Tanzimat'tan bu tarafa hareketli ve canlı bir yazın hayatımız var. Okunma sayıları da (halen dünya ortalamasının çok gerisinde olsa da) her geçen gün artıyor. En çok açlık duyulan tür ise edebiyat.
Şairlerimiz şiire küsmüş değiller. Hikâyeden romana hatta novellaya kadar nesrin farklı türlerinde yılda onlarla ifade edilecek ölçüde eser üretiliyor. (Eser sıfatı verilmeyecek olanlarla bu sayı yüzleri buluyor.)
Gencinden yaşlısına okuyor ve yazıyoruz.
Fakat edebiyat alemimizde bir durgunluk söz konusu.
Mesela edebî kalem tartışmaları (ki edebiyat tarihimizin olmazsa olmazıdır) neredeyse unutuldu. "Eleştirmenlerimiz" epeydir kayıp. Kitap sohbetlerimiz; yazar övgüsü veyahut "ben henüz okuyamadım" seviyelerinde kalıyor.
Kitap tanıtım işleri ise iyi gidiyor gibi görünüyor. Yayınevlerimiz ve yazarlarımız "reklam" işini çözmüş gibiler.
Fakat ısrarla ve inatla tekrar etmeliyim ki, edebiyat alemimiz durgun bir görüntü arz ediyor.
Tebrik ve teşekkürün ötesinde bir iletişim kurulmuyor edebiyat dünyamızda. Tabii bir de bu sıra iyice ortalığa saçılan intihal, emek hırsızlığı meseleleri...
Bir müddettir bu durgunluğa kafayı taktım. Meseleyi konuştuklarımdan ortalama iki farklı cevap alabildim. Birinci gruptakiler; yalnızca "doğru söylüyorsun" diyorlar. İkinci gruptakiler ise; yakın zamanda okuyup etkilendikleri bir kitabı ve/veya yazarı örnek vererek "durgunluk yok" diyorlar. Hâlbuki ben durgunluk derken, eser üretilmemesinden bahsetmiyorum.
Sakinlik, heyecansızlık, tekdüzelikten dem vuruyorum. Edebiyat "mahfillerinin" çöküşünden, edebiyatın insanları etkileme kaabiliyetini yitirişinden ve nihayet birbirinden çok farklı eserlerin kolaylıkla aynı başlıkta toplanmasından ve kimsenin buna itiraz etmemesinden bahsediyorum.
Bunun sebepleri olmalı. Daha doğrusu epeyce bir sebebi bulunmalı. Mesela; kimileri "post-modernizmi" suçlu bulacaktır bu durgunluktan, kimileri "doğal suçlu" neo-liberalizmi işaret edecektir, kimileri de kaliteli okur eksikliğini diline dolayacaktır. Temelde bir itirazım olmamakla beraber, bunları tâlî sebepler olarak görüyorum.
Ben, en fazla gözüme batan ve (bence) daha önemli olanlarını sıralamak ve bunları tartışmak niyetindeyim. Bence esas âmiller şunlardan ibarettir: şehirlileşme, sosyal medya ve siyaset.
"İnsanlar yeterince doyunca edebiyat konuşurlar" kanaatini klişe buluyorum. Her klişe gibi ilkesel olarak doğrudur. Fakat, el-insaf! İnternet çağındayız. Ve esas soru/sorun şu: Türkiye ne zaman doydu ki?
Servet-i Fünûncular henüz hayattayken; Fecr-i Âtîciler kendilerini ispata uğraşıyorlardı. Genç Kalemler hepsine bayrak kaldırırken, imparatorluk çöküyordu. İnsanlar bırakın aç yatmayı, aç bîilaç ölüme yürüyor; canlarını, evlerini, topraklarını, atalarının mezarlarını kaybediyorlardı.
Ömer Seyfettin 1917/18 senelerini kapsayan anı defterinde; "Yarım okka ekmek otuz kuruşa satılırken kim edebiyatla uğraşabilir?" diye soruyor, "Ama ben uğraştım..." diye cevaplıyordu.
Öyleyse bu klişe - ilkesel doğruluğu ve esasen işaret ettiği noktanın önemi sebebiyle haklılığını korurken - konumuzun dışında kalmaya mahkûm oluyor.
Neyin içeride, neyin dışarıda kaldığını netleştirdiysek, yukarıda saydığım üç sorunun (şehirlileşme, sosyal medya ve siyaset) edebiyatımızın durgunluğu üzerindeki etkilerini tartışmaya başlayabiliriz.
Şehirlileşme Meselesi
Bu mesele, cumhuriyetimizin - adı konulmamış - en büyük bir meselesidir. Uzun zaman "köydekileri yerinde tutabilsek olacak aslında" mantığıyla politika üretilmiş, sonra bunun imkansızlığı görülünce mesele "kendi hâline" bırakılmıştır.
Bir ara "gecekondu siyaseti" revaç bulsa da, gecekondularda yaşayanların bizzat kendileri bu siyaset türüne yüz vermeyince, mesele iyice gündemden düştü. Ne devlet ne de herhangi bir başka kurum işin içine girmek istemiyor. Topluca kulaklarının üstüne yatmayı tercih ediyorlar.
Böylece köyden getirdiği kimi âdetlerini aynen muhafaza eden fakat şehirde yaşayan, şehirden öğrendiklerini köye taşımaya çalışan fakat başarısız olan; günün sonunda insanların daha büyük kitleler hâlinde birlikte yaşamak amacıyla tasarladıkları şehirleri "yenilmesi, alt edilmesi, hatta işgal edilmesi gereken" birer canavar olarak tahayyül eden bir insan türü ortaya çıktı. Hem fizikî hem ruhî hem de psikolojik olarak "geniş alanlarda daralan" bu insanın "sıkışmış" hissettiğini ve patlamaya hazır bomba gibi dolaştığını görmek için derin gözlemler yapmanıza gerek yok.
Sıkışmış bu insan; sorunlarını olduğundan da büyük görüyor, kimsenin bunları çözmek derdiyle ele almamasına sinirleniyor ve işbu çözümleri "derhâl, hemen şimdi" istiyor. Bu, heyecanlı ve aceleci bir insan tipi.
İşte bu "sıkışmış, heyecanlı ve aceleci" insan tipi bugün çoğunluğu teşkil ediyor.
Ve Türk toplumunun "hakiki" çoğunluğu olan bu insanlar pek tabii ki "çoğunlukla" sosyal medya kullanıyorlar.
Sosyal Medya Meselesi
Gittikçe "yankı odasına" dönen sosyal medya mecralarında, yanlışlıkla bile olsa başkalarının odasına girecek olsanız, linç edilirsiniz. Sosyal medya; ne bir sosyalleşme mecrasıdır ne de medyadır. (Bizim kullandığımız hâliyle) Esasen bir "rahatlama" aracıdır.
Rahatlatma işlevinin içinde; dikizcilik de söz konusudur, insanlara nasıl yaşanacağını dikte etmek de vardır, nasıl düşüneceğini emretmek de. Hatta hangi olay karşısında ne tepki verileceği de "usûlüyle" ihtar olunur.
Herkesin "15 dakikalığına meşhur olduğu" evreyi kapattık. Artık, herkesin, zerre çaba göstermeden "kanaat önderi" olduğu çağdayız. Bir toplumda herkes kanaat önderi olmuşsa, ortada kanaat diye bir şey kalmamış demektir. Kanaat burun mudur ki herkeste bulunsun?
Nasıl şehirler yaşanması gereken değil, yenilmesi gereken yerlerse; "diğer, öteki" sosyal medya kullanıcıları da dinlenilmesi gereken insanlar değil, "linç edilmesi, susturulması, yok edilmesi" gereken mahlûklardır.
Öfkesinin bir kısmını da olsa diğerinin üstüne "boşaltabilen" insan, aslında "diğerinin de" aynı işi yaptığını görmek istemiyor. Çünkü; birileri, ona bunu hiç hissettirmese ve yaşatmasa da, daima "ne kadar değerli" olduğunu söylüyor. Evet, "tüm kötülüklerin anası" siyaset meselesine giriş yapıyoruz. Koltuklarınıza tutunun, sert iniş yapacağız.
Siyaset Meselesi
Aslında bu kendini değerli hissetme işi "kapitalizmin bir oyunu" olarak da görülebilir. Fakat böylesi bir tespit, bu toprakların esas oyun kurucusu olan siyaset kurumunu anlamayı zorlaştırdığından konu dışına atıyoruz.
Ülkemizde siyaset -maalesef- düşük kalibreli bir oyundur. İnsanımız çok milliyetçi veyahut fevkalâde muhafazakâr olduğu için değil, parayı çok sevdiği için sağ partileri tercih eder. Çünkü sağ siyaset her ne olursa olsun, her ne yaparlarsa yapsınlar, müteşebbisleri destekler. "Çok para kazanmak" yalnızca sağ partilerin yönetiminde mümkündür. (Tabii ki herkes için değil. Hatta çoğunluk için değil, şanslı azınlık açısından bu böyle.) Sol partiler ise... Türkiye'den buraya bir örnek bulamadım. "Sola çeken" parti derseniz, önce ekonomik kriz gelir insanların aklına.
Bizim siyaset oyunumuzda; kişilik inşası ve kamu oluşumu, sonra ikisinin birleşimi olan "kamuoyu" yaratmak haricinde her şey mübahtır. Rahatlıkla görüleceği gibi basit ama etkili oynanır.
Herkes de bu oyuna iştirak eder. Kimse bunun bir oyun olduğunu kabul etmez.
"Ajit-prop" denilen bir müsamere türü vardır. Bir kısım solcuya sorarsanız bu hakiki tiyatrodur, sanattır. Gerçekte bunun sanatla falan bir alâkası yoktur. "Masum ve saf" köylülerimizin bu yolla "bilinçli birer yurttaş, muhteşem birer devrimci" yapılacağı savunulur. O kadar büyüktür yani faydası ve amacı.
Köylülerimiz için ise yalnızca "seyirlik oyunudur", fazlası değil.
Bizim siyasetimiz de ajit-prop bir müsamereden ibarettir.
Uzun yıllardır tek partiyle idare edilmemizin doğal sonucu olarak; her şey iktidara tabidir. İktidar cephesinde yer alanlar -zaten- iyi bir pozisyonu tuttukları için, işi karıştırmak istemezler. Muhalefet sıraları ise tek çarenin iktidar değişikliği olduğunu haykırırlar. Tekrarda beis yok; bu basit bir oyundur.
Fakat büyük kelimelerle oynanınca insan ciddi bir iş yapılıyor zanneder. Vatandaş bu yolla hayatını, zevk ve sorumluluklarını bırakarak "siyasîleşir". (Siyasetçilerin elinde gönüllü köle olur.) Böylece kalite düşer.
İktidar taraftarlarına göre; en büyük ve en harika eser iktidarın bizzat kendisidir. Bu yüzden geri kalan her şey ikincil derecede önem taşır. Muhalefet edenlere göre; en büyük ve en harika eserler bu iktidarın gitmesiyle vücuda gelecektir. Şimdi üretilenler ise -sırf şimdi üretildikleri için- iyi de olsalar kıymetsizdir.
"Kıymet bilmeyi" siyasete endekslersek, ki bugün öyle yapıyoruz, hiçbir şeye hakiki kıymetini veremeyiz. Çünkü siyaset biraz da kıymet bilmeme sanatıdır.
Edebiyat toplumun enerjisinden beslenir. Genel olarak sanat için de aynı tespiti yapabiliriz. Siyaset ise bu enerjinin hem yaratıcısı hem de sömürücüsüdür. Bugün siyasetimiz topluma yeni bir enerji vermekten çok, mevcut enerjiyi emerek "ehlîleştirmek" amacıyla yapılıyor.
Edebiyat "hakiki" insanı tartışırken, siyaset verili olanı kullanıyor.
Şehirlileşememiş, sosyal medyayı âdeta emperyal bir hırsla çiğneyen ve müthiş siyasîleşerek sorumluluktan kaçan insanlar, çok bağırıyorlar. Edebiyatımız ise sessizce bir köşede bekliyor.
Mahfilleri dağıtılmış, tüm yayınevlerine sızılmış, dahili ve harici saldırılardan yakasını bir türlü kurtaramayan edebiyatımız, artık yükselmek değil var olmak için savaşıyor.
"Memleketin bu kadar meselesi varken" edebiyat aleminin durgunluğunu mu konu ediyorsun diye soracak olanlara, yalnızca evet diyebilirim.
Belki de memleketin bu derece birbirinden kopmasında, edebiyat cephesini savunmamanın da payı vardır. Belki de bu pay tahminimizden çok daha fazladır...
0 Yorumlar