılmaya hakkı vardır. Fakat tutup da iç tartışmadan kargaşa yaratmaya çalışırsanız, düşmanlık kazanırsınız.

3 Mayıs'ta da, 12 Eylül öncesinde de Türk milliyetçileri hatalar yapmıştır. Günahlar işlemiştir. Fakat bu hataların tamamı "ana aksın" üzerindeyken işlenmiştir. Yani, duruş milliyetçiliğin doğasına gayet uygundur. Eylemleri tartışabilirsiniz.
 
Şimdi tartıştığımız "bugünkü ve yarınki hâllerdir". Aksinin kimseye bir faydası yok. Esasen bunları yazıya dahil etmeyecektim ama 60 sene önceki fotoğraflarını paylaşarak üzerine garip cümleler yazan dayıları görünce, hatırlatma kaabilinden olsun, ekleyeyim dedim. 

"İyi, güzel, hoş da sen bu tartışmaları nereden ve hangi sıfatla izliyorsun?" sorusu yöneltilebilir. O zaman baştaki Paris bahsine dönelim. 

Büyük hikâyeci Maupassant, Eyfel Kulesi'nin yapımına karşıdır ve kuleden nefret eder fakat birçok hikâyesini de Eyfel Kulesi'nin içinde mevcut kafelerden birinde yazarmış. Bir gün birisi sormuş: "Hani Eyfel'den nefret ediyordun? Bütün hikâyelerini burada yazıyorsun."
Maupassant tersçe cevaplamış: "Bu kulenin Paris'te görünmediği tek yer burası. Bunun için burada yazıyorum."

Sonra Paris büyüdü, gelişti. Eyfel aynı kaldı. Paris'te yeni yerleşim yerleri meydana geldi, "çarpık kentleşme" açığa çıktı. Eyfel hiç değişmedi. 

İşbu yazıyı, Paris'in "Eyfel'i görmeyen" tepesinden bildiriyorum. 


Yorum Gönder

0 Yorumlar