Şapkasını Kaybeden Adam

René Magritte - Melon Şapkalı Adam
René Magritte'in Melon Şapkalı Adam tablosu.


Murtaza Süperzekâ, üç gündür yoldaydı. Kendisini arıyordu. 


...


Üç gün evvel oturmuş, verdikleri için Tanrı'ya şükrederken bir anda bir "şeyin" eksik olduğunu hissetmişti. İyi bir aile, iyi bir maaş, iyi bir iş, iyi bir ev ve iyi bir arabası vardı. Kimseye düşman değildi, çevresinde saygıyla anılırdı. Ama bir "şey" eksikti. Kırkı bulmayan yaşı, seyrek saçlı başı, dolgun maaşıyla Murtaza Süperzekâ diye bilinen bu adam, eksikliği bulamazsa delireceğini anlıyordu. İyice araştırmalıydı. Çokça düşünmeliydi. Bolca okumalıydı. Fakat beyni kafasının içinden bir atom bombası gibi patlayıp sokağa dökülecek diye korkuyor; okumaya, düşünmeye, araştırmaya odaklanamıyordu. Hiçbir şeye odaklanamıyordu. 

Bir akşamda 2 kilo verdi. Ütülenmiş eşofman takımıyla yatmayı adet edinmiş bu adam, şimdi yalnız don ve gömlekten ibaret bir kılıkla çalışma odasında ayakta duruyordu. Saat, üçü vuruyordu. Ne güneş ortalıktaydı, ne de ay görünüyordu. 

Bir anda gözündeki perde indi. Kaybettiği şeyi bulmuştu. Murtaza Süperzekâ'nın kaybettiği şey tam olarak kendisiydi... Evet, bunca "şeyi" olmasına rağmen, esas olarak kendisini kaybetmişti. 


Ve derhâl kendini aramaya karar verdi...


...


Don gömlek sokağa fırladı, arabasına atladı. Benzini bitene dek sürdü. Sonra arabayı olduğu yere bırakıp, arayışına yayan devam etti. 


...


Zemini delmiş, zamanı kırmıştı. 


Bir ara Taksim'de olduğunu anladı. Ne ara buraya geldiğini düşünürken, Atatürk heykelinin önündeki kargaşayı gördü. Durdu, izlemeye başladı. 

Bir adam elinde bir sandalye, kafasını kaldırmış, uzakları seyreden Atatürk heykeline şöyle söylüyordu: "Buyrun Mustafa Bey! Oturun efendim. Yıllardır ayaktasınız efendim!" 

Adamın hemen dibinde sandalyeyi aldığı işkembecinin garsonu duruyor, sandalyesini istiyordu. Sarhoş olduğu anlaşılan adam ona da çıkışıyor: "Hayır efendim. Sizin değil, Mustafa Bey'in sandalyesi bu" diyordu. Aynı metrekarenin içinde bir başka sarhoş adam daha vardı. Elinde bir kurşun kalem, hınzırca gülüyor, arkadaşı olan öteki sarhoşu bu hengâmeden kurtarmanın yolunu kuruyordu. Bunlar, iki sarhoş tiyartocuydular. Meraklı bir kalabalık toplanmaya başlamışken, polis de "olay yerine intikal etmişti".

Manzara şöyleydi: işkembecinin garsonu sandalyenin, daha az sarhoş tiyatrocu daha çok içmişin, kıymetli okuyucu hadiselerin hızının ve polis herkesin peşindeyken, Murtaza Süperzekâ da "kendisinin" peşindeydi. 

Curcuna bir anlığına durdu. Polis, Murtaza Süperzekâ'yı fark etmişti. Ötekiler en azından giyinikti. Bu adam don gömlek sokağa fırlamış, üstelik Taksim'e kadar gelmişti. 

Murtaza Süperzekâ, bu işten paçayı sıyırmak için sarhoş tiyatrocuya hak verme taktiğine yöneldi. Daha az sarhoş olan tiyatrocu ise Murtaza'yı azarlamaya başladı. Murtaza sessizce fırçasını yerken, azarlayıcısının elindeki kurşun kalemi fark etti. Durum komik görünüyordu. Fakat polisin bakışlarını da üzerinde hissedince bu sefer farklı bir yola başvurdu. Saçma sapan bir soru soracaktı. Kurşun kalem tutan azarlayıcısına döndü ve sordu:

"Elinizdeki kurşun kalem ne yapıyor acaba?"

Tiyatrocu ikiletmeden cevap verdi:

"Başkaldırıyor! Bu, Başkaldıran Kurşunkalem!"  

Başkaldırı lafını duyan polis, yeniden sarhoş tiyatroculara yöneldi. Ortalığın bir daha karışmasını fırsat bilen Murtaza Süperzekâ da aradan sıvıştı. 

Sessizce ilerlerken, arkadan bağırışlar duyulmaya devam ediyordu. 


...


Bir anda Ankara'ya ışınlandı. Kızılay'ın göbeğine heyula gibi dikilen A-Ve-Me'nin yanından Çankaya istikametine doğru ilerledi. Ankara'yı bilmiyordu fakat ayakları onu yolun sol tarafında konumlanmış bir binanın önüne getirdi. Kafasını kaldırdığında, yukarıda kocaman "Türk Dil Kurumu" yazdığını gördü. 

İçeri girdi.

Girişte, uzun bir masanın etrafında dizilmiş takım elbiseli erkekler topluluğu dikkatini çekti. Bu adamlar hararetle bir şey tartışıyorlardı. Onu fark etmediklerini anlayan Murtaza Süperzekâ dinlemek için yaklaştı. 

Tartışılan meselenin a harfi üzerindeki şapka olduğunu anladı. İsmini düşündü. Yıllarca ne sıkıntılar çekmişti sondaki a'nın şapkasını tanıtmak için. "Atatürk, başlara takılan şapkayı daha kolay tanıtmıştı" diye geçirdi içinden. 

Uzun masanın başındaki adamlar oylama faslına geçmişlerdi. Şapkanın gidici olduğunu anlayan Murtaza Süperzekâ bağırmaya başladı:

"Bırakın, kalsın. Lütfen, sizlere rica ediyorum. Yıllarca ben bunun sıkıntısını çektim. Şimdi bu şapka kalkarsa benim soyadım da değişecek."

Pek önemsemediler. Bu sefer yere atıldı Murtaza Süperzekâ. Ağlıyordu. 

"Yalvarırım bırakın. Kendimi kaybettim zaten. Bir de soyadımı kaybetmeyeyim."

Masanın başındaki takım elbiseliler boş gözlerle Murtaza Süperzekâ'yı süzdükten sonra güvenliği aradılar. 

Güvenlik görevlileri don-gömlek yerlere yatan Murtaza Süperzekâ'yı dışarı atmakta tereddüt göstermediler.

Murtaza, kendisini aramaya çıkmışken, şimdi de soyadını kaybetmişti. 


...


Delinen zemin, kırılan zaman Murtaza'yı Küba'da bir akıl hastanesine nakletti. 

Şimdi, Murtaza'yla beraber dört kişi bir odadalardı. Adamlardan birisi kendisini Simon Bolivar, diğeri de Napolyon Bonapart olarak tanıttı. Üçüncü ve kısa boylu olanı ise "Bendeniz Diego Armando Maradona'yım efendim" deyince diğerleri gülmeye başladılar.

İyi bir Maradona hayranı olan Murtaza, karşısındakinin hakiki Maradona olduğunu hemen anladı. Anlam veremediği şeylerin sayısı ise daha çoktu. 

Birincisi buraya nasıl gelmişti? İkincisi Maradona'nın burada ve üstelik bu iki "delinin" yanında ne işi vardı? Üçüncüsü Maradona neden Türkçe konuşuyordu? Ve son olarak neden kendisini eski TRT spikerleri gibi takdim etmişti? 

"Kesinlikle bir rüyanın içindeyim" diye düşündü. "Aksi hâlde bunların ve tüm yaşananların gerçek olma ihtimali yok".

Birinin kendisini "çimdiklemesini" isteyecekken, esaslı bir tokatla yerinden sıçradı. Tokadın sahibi "Napolyon Bonapart'tı". "Kalk bre zındık, bana rakı getir" diye kükredi. 

Murtaza'nın beyni yanıyordu. Biraz önce uzun boylu bir Napolyon'dan, Küba'daki bir akıl hastanesinde, "bre zındık" hitabıyla bir tokat yemiş ve kendisine rakı bulması emredilmişti. 

"Allah'ım aklıma mukayyet ol" duasını sessizce içinden geçirdi. Ve yola çıktı. 


... 


Akıl hastanesinin tekinsiz ve büyük koridorunu tam ortalamış bir biçimde güvensizce yürürken bir anda arabasını yanında buldu. 

Anahtarlar üzerindeydi. Benzini bittiği için bir yere gidemese de, içine oturmak Murtaza'yı memnun etti. 

Torpido gözündeki cüzdanı fark etti. Hemen eline aldı ve içindeki tüm paraları -sanki başkasından çalıyormuşcasına bir hırsla- kavrayıverdi. Cüzdanı yere fırlattı ve elinde sıktığı paralarla arabadan atlayıp koşmaya başladı. Yol üzerindeki bir benzinliğe girdi. 

Bir şişe rakı aldı. Elindeki tüm parayı, sayma gereğini duymadan, kasiyere verdi. Kasiyerin anlamsız bakışları arasında benzinliği terk etti. 


Murtaza, don-gömlek... 

Murtaza, elinde bir şişe rakı... 

Murtaza, bakınıyor yürüyerek... 

Murtaza, arıyor bir çakı... 


Muhakkak öldürecek!

Fakat kimi?

Murtaza, bir anlık doğrularak:

"Kimi olacak? Kendimi!" 


Murtaza; hayatın kıyısında

Murtaza'nın ölüm yakasında

Murtaza'nın bir derdi var

Beyninin tam ortasında


Kendini kaybetmiş adam; ancak

Zahmete girmiş; aramış

Bulsa öldürecek; muhakkak

Fakat aramış; bulamamış!


Kendini kaybetmiş, soyadını yitirmiş, tokat yemiş Murtaza, yürüyordu yolun kenarında. Yorulmuştu biraz. Dinlenmek istiyordu. Yaşadıklarını unutmak ve yalnızca dinlenmek... 

"Elimdeki şişede rakı değil de şarap olsaydı, en azından içerek giderdim. Bu meret böyle içilmez ki?"

Bunu sessiz söylediğini düşünürken, karşı kaldırımdan geçen bir berduşun ona seslendiğini duydu. 

Yolun ortasında buluştular. Birkaç araba yüzünden ezilme tehlikesi atlattılar, sonunda her ikisi de tek parça olarak bir anlaşmaya vardılar. 

Buna göre, Murtaza elindeki açılmamış rakı şişesini berduşa verecek, berduş da karşılığında yarısı içilmiş bir şişe şarap verecekti. Alışveriş sorunsuz tamamlanınca, berduş sordu:

"Nereden gelirsin böyle?"

Murtaza: "Uzun hikâye, dedi. Sorma."

"Peki, öyleyse nereye gidersin?"

Murtaza cevap vermedi. Berduş ısrar etmedi, ayrıldılar. 


Yarım şişe şarabını hızlıca tüketen Murtaza, artık eve dönmeye karar verdi. Nasıl yapacağını bilmiyordu ama "ne de olsa yoldayım, bu yol herhâlde bizim evden de geçer" diyerek, yürüyüşünü sürdürdü. 


...


Tanrı ona acımış olacak ki evinin sokağını buldurdu. Murtaza evine, salonunda yanan ışığı görecek kadar yaklaşmıştı. Bir sesle irkildi. 

"Hemşehrim, dur bakalım."

Bu bir polisti. Murtaza, evinin burada olduğunu ve ekmek almaya çıktığını söyledi. Polis, tabii ki inanmadı. 

Murtaza bu sefer başından geçenleri anlatmaya başladı. Küba'daki akıl hastanesi faslına gelmişti ki, polis sıkıldı. 

"Tamam, kes."

Murtaza, "kes" lafını duyunca sağa sola bakmaya başladı. "Ah, dedi. Bir ufak çakı bulabilsem, hemen keseceğim ama bu kadar yer gezdim. Bulamadım."

Polis nefesle birlikte bir "Lâ Havle" çekti. Bir taraftan da bu "yalancıyı" sevimli bulmuştu. Sarhoştu Murtaza. Üstü başı çamurdu ama hiçbir yerinde kan yoktu. Bu çevreden de bir suç ihbarı gelmemişti. Bunlar bu adamın büyük bir suç işlemediğini işaret ediyordu. Yine de emin olamadı. "Madem benimle eğleniyor, ben de bu zırtapoza ufak da olsa bir ceza keseyim de, yarın öteki gün bir şey olursa kolayca bulurum."

Murtaza cüzdanını yola fırlattığı için üzerinde kimlik yoktu. Bu yüzden polis, ismini sordu. Murtaza üzgünce cevapladı:

"Murtaza Süperzekâ ama artık a'nın üzerinde şapka yok."

Bu cevap polisin kafasındaki şimşekleri çaktırdı. 

10 dakika sonra Murtaza evinin kapısını çalıyordu. Elinde bir kağıt vardı. Bu bir ceza kağıdıydı. Buna göre "Murtaza Süperzek (a harfi yazılmamıştı) 671 No'lu Şapka İktisası Hakkında Kanun'a muhalefetten para cezasına" çarptırılıyordu. Cezayı 90 gün içerisinde ödemesi gerektiği kayıt altına alınırken, ceza miktarı okunmuyordu. 

Biz kağıdı incelerken, Murtaza da bizi izliyordu. Neyse ki, kapı açıldı da yakalanmaktan kurtulduk. 

Tam üç gündür ortalıkta görünmeyen Murtaza sonunda evine dönmüştü. Üstü-başı çamur içindeydi. Kıyafetleri don ve gömlekten ibaretti. Karısı, biraz da uykulu olmanın getirdiği rehavetle olacak, gayet sakin karşıladı onu. 

"Neredeydin Murtaza? Bu ne hâl?"

Murtaza kayıtsızca cevapladı:

"Bir şey yok. Birazcık kendimi aramaya çıkmıştım da."

"Ee, ne oldu? Bulabildin mi bari?"

"Hayır."

Karısı, uyku mahmuru devam etti:

"Olsun, başka zaman bulursun."

Karısının onu dinlemediğini ancak fark eden Murtaza üstelemedi:

"Peki, haydi yatalım öyleyse."

"İyi geceler."

Karısının bu sözünü dinlediğini ve cevap verdiğini anlayan Murtaza, belli belirsiz bir sevinçle mukabele etti:

"Tatlı rüyalar."

Yavaşça yataklarına yürüdüler. Murtaza, yine don-gömlekti. 


Yattılar ve uyudular. 





Yorum Gönder

0 Yorumlar