Bilişim, Bilgi, Bilgelik

Bilişim, Bilgi, Bilgelik, Tetebbular

"Dünyayı talih yönetmez." Montesquieu 

Son altı aydır en büyük zevklerimden birisi, sohbete ellerindeki telefon marifetiyle limon sıkan "arkadaşlarımı" manipüle etmek. Onların bu yazıyı okuyana dek haberleri yoktu ama ben 2022 senesinin ocak ayında bir "araştırma" yapmaya karar vermiştim.

Yazarken kontrol etme imkanımız bulunmasına rağmen onlarca hata yaparız. Konuşurken ise bunların sayısı artar. Fakat "araştırma sürecinde" yaptığım hatalar bilinçliydi. Muhatabımın ilgi alanlarına giriyor, en yapılmayacak yanlışları yapıyordum. Araştırdığım şey ise nasıl cevap verecekleriydi. Neler mi söylediler? 

"Ufuk açıcı" yanıtlara gelmezden evvel, araştırmamın amacı hakkında bilgi vermem gerekiyor. "Araştırma" konum çok basitti: Teknolojinin bilgiyi artırdığı muhakkak. Peki bilgelikle ilişkisi nedir?

Biteli bir aya yaklaşmasına rağmen, konu üzerine biraz daha okumak ve düşünmek istediğimden yayınlamak bugüne kaldı.

Öncelikle bilişim, bilgi ve bilgelik arasındaki ilişkiyi bana ilham eden mekânla açılışı yapmalıyım. Her ne kadar burnundan büyük telefonunu sohbetlere musallat edenler bu yazıyı yazmamı "teşvik" ettilerse de, ilk kez başka bir mekânda ve tanımadığım insanlar arasında böyle bir yazı yazmaya karar verdim. Nerede mi? Otobüs durağında!

Otobüs Bekleyen Dört Ayaklılar

Uzun süredir, otobüs duraklarındaki "insanlara" bakınca, dönüp bir kez daha bakma gereğini hissediyorum. Çünkü ben insanın önce yüzüne bakanlardanım. Fakat otobüs duraklarında yaşadığını düşündüğüm bu insan tipinin yüzünü göremiyorum. Allah'tan, şaşırmak yerine bakışlarımı biraz aşağıya indiriyorum da, ön ayaklarında tuttukları "akıllı cihazları" keşfedebiliyorum. Bu da beni düşünmeye itiyor. 

Anatomi üzerine söz söyleyeceğim alanlardan değildir. Fakat bildiğim kadarıyla insan iki ayağı üzerinde durmaya başladıktan sonra ön ayaklarına "el" ismini verdi ve kafasını da karşıya bakar vaziyete getirdi. Evrimin en mühim parçalarından birini teşkil ediyor.

Otobüs duraklarında yaşayan ve kafalarını daima öne eğerek, ellerini de ön ayak niyetine kullanan yaratıkları görünce korkuyorum. Aklıma şu soru geliyor: Ya kıyamet tek seferde kopmaz da, ağır ağır gelirse? Ve Tanrı insanoğlunu önce eski hâline döndürüp sonra yok ederse?

İnsanoğlu bir noktada yok olacak, burayı tartışmıyorum. Ama en son bebeklik çağında dört ayaklı bir varlığı andırırken, yeniden dört ayağa dönüp öyle ölmek istemiyorum. Ayakta durmak için iki ayağın yeterli olduğu kanaatindeyim. Yani çok da bir çaba harcamak gerekmiyor. Aksine tersine evrim için efor sarfetmek lazımdır. Anladığım kadarıyla bunun için çabalayan birileri var. Bu "birilerine" kalabalık diyoruz. 

Kalabalık; yani bir topluluk olamamış ama topluluk yerine geçen, kimliği veya inancı olmasa da benzeri davranışlar sergileyen, hiçbir ahlâk telakkisine bağlı hissetmeyen, hatta genel olarak bir şey hissetmeyen insan yığını. Tek başına bir şey ifade etmeyenlerin biraraya gelerek, bu sefer "hep birlikte" bir anlam ifade edemedikleri kitlenin adı. 

Kesinlikseverler

Hoffer kitle hareketlerinden bahseden meşhur kitabının ismini "Kesin İnançlılar" koymuştu. Yalnızca belirli bir amaca yürüyen kitleler değil ama aynı zamanda kalabalıklar da kesinliklerin üzerinde yükselirler.

Kalabalık ve kesinlik. Bunların tam karşısına kişinin iç dünyasını ve belirsizlikleri yerleştirebiliriz. Kalabalık kesinlik ister. Üzerinde tartışacağı kavramlara değil, anlaşacağı mutlaklara ihtiyaç duyar.

Bugün kendisini herhangi bir kalabalığın üyesi kabul eden bir insan, "mutlak" bilgiye nereden ulaşabilir? Doğru bildiniz: İnternet aramalarından. 

İnternet kullanımı ise merak ettiği her şeyi Hazreti Google'a sormakla eşdeğer görülüyor. Bunun bilgiye ulaşımı lüzumundan fazla kolaylaştırmasını bir yana bırakırsak, şu soruyu sorabiliriz: İnternet aramalarıyla iç dünyasını keşfeden veya zenginleştiren birileri var mıdır? Eğer aradıkları şey, "kesin bilgilerse", yoktur. Çünkü insan ihtimaller, belirsizlikler üzerinde ayakta durur. 

Bilişim, Bilgi, Bilgelik

Yazının başlığına geldik. Bu kavramları ben bulmadım. Asırlardır varlar ve kullanılıyorlar. Fakat son zamanlarda daha bir revaçtalar.

Bu kavramlar birbiriyle alakalı ama üç farklı şeyi temsil ediyorlar. Kabaca tanımlarsak; bilgi, insanın aklının erdiği her şeyi; bilişim bunların sayısal ortama aktarılmasını ifade ediyor. Bilgelik ise bilgiyi özümseyebilme, daha basit söylersek, onu bir bağlamın içine yerleştirebilme becerisinin adıdır. 

Bilgi, bağlamın içinde kıymetlidir. Bugün her zamankinden daha fazla şey biliyoruz. Bunların çoğunu işliyoruz. Fakat bilgelikle aramızdaki mesafe açılıyor. 

Çünkü, takdir edersiniz ki, bilgelik dediğimiz şey internet aramasıyla "bulunacak" bir şey değildir. Bulmak fiilini tesadüfen kullanmadım. Her arayışın mutlaka bir "buluşla" sona ereceği inancı, insanları düşünmekten alıkoymaya başladı. Bağlamı kaçıranlar, "anı yakalamaya" çalışıyorlar. Halbuki an dediğimiz şey, özel bir zaman durumu değildir. Zamanın bir durumudur. Sizin için özel olması, zaman için de özel olduğu anlamına gelmez. 

Ama doğru ya, internet aramasıyla birçok bilgiyi buluyorsanız, "özelsinizdir." Cidden böyle düşünenler varsa ve yazıya bu kadar tahammül ettilerse söylemek zorundayım ki; hayatımda bu kadar aptalca bir şey duymadım. 

Daha önce de yazmıştım: Aristoteles, Poetika'sında öykü bütünlüğünden bahsederken bir anda konunun çok üzerine çıkan şu hikmeti savurur: "Çünkü, varlığı yahut yokluğu fark edilmeyen bir şey, bir bütün'ün parçası olamaz." Kendisini "çok özel" hisseden kimse için de aynı şey geçerlidir. Sizin "search etmeniz" algoritma haricinde kimin umurunda? Ona göre siz zaten güzelsiniz. Çünkü bütün satıcılar laflarına "güzel ablalarım, güzel abilerim" diye başlarlar. Siz hiç "Allah'ın belaları şimdi size elden düşme mal satıp yolumu bulacağım" diyen satıcıya rastladınız mı?

Asrımızın putları olan algoritmalar yalnızca tüketen varlıkla ilgilidir. Sorun şuradadır: Adına insan dediğimiz ve tüketmediği zamanlarda da var olabilen "şeyin", yalnızca bir (tek) fiilini takip edebilen algoritmalar nasıl bizden üstün oluyor? Veya neden, bazı "kesin bilgici" bilim popülistleri bu aygıtlara insanı "yeniden tasarlayacak" bir güç vehmediyor? 

Modern Putlar: Algoritmalar

Post-modern çağda, yani sevilen tabirle "meta öykülerin yıkıldığı" zamanımızda, insanlara kesin bir şeyler gerekiyor. Nietzsche Tanrı'yı öldürürken yerine üst-insanı koymuştu. Tilmizleri ise insanlıktan ümidi kestikleri için olacak, üst-insanı algoritmaya tasarlatmaya çalışıyorlar. Oysa Nietzsche bundan bahsetmemişti.

Onun Tanrı'yı öldürüşü planlı bir suikasttan ziyade çözülmüş bir cinayet soruşturmasına benzer. Bu korkutucu zekâya sahip cinayet büro komiseri, yalnızca durumu tespit etmekle kalmaz. Çıkış yolu önerir. Eskiden evrenin merkezi olan "şey" artık yoksa; bunun yerini insan almalıdır. Ama bildiğimiz insan, aynı zamanda Tanrı'yı öldüren varlık da olduğundan, katilin hakim olması kabul edilemez. Dolayısıyla insan da yenilenmeli, kendisinin "üst" versiyonu hâline yükselmelidir. 

Nietzsche'nin umutsuz tilmizleri ise katili padişah yapmaya savaşıyorlar. Asiyi paşa yapan Osmanlı, muhakkak bizim dedemizdi. Fakat onların aklına bile eşkıyadan padişah yapmak gelmemişti. 

Fakat bunların ne önemi var? Felsefe somut hayata dokunmayan bir nesnedir. Dolayısıyla kalabalığın işine gelmez. 

Kalabalıklara, büyük veya küçük olması da mühim değil, hikâyeler gerekir. Ama daha önemlisi, bu hikâyeler mutlak olmalıdır. İçinde kesinlik barındırmalıdır. Böylece hayatın içinde "yuvarlanıp giden" insan kendisine bir çapa bulsun. İnternet aramalarından edinilen bilgi tam olarak bu amaca hizmet ediyor. Peki, bilginin amacı bu mu? 

Bilginin amacı meselesini, daha sonra dönmek üzere, bir kenara bırakalım. Yazının girişinde değindiğim sohbet kavramına gelelim. 

Müsaadenizle biraz "doğulu" olma pahasına Şeyhi'nin Harnamesi'nden bir beyit paylaşmak istiyorum: 

"Arkasından alınınca palanı / Sanki bir it artığıydı kalanı..”

Şimdi bunu "modernize" edip konumuza uyarlarsak:

"Ellerinden alınınca cihazı / Sanki bir it artığıydı kalanı..." 

Yozlaşan Sohbet

Müsahabe, mükâleme, muhavere, muhabere, söyleşi, söyleşmek, konuşmak, hatta şimdilerde small talk... Bunlar dilimizde sohbet kelimesine arkadaş olarak ikame ettiğimiz sözcüklerden bazıları. Buradan anlıyoruz ki, yaptığımız işi o kadar sevmişiz ki, neredeyse her faslına ayrı isim takmışız.

Şimdi o çok sevdiğimiz şeyde bile gerilemeye başladık.

Öncelikle şurada anlaşalım: Ağzını oynatıp çeşitli sesler çıkarmak konuşmak değildir. Bu çıkarılan sesler yardımıyla yalnızca şahsî isteklerden bahsetmek de sohbet değildir.

Her şeyi elinin altında bulan insan aklını çalıştırmaz. Bir de çağımızın hata yapmama "bağımlılığı" devreye girince epeyi komik sahneler yaşanabilir. Yaşanıyor. 

Mesela sohbetin tam ortasındayken, bir arkadaşın telefonuna eğilip neredeyse cenin pozisyonu alarak ve sanki cüssesini saklayabilecekmiş gibi telefonuna siper ederek bana baktığını fark ettim. Affını isteyen kedi gibiydi. Çünkü suçunu biliyordu. On dakika önce konuştuğumuz ve çoktan bitmiş meseleyi "Google amcasına" onaylatmış, ardından da bana bakmıştı. Susarsam hakkımı teslim edecekti. Başkasının onayına ihtiyacım olmadığı gibi ve esasen burada onaylayan "kişi" bir insan değil bir makine olduğundan (insan yalnızca aracıdır) susmadım. Muhatabım ise çağın bütün rahatsızlıklarını bünyesinde toplamayı başaran insanlardan sayılabilir. Bu yüzden telefonuna gelen bir başka mesajla ne diyeceğini unuttu ve belirli bir süre sonra olaysız dağıldık. 

Yine bir başka hadisede, elinde telefon tutan arkadaşıma, girişte yazdığım araştırma icabı, "yanlış" bilgi verdim. (Geleceğin biyologlarına not: El denilen organı yalnızca telefon tutmak için kullanan insanlar ilk kez bu çağda görülmüştür.) Amacım tepkisini ölçmekti. Bilginin yanlış olduğunu hisseden arkadaş bana katılmadığını belli eden mimikler yaptı. Ben telefonu bırakıp söz söyleyecek zannederken; o, aksine akıllı cihazına gömülmüş, yaptığı Google aramasının sonucunu "büyük bir gururla" bana gösteriyordu. Teşekkür ettim ve tabii ki arkadaşıma olan saygımın mühim bölümünü de o teşekkürün içinde yollayıverdim.

Bir başka sefer, "Acaba falanca memleket nasıl bir yerdir?" soruma, "Görsellerden bakmam" tavsiyesini alınca küfürle karşılık verdim. 

Bir defasında, görüşme talebi kendisinden gelen bir arkadaşın davetine icabet ettim. İki saat boyunca yalnızca telefonuna baktı ve belirli aralıklarla "çok işi olduğunu, bunun için özür dilediğini" söyledi. Çok işi varsa benimle niye görüşmek istedi diye sorulabilir. Bunu ben de düşündüm ama zavallıyı zaten nadiren kullandığı beynini çalışmaya zorlayarak daha fazla yormak istemedim. 

Geçenlerde bir tanıdığım bana Kanuni'nin "bin sene yaşadığını" söyledi. Öyle bir şey olmadığı cevabıma, nereden bulduysa bir internet sitesinde yayınlanmış saçma sapan "bilgiyle" karşılık verdi. Şimdi nasıldır, yaşıyor mu ölü mü, inanın bilmiyorum. 

"Araştırmamın" son birkaç örneği olarak; yine benim "yanlış" bilgi vermem üzerine YouTube videosu izletmek suretiyle beni "düzelten" dostlarımı, saçma sapan komplo teorilerini gerçek diye bana satmaya çalışanları veya benim manipüle edici yanlış bilgimi alıp kendi öz hakiki yanlışlığına meze yapanları verebilirim.

Hiçbirisi aklına veya diline güvenerek cevap vermedi. Kimse özgüvenini yardıma çağırmadı. Kime kızsam, kimi gözüne sokacak şekilde yanlış bilgi verip manipüle etsem hemen telefonuna sarıldı. Her telefona sarılan muhatap beni biraz daha fazla düşündürdü. En sonunda bu kadar aptalı tanımış olmaktan utandığımı hissettim.

Araştırma konum neyse de, bunu ifade edişimi biraz ağır mı buldunuz? Bu kadar "arkadaş" şimdi bana alınmasınlar?!

O zaman insan bilinci üzerine iki laf edelim de bazı şeyler daha bir vuzuha kavuşsun. İlk kez yazıyı keşfeden insanla, ilk kitabı yazan insan dünyayı aynı yerden mi görüyordu? Hayır. Peki, ilk basılı kitabı eline alanla, bilgisayar üzerinden bilgiye kolayca ulaşan insanlar dünyayı aynı mı görüyor? Hayır. Demek ki, insanın yalnızca kendisi değil görüşü, bilişi yani bilinci de evrimleşiyor. Şimdi geldik meselenin esas noktasına: Bütün konuşması, evreni değerlendirme çabası ve hatta hayatı yaşayış tarzı bir cihazı şarj edemezse sarsılacak birisine nasıl davranmalı? 

Burada teknoloji veya insan düşmanlığı yapmıyorum. Zaten evimde tasarladığım blogger hesabımda, evimden yazdığım yazıyı paylaştığım bu platform, teknolojiye düşman olunacak son yerdir. İnsanlardan nefret etsem yazdıklarımı yayımlamam.

Eleştirdiğim şey, hatta teknolojinin "fazla" kullanılması bile değildir. Yanlış kullanılması da umurunda değil. Benim kızdığım şey, insanın bütün bilincini, üstelik gönüllü olarak, bir veya birkaç cihaza teslim etmesidir. Okuduğunu anlamayan, dinlemeye vakit bulamayan ama her gördüğüne sazan gibi inanan bu insan tipine neden saygı duymak zorundayım? 

"Sıkıcı" Bir Konu: Kitap Okumak

Yukarıda anlattığım, elini aklından fazla çalıştıran mahlukları ayıkladıkça kendime ayırdığım zaman arttı. Bu vesileyle, hayattaki tek doğru alışkanlığım saydığım kitaplarla ilişkim daha da ilerledi.

Çoğu toplum kitap okumayı sıkıcı bulur. Fakat bizimki kitap okuyana deli muamelesi yapıyor. Bu yüzden bu meseleye çok temelden değinip, geçeceğim. 

"Delice" olmasına rağmen, ısrarla bunun üstünde durmamın sebebi ise, bir insanın kendi zihnini ancak kitap okuyarak bazı şeylerden koruyabilmesidir. (Bazen şöyle tertemiz cinsinden olanını yürekten dilememe rağmen, beni delirmekten kurtaran da kitaplar olmuştur. Oluyor.)

Kitap okuyan insan kavramlarla düşünmeye başlar. Kelimelerin karşılamaya çalıştığı şeye kavram denir. Dolayısıyla görüntünün ardına bakma yeteneğine kavramsal düşünme diyebiliriz. Kitap okuyan insan, bu işe bir mesai harcadığı için, zamanın kıymetini bilir. 

Kitap okumak; insanı lüzumsuz yüklerinden ayıklar, faydalı tecrübeler ekler ve başka bir şeye dönüştürür. Büyütür. 

Kitaplar bilgi edinmek için okunmaz. Bilgiyi bağlamından edinmek için okunur. Bağlamından koparılmış bilgi, dalından kopmuş yaprağa benzer. İkisinin de akıbetini rüzgar tayin eder. 

Bu yüzden bir internet aramasıyla binlerce bilgiye erişen çağımız insanı, "öğrendiği" şeyleri, neredeyse öğrendiği hızla unuturken veyahut da anlamsız bir yük, belirsiz bir nesne olarak zihninde taşırken; iyi bir kitap okuru bilgiyi daha uzun süre muhafaza eder; günün birinde unutsa bile tortusu zihninde kalır. Çünkü bağlamından, membaından, kaynağından öğrenmiştir. Daha önemlisi nasıl öğreneceğini öğrenmiştir. 

Bilgiyi bağlamından kopararak öğrenmenin zararı o kadar fazladır ki, hiç öğrenmemek daha iyidir. Çünkü her şey bağlamında kıymetlidir. Geçenlerde, dil yaremizden bahsederken, "Galat-ı meşhûr fasîh-i mehcûrdan evlâdır" sözünü anımsatmıştım. "Meşhur olmuş yanlış terk edilmiş doğrudan iyidir" anlamına gelen bu deyişin, "yalnızca dil bahsinde geçerli" olduğunu hatırlatma lüzumunu da duymuştum. 

Şimdi biz bu sözü bağlamının dışında ele alırsak; mesela yolsuzluk suçunun sıklıkla işlendiği bir toplumda (bizimki değil tabii ki, farazi bir tablo çiziyorum) şöyle mi diyeceğiz? "Herkesin kabul ettiği bu yanlış, terk edilmiş doğrudan iyidir." O zaman hak ve hukuk kavramlarına da veda eder, "keyfimizce" yaşarız – Herkes herkesi dolandıracağı için, Sartre'ın "Cehennem başkalarıdır" dediği gibi bir yaşamdan bahsediyorum tabii ki.

Kitap okumanın da, okuyanın da sevilmediği toplumumuzda, kitap üzerine fazla lâf etmek de faydadan çok zarar getirir. Bu yüzden okumayanlar, yani delirmeyenler bizi nereye sürüklüyor, bir bakalım. 

Her Yer, Her Yerde

Bu sevdiğim bir deyiştir: Her yer her yerde. Tarifi imkansız dağınıklıkları, perişanlıkları aynı sözcüğü iki sefer kullanarak bu kadar güzel tarif edebilmek dilimizin kuvvetini gösterir. 

Ayrıca, konumuz açısından, içinde yaşadığımız çağın iç içe girmişliğini de tasvir eder.

Humbolt "Her şey, her şeyle ilgilidir" demişti. Buna bir itirazım yok. Fakat bir "şey", başka bir "şeyle" yakından alâkadarken; bir başkasıyla sadece uzaktan akrabadır. Yani derece farkı bulunur. 

Bugün her şey, her şeyle ilintili gibi durmuyor. Daha ziyade kalabalık bir metroda kucak kucağa gidiyor gibiyiz. Her yer, her yerde anlayacağız. Bu kadar yakın temas mahremiyeti öldürüyor. 

Kırk yılda bir sefer kullandığı aklına gelen parlak fikri derhâl herkesle paylaşmak isteyen insanlar; bütün sosyal medya hesaplarından tanıdık - tanımadık kim varsa rehin alıyor ve zehrini akıtıyor. Yetinmiyor, telefon rehberine toplu mesaj atıyor; nazının geçtiği kişileri arıyor. Anlatıyor da anlatıyor. Şimdi, gününün büyük bir kısmını aynı şeyi anlatmaya ayırmış bir insanla ilgili şunları söylemek abartılı olmayacaktır: Bir, belli ki az şey biliyor. İki, konuşmayı seviyor. Üç, mahremiyet diye bir şeyden haberi yok.

Her durumu "mutlaka" anlatılması gereken bir olay olarak algılıyor. Buradaki "mutlak"a dikkat çekmek isterim. Çünkü; evet, kahramanımız "kalabalığa karışmak" istemektedir. Bunun yolunu da, kendisini ve yakın çevresini jurnallemekte buluyor. (Muhbir vatandaş hep eleştirilir de neden buradan bakılmaz, anlamıyorum. Kendi kendisini ihbar eden, bir başkasını ihbar ederken neden tereddüt göstersin?) 

Mahremiyet ölünce, tam bir şeffaflık revaç buluyor. "Bilinç altıma indim" diyen her deli, aklına ilk gelen zırvayı söylüyor ve zihin dünyamızı kirletmeyi başarıyor. 

Sürekli aranan ve diri tutulması gereken bağlantı; böylece bizzat bilişim eliyle yıkılıyor. Halbuki bilişim, bilgiyi bağlamaya hizmet etmez mi? 

Aydınlanma Çağı "Tanrı öldü" cümlesiyle anlamını bulmuştu. Galiba bu çağ, "Peygamberlik öldü" iddiasını taşıyor. Mesela Hz. İsa geri dönse, Yahuda'nın takibi bırakmasının ardından yalnızca 12 takipçisi olduğu için, muhtemelen ciddiye alınmayacak. (Bir de "Kimse kendi köyünde peygamber olmaz" deyişi vardır. "Küresel bir köye" dönüşünce peygamberlik tasfiye edilmiş oluyor.) 

Kronik Güven Krizi

Sohbetten, kitaptan falan bahis açtık ama kimsenin kaçamayacağı kronikleşen bir güven bunalımımız yok mu? 

Herkes sürekli kendinden bahsediyor ve birilerinin ona iştirak etmesini istiyor. Fikirlerine mi? Elbette hayır! Duygularına... İnsanın hiç tanımadığı insanları kendi duygularını paylaşmaya davet etmesi, hatta manipülasyon yaparak onları buna mecbur bırakması kadar bencilce şey bulunmaz. Herkes onunla aynı duyguyu paylaşsa ne olacak? Hiçbir şey olmayacak. Fakat yine de bir tecrübe etmek ve "on beş dakikalığına da olsa" meşhur olmak fikri, bir karabasan gibi zihinleri ele geçirmiş durumda. 

Teknoloji karşısında yalnızca maddi anlamda değil ama aynı zamanda manevi olarak da bu derece zayıflamış insanların, yalnızca beğeni kazanmak için birbirlerini manipüle etmeleri belki tahammül edilebilir bir şeydir. Fakat aynı insanların, teknolojik ilerlemeyi yönetenler tarafından kolayca manipüle edilmesi insanlık açısından tehlike arz etmiyor mu?

Şimdi vazgeçmeye çalışsa da Elon Musk'ın Twitter'ı "ele geçirme" hevesi, Mark Zuckerberg'ün yeni başlamış muhabbet tellalı gibi her parası olana şahsi bilgilerimizi teklif etmesi, Blogger'ın da sahibi olan Google ekibinin politik doğruculuğu resmî siyaset olarak dikte etmesi hayatımızı etkilemiyor mu? Neden bu kadar kolay etkileniyoruz? 

"Anda kaldığımız" için veya "Zeitgeist"ın peşinde dolandığımız için olabilir mi? Her şeyle bağımızı koparırsak, evet özgür oluruz, ama kimse bunu onaylamadıktan sonra özgür olmak da mı istemiyoruz?

Burada yalnızca feylesof takımına soruyorum: Zeitgeist, Schopenhauer'un "Ding an sich"ini kıracak kadar kuvvetlendi mi? 

Yoksa hâlâ "arta kalan şey"ler var mı?

Bilginin Amacı ve Bilgeliğe Alan Açmak

Tam burada bilginin amacı meselesine dönüyoruz. 

Aristo, "Bilginin amacı eylemdir" diyor. Çünkü bilgi, öğrenildikten sonra, insanı harekete sevk eder. Tecrübe kazandırır, kendisini ve çevresini daha dikkatli incelemesine yarar.

Algoritmaya tapanların bayıldığı "Bu çağda bilgiye istemeseniz bile maruz kalıyorsunuz" lafına bir de buradan bakalım. Bilgiye maruz kalmakla; onu öğrenmek farklı şeylerdir. 

Bilgi farkındalıktır. Bilgiyi öğrendiğinizin farkında değilseniz; onu öğrenmiş olur musunuz? Eğer düşünce dünyanız değişmediyse, hareketleriniz aynıysa, hiçbir halt öğrenmiş olmazsınız. 

İyi insan olmak bile öğrenilir. Bilesi fazla, iyilik öğrenilir. Kötülük cehalettir ve Goethe'nin dediği gibi "harekete geçmiş cehalet kadar korkunç bir şey yoktur". 

Milli Edebiyat döneminin ilk devre yazarları halka inmekten değil, "halka yükselmekten" söz ediyorlardı. Çünkü bu okumuş adamlar (ve bir avuç kadın) halkın bilgeliğine güveniyordu. Onların "halk" diyerek - olumlu yönden de olsa - farklı bir yere koydukları topluluğun parçası olduğum için bunlar bana boş edebiyatçı palavrası geliyordu. Çünkü, benim de içinde bulunduğum halk, bilge falan değildi. Esasen adına halk denilen hiçbir kalabalık bilge değildir. 

Fakat bu bilgi, bilişim, bilgelik meselelerine kafa yormaya başladığımdan beri, o yazarlara hak vermesem bile amaçlarına saygı duyduğumu keşfettim. Onlar kendilerinin bilge olmadığını biliyorlardı. Bu yüzden bilgeliği başka yerde arıyorlardı. Aradıklarını halkta bulduklarını zannettiler. Ne garip; ben de aradığımı onlarda bulduğumu zannetmiştim, bir zamanlar...

Hepimiz yanıldık. Fakat onlar bilgeliği aramaktan vazgeçmediler. Ben de, bir zamanlar öğretmenlerim olan insanlardan, tam da bu dersi aldım: Bilgelik aranması gereken bir şeydir. Ona, bilgi veya bilişim gibi, maruz kalamazsınız. 

Günümüzde herkesten ve her şeyden illa ki "açıklama" bekleniyor. Üstelik tepeden bakan, mütehakkim bir edayla... Oysa şu çok basit gerçek atlanıyor: Hakikatler kendilerini açıklamaya lüzum görmezler. Bizim onları keşfetmemizi beklerler.

Bazı keşifler talihin el vermesiyle, tesadüfen olur. Yani, tarihi bazen de talih yönetir. Ama her zaman şanslı olmayız. Daha önemlisi hep bu ihtimale güvenemeyiz çünkü; bazen tarihi yönlendirse bile "Dünyayı talih yönetmez."





Yorum Gönder

0 Yorumlar