Gaz ve toz bulutundan bu tarafa epey yol geldik. İki ayağımızın üzerinde durabiliyor, konuşuyor, öğreniyor ve öğrendiklerimizi sonraki nesillere aktarıyoruz. Her şeyden önce adaptasyon kabiliyetimiz var.
Fakat bu kabiliyet bazı durumlarda lanete dönüşebiliyor. Dostoyevski'nin dediği gibi, "aşağılık insanoğlu her şeye alışabiliyor." Mesela bazıları omurga sorunu yaşayıp dik duramıyor, kimileri iletişim kuramıyor. Bazıları öğrenmek istemezken bazıları da yanlış aktarmakta inat ediyor.
Budur ol-hikâyât. Budur ol-rivâyât. Hakikaten gaz ve toz bulutundan bu tarafa epey yol geldik mi yoksa kendimizi mi kandırıyoruz?
Neyse biz bunları bir kenara bırakalım. Bu ay ele alacağımız iki kitaba dalarak başka meseleler hakkında konuşalım.
***
Ayın Kitabı: Denge Oyunu - Selim Deringil (Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2014)
Selim Deringil ilk baskısı 1994'te yapılan bu çalışmasında Türkiye'nin İkinci Dünya Savaşı'nda bıçak sırtında yürüttüğü dış politikayı ele alıyor. İngiliz, Fransız, Rus ve Alman belgelerinin yanı sıra (bizim Hariciye'nin arşivi o zaman kapalı olduğu için) Türk basınında 1939-45 aralığında çıkan yazıları kullanıyor. Bu geniş kaynakçadan bereketli bir mahsul çıkmama olasılığı yok. Nitekim kitap boyunca çok fazla konuda değerli arşiv belgesi, not veya alıntı bulunuyor.
Örneğin “İngiltere'nin Ankara Büyükelçisi Sir Percy Loraine 9 Nisan 1938'de" Türkiye'nin durumunu imparatorluk döneminin sonunda söylenen o meşhur söze atıfla şöyle açıklıyor “Hasta adam öldü, ama ardında birçok dinç
evlat bıraktı.” (s.2)
Malûm, savaş boyunca Türkiye'nin tavrı tek kelimeyle beklemekti. Taraflardan saldırı bekledi, hamle bekledi, yardım bekledi, iyi niyet bekledi... Her şeyi bekledi de tam olarak beklediği neydi? Suat Hayri Ürgüplü kitabın yazarına şöyle açıklıyor:
Ürgüplü, İnönü'nün sürekli olarak "sabrın sonu
selamettir" atasözünü tekrarladığını ve kabineye sürekli olarak telkinde
bulunduğundan söz etmiştir: "Biraz daha beklersek meseleler gelişecektir
ve o zaman belki bir bakış açısı daha buluruz. Yeterince beklenirse ya devenin
binicisi, ya kendisi, ya da güdücüsü ölecektir." (s.48)
Savaş boyunca beklediğimizin yanında beklemediğimiz teklifler de aldık. Toprak vaatleri bunların başında geliyordu. Düşman kampların lideri konumundaki İngiltere ve Almanya kendi yanlarında savaşa girmemiz için Halep ve Yunan adalarını teklif edip durdu. (s.186)
İsmet Paşa, 1941’in başında İngilizlerin az bir destek vaat ederek Almanya
karşısında Türkiye’yi savaşa sokma planlarına nasıl karşı çıkmışsa , sonrasındaki tekliflere de aynı itirazda bulunacaktır: “İnönü'nün bu girişime kişisel tepkisi ise: "Ben Enver Paşa
değilim, beni savaşa sürükleyemezler..." demek olmuştu.” (s.138)
Türkiye 1941’te sürreal bir durumun içindeydi. Dünya savaşı
yaşanırken ülkemizin iki cephenin lideriyle durumu Yunus Nadi’nin deyişiyle
şöyleydi: “İngiltere ile müttefik, Almanya ile dost.” (s.148)
1942'de ise vaziyet şöyleydi: “Türkiye'nin beklentilerini Ankara'daki İtalyan Büyükelçisi DePeppo şu sözlerle dile getiriyordu: "Türkiye'nin ideali son Alman askerinin son Rus cesedinin üstüne düşmesi olacaktır." Ayrıca, Prof. Ahmet Şükrü Esmer bu konuda, "Türkiye ikisinin de yenilgisini istiyordu" şeklinde görüş belirtmiştir. (s.174)
Biraz da nükte sıkıştıralım. Türkiye bütün müzakereler boyunca bu devletleri o kadar canından bezdirmiş, iflahlarını öylesine bir şekilde kesmişti ki aynı vaatleri vererek kandıramadıkları Türkler karşısında aynı oryantalist tepkiyi vermekten kendilerini alıkoyamadılar:
Mesela krom müzakereleri için Türkiye’ye gelen Alman heyetinin
başkanı Kroll şöyle diyordu: “Türkler politik zorunluluk olduğu zaman her
anlaşmadan bir sıyrılma yolunu bulacak yeteneğe sahiptirler.” (s.163)
İngiltere’nin Dışişleri Bakanı Eden bu konuda düşmanını destekleyecek şu
cümleleri kaleme alıyordu: “Hiç kimse ikna olunmak istemeyen bir Türk kadar
sağır olamaz.” (s.218)
Ucuz hamasetin ötesine geçip hakiki bir dış politika nasıl kurgulanır ve uygulanır diye merak ediyorsanız bu kitabı okumanızı tavsiye ederim.
***
Yanlış Okumalar - Umberto Eco (Can Yayınları, 1997, Çeviren: Mehmet H. Doğan)
Eco, bizim Salâh Birsel'in dünya çapında namı olan versiyonu. Yanlış Okumalar bir dergi için yazdığı özgün denemeleri toparlıyor. Her ne kadar çeviri Ecevit dönemi bürokrasi dilini hatıra getirse de Umberto Eco'nun meseleleri ele alış biçimi bizde oluşan bu hatıraları bir güzel süpürüyor. Özellikle yazmaya meraklı olan okura bu kitabı tavsiye ederim. Bilhassa ilk üç denemenin Türk tarihi ve edebiyatı merkeze alınarak bizim yazarlar tarafından yazılması iyi bir başlangıç mevzuu teşkil edebilir.
***
Umarım faydalı olmuştur. Önümüzdeki ay, yeni kitaplarla, buluşmak dileğiyle...
0 Yorumlar