5816 Meselesi

Bu yazı, 2021 senesinde Türkiye'de, Atatürk'e sövülmesine karşı çıkmak amacıyla yazılmıştır. Yazık. 


Ahmet Özal bile babasını kimin öldürdüğü meselesini unutup şiir okumaya başladı. Fakat memleketimizdeki "demokrat, liberal ve İslâmcı" cephesi 5816'yı unutamıyor. Böylece evlâd ve kuyruk acılarının yanında köksüzlük sancısının da unutmaya engel olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. Hayat işte, insan yaşadıkça neler öğreniyor, değil mi? 

İslâmcılar, kalabalık olmalarına güvenerek avazları çıktığı kadar bağırıyorlar. Liberal ve demokratlarımız ise bir elleriyle ağızlarını kapayarak, şuh bir gülümseyişle ve tabii ki kısık bir sesle saldırıyorlar 5816'ya. 

Önce neyi tartıştığımızı bilmek adına; 5816 sayılı olup 5 maddeden ibaret bulunan ve "Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun" ismini taşıyan yasayı okuyalım:

Madde 1- Atatürk'ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

Atatürk'ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk'ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir.

Yukarki fıkralarda yazılı suçları işlemeye başkalarını teşvik eden kimse asıl fail gibi cezalandırılır.

Madde 2- Birinci maddede yazılı suçlar; iki veya daha fazla kimseler tarafından toplu olarak veya umumi veya umuma açık mahallerde yahut basın vasıtasiyle işlenirse hükmolunacak ceza yarı nispetinde artırılır. 

Birinci maddenin ikinci fıkrasında yazılı suçlar zor kullanılarak işlenir veya bu suretle işlenmesine teşebbüs olunursa verilecek ceza bir misli artırılır.

Madde 3- Bu kanunda yazılı suçlardan dolayı Cumhuriyet savcılıklarınca re'sen takibat yapılır.

Madde 4- Bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer.

Madde 5- Bu kanunu Adalet Bakanı yürütür.

Kabul Tarihi: 25/7/1951 
Resmi Gazete'de Yayımlanış Tarihi: 31/7/1951.

Kısaca bu kanunun neden ve hangi atmosferde çıkarıldığını hatırlatayım: 
Kendilerine Ticanîler ismini veren bir kısım şakî bilhassa 1950/51 devrinde gemi azıya almışlardı. Demokrat Parti'nin henüz ilk yıllarına tesadüf eden bu dönemde, Ticanîler Atatürk heykellerine ve büstlerine saldırıyorlardı. 

Bunların bu münasebetsizlikleri yüzünden, muhalefetteki İsmet Paşa'nın CHP'si de iktidarı suçluyordu. 

Cumhurbaşkanı; Atatürk'ün son başbakanı sıfatını haiz Celal Bayar, Başbakan ise yine ilk kez Atatürk devrinde Millet Meclisi'ne seçilen Adnan Menderes'ti. Sert bir cevap vermeleri ve üzerlerine atılan "Atatürk karşıtlığı" yaftasını parçalamalıydılar. Nitekim, öyle de yaptılar. Yukarıda okuduğunuz yasayı hızlıca meclisten geçirdiler ve uyguladılar. Tabii, Ticanîler perişan oldu. 

Daha sonra bu kanuna ilişilmedi. Hatta uzun müddet varlığı hatırlanmadı bile. Sonra liberalizmin Türkiye acentaları devreye girdi. Bunlar; "herşeyi tartışmak isteyen masum liberaller" değildiler. Bunlar; her şeyi tartıştırarak her "değeri" alaşağı etmeyi planlayan mümessillerdi.

Bilgi Üniversitesi 96'da kurulup liberal acentalar adı geçen kuruma çöreklenince ve fazla geçmeden İslâmcılar da iktidar olunca akla hemen Atatürk'ü Koruma Kanunu geldi. 

Bu arada bir parantezle haklarını iade etmem gereken bazıları var. Mesela Necip Fazıl üstü kapalı, Kadir Mısıroğlu da alenî olarak bu kanunun kaldırılması hakkında daha eski zamanlarda propaganda yaptılar. Hatta Mısıroğlu bu kanundan da yargılandı. Sonuçta ikisi de öteki taraf yolculuğuna çıktıklarında, bu yasa yerinde duruyordu. Fakat sayılan isimlerin kurduğu damar vesilesiyle İslâmcı takımı da 5816'ya muhalif oldu. 

2002'de iktidara gelen AKP, ilk başlarda bir İslâmcı-liberal evliliğiydi. Bu evlilikte ne zaman sıkıntı çıksa, liberal "aydınlarımız" Atatürk'e saldırdı ve konumlarını sağlamlaştırdı. Sonra İslâmcılar "bizim dörde kadar hakkımız var, tek eş yetmiyor" deyince liberaller çok üzüldüler.

Artık gözyaşları içerisinde Atatürk'e saldırıyorlar ve yeniden "eski mutlu günlerin" hayalini kuruyorlar. Pek tabii bunu "ilkesel olarak" yapıyorlar. 

İslâmcıların derdi ise ilke falan değil. Kendi iktidarları devrinde bile "iktidar olamadıkları" düşüncesinden hareketle, kadrolaşma değil "çöreklenme" siyaseti güdüyorlar. Çöreklenmek sağlıksız zihinlerin yapacağı bir iştir. İnsanı "geçmişle hesaplaşma" ayağına geçmişe takılıp kalma psikozuna uğratır. 

Nitekim memleketimizde demokrasi havariliği "neden özgürce Atatürk'e sövemiyoruz?" diyen dangalakların eline düşünce, "fikir ve ifade özgürlüğü" tartışılamıyor. 

Ben 5816'nın, hatta sınırları genişletilerek, muhafazası taraftarıyım. 

Çünkü; hayaletlerle kavga etmeye meraklı, kendisini "meşhur ve mühim" şahsiyet zanneden; tarihini, kültürünü, sanat ihtiyacını, vatandaşlık görevlerini, haklarını, velhasıl "varlığını" televizyon dizileri üzerinden şekillendiren bu ilginç topluluğun lafıyla harekete geçilemez. 

Osmanoğlu ailesinin bir kısım mensubuna "şehzadem" diye seslenen, Abdülhamid'in tahttan indirilmesinin bugünümüzü etkilediğini zanneden bu garip insan tipinin evvelâ tedavi edilmesi lazımdır. Bunun adı ne İslâmcılıktır, ne de saltanatçılık. Kimse tarafından hilafetçilik denilmeyeceği gibi, şuurlu bir iş sayılmayacağı da pek açıktır. 

5816'yı kaldırmak istemek; şeriatı getirmek, saltanatı kurmak, hilafeti canlandırmak vs. gibi olmayacak hayallerin ilk adımı falan değildir. 5816'yı kaldırmak istemenin biricik sebebi vardır ve şudur: Atatürk'e sövmek. Amaç bu kadar basittir. 

Peki neden müsaade etmiyoruz? 1938'de bedeni bu dünyayı terk etmiş birisine neden küfretmemesi gerektiğini bilmeyecek "bireylere" 5 maddede izah edeyim:

1- Milletler kahramanlarıyla yaşarlar. Öz sinesinden büyük işler başarmış evlâdlar çıkaran milletler sarsak gibi sallanmazlar. Daha büyük işler yapmak için kendilerine güven duyarlar. 

2- Milletler birçok şeyin yanında tarihleriyle de şekillenirler. Kurtuluş Savaşı gibi bir mucizenin başkomutanına saldırmaya çalışmak, dünümüzle kavga etmeye çabalamaktır. Dün tekraren yaşanamayacağına göre; bu fuzuli bir iştir ve kimseye fayda sağlamaz.

3- Milletler kültürleriyle kaimdir. Kültürümüze bu derece hizmet etmiş bir kahramana bu kadar insafsızca saldırmak, nispeten daha az fayda sağlayacakları da değersiz kılar. Böylece ya yeni fayda sağlanmaz olur veyahut da sağlanan fayda araya kaynar.

4- Milletler sağlam bir gelecek tasavvuruna bağlanarak müreffeh olurlar. Gelecekten bahsetmek isteyenin yapacağı ilk iş, bugününü ziyan etmemeye çabalamaktır. Hayal kuracaksa, yarının hayalini kurmalıdır. Sürekli geriye çekiştirerek, geçmişle ilgili saçma sapan kurguları gerçek zannederek ileri gidilmez. 

5- Milletler söylenecek sözlerle değil yapılacak işlerle hayatta kalırlar. Durup durup 1920'lerden, 30'lardan bahsetmek anlamsızdır. Yine durup dururken 1890'lardan veyahut 1990'lardan bahsetmek de aynı derecede anlamsızdır. Çalışmak, sa'y eylemek, amel etmek her zaman konuşmaktan zor, her hâl ve şartta daha faydalıdır. 

Dedesinin mezar taşını okuyamayanlar ne olacak? "Dedemin mezar taşını okuyamadım" şeklinde bir cümle dikkate alınmaya değmez çünkü bir şey ifade etmez. "Dedemin mezar taşını okuyamadım. Ben de bunun üzerine gittim Osmanlıca öğrendim. "Hüve'l-bâkî" yazıyormuş" derseniz bir kıymet ifade eder. Çünkü ilki sizin acz içinde olduğunuzu anlatırken, ikincisi bir şey yaptığınızı söyler. Acz içinde olmak, saygıya değer bir fiil değildir. Ya konferanslar tertip ederek sızlanmaya devam ederler ya da Osmanlıca öğrenip kolayca okurlar.

Peki Türkçe ezan zulmüne maruz kalanlar? 5 vakitten istediklerini tercih edip kulaklarını cama dayamak suretiyle minarelerimizden okunan Ezan-ı Muhammedî'yi dinleyerek rahatlayacaklar. Makamlara hakimlerse evde kendilerinin okumasında da bir mahzur yoktur. Veyahut YouTube diye bir şey icat oldu, yukarıda bir çubuk var oraya "ezan" yazıp çıkan sonuçlardan birisine tıklayarak, dinleyebilirler.

Peki ama Atatürk müslüman değil diyorlar, o ne olacak? Eğer münker-nekir olarak vazifendirilip şu fani dünyaya yalnız Atatürk üzerinde staj yapmaya yollanmadıysanız, hiçbir şey olmayacak. Orasını Atatürk, Allah'la çözecektir. Siz de Fatiha okumazsınız, olur biter. 

Ya şapkayı kıyafetiyle kombin yapamadı diye asılan beyefendiler?
Ya da memleketin yalnızca 10-15 vilayetini içine alacak bir devlet kurma niyeti yüzünden idam edilen kıymetli baylar? Veyahut Tunceli'yi kalkındırma çabaları darağacında son bulan pek mühim şahsiyetler ne olacaklar? Şimdiye kadar ne olduysa öyle olacaklar. 

Sırf Atatürk'e karşılar diye bir kısım müptezellerden kahraman yaratmaya çalışmak, patlamış kamyon lastiğini ağza dayayıp şişirmeye çalışmakla çok benzerdir. Tek farkla; eğer nefesiniz insanüstü derecede kuvvetliyse, lastiği şişirmekte muzaffer olabilirsiniz. Fakat kanmıştan, kokmuştan ve korkaktan kahraman yaratamazsınız. 

"Atatürk'ü tartışmak" yalnızca tarih metodolojisi bilenlere has bir ayrıcalıktır. Aksi takdirde yeni bir söz söylemek imkanı yoktur. "Hayır efendim ben püsküllü bir hacı amca gördüm, onun sözlerini aynen tekrar etmek istiyorum" diyenlere üzücü bir haber vermeliyim ki, papağanlar da o işi yapabiliyor. Allah öğüt verirken "düşünüp, tutasınız diye" vermiyor mu? Aynen tekrar edince ne düşünmüş oluyorsunuz? 

İpini koparan, Atatürk'le ilgili (aslında, yalnız Atatürk değil cümle Türk tarihiyle ilgili) "görüş" bildirdikçe özgüvenimizi kaybediyoruz. Bakınız, Cumhurbaşkanı "Ay'a gideceğiz" diyor, vatandaşların bir kısmı "bize mi kaldı, biz o işi yapamayız, bizden adam olmaz" diyor. 15 Temmuz'la ilgili "yorumlara" girmiyorum bile. Etme bulma dünyası mı denir, ne denir bilemedim. 

Velhasıl; Amerikan kahramanlarını ağzı bir karış açık, Çin kahramanlarını ağızları kulaklarına vararak, Rus kahramanlarını omuzlar üzerinde, Avrupa kahramanlarını baştan yüksekte seyredenler, sıra Türk kahramanlarına gelince "öyle bir şey hiç olmadı" diyebiliyor. Bunun adı gönüllü aptallıktır. Güçsüzlük belirtisidir. Çağa adapte olamamaktır. 

Leon C. Megginson kâfir Darwin'in görüşlerini nasıl özetlemişti? "Ne en güçlü olan tür hayatta kalır, ne de en zeki olan... Değişime en çok adapte olabilendir, hayatta kalan!" 

"En zeki" acenta liberallerimize bir öneride bulunmak istiyorum. Her başınız sıkıştığında Atatürk'ü "tartışacağınıza", mesela İslâmcılara gidin de bir Evrim'i "tartışın", bakalım. Gözünüz yiyorsa.

Göz, göz... Görmeye yarayan mühim bir organ!

...

Geleceğe dair büyük tasavvurlarım yok. Gereksiz konularda konuşmayan bir Türkiye'nin kendiliğinden çağ atlayacağına inanıyorum. 




Yorum Gönder

0 Yorumlar