M.Ö.3500 civarı, Uruk Kenti, Sümer
Güneşten teni kavrulmuş bir adam, kerpiçten yapılmış evinden çıktı ve biraz da serinlemek amacıyla Ziggurat'a gitti. Esas amacı, daha doğrusu görevi ise, çok başkaydı.
Büyük tapınakta kendisini ufak bir böcek gibi hisseden bu adam, biraz serinledikten sonra, işe koyuldu. Vazifesi bu ayın ticari kayıtlarını yazmaktı. Kendisinden önce bu işe memur kılınan diğer esmer tenli adam ortadan kaybolmuştu. Benzeri bir şeyin başına gelmemesi için Tanrılara yakardı. Sonra yazmaya başladı...
Yazmak, bir lanet gibi vücudunu sardı. Yazdıkça kendinden geçti. Kendinden geçtikçe yazdı. Gün döndü. O hâlâ yazıyordu. Durmak istiyor fakat efendisine mola verdiği bir anda yakalanmak istemiyordu. Bu yüzden birisi ona "dur" diyene kadar yazmaya karar verdi. Bu kararın ardından - beynindeki bir sıkıntıdan kurtulmanın verdiği şevkle de olacak - hem yazmaya hem de düşünmeye başladı.
Düşündükçe ve yazdıkça büyüdü. O büyüdükçe, Tanrılar ve tapınak küçüldü. Artık her tableti eline aldığında yakarmıyordu. Tapınak da gözüne eskisi kadar şaşaalı görünmüyordu. "Efendisi" gelene kadar veyahut birisi ona "dur" diyene kadar yazacaktı.
Kimse ona "dur" demedi. Efendisi de gelmedi.
O tapınakta yazmakla meşgulken, evine kendisinin "kayıp" olduğu haberi ulaştı. Yerine başkasını buldular. Fakat o tapınaktaydı. Kaybolduğu kısmı ise doğruydu. Zamansız bir zamanda kaybolmuştu. "İlk lanetliler" ismiyle bu mekânsız mekânın baş köşesine kurulmaya hazırlanıyordu.
M.Ö. 3200'den itibaren Mısır'da da lanetliler görülmeye başlandı. Daha doğrusu, görülmemeye...
M.Ö. 1000 civarlarında "En lanetliler" teşkil olundu. Kıyısı Akdeniz'e bakan bir evde, herkesin ortak bir "yazı kitabı" olması fikrinden hareketle ilk "alfabe" keşfedildi. İnsanoğlu, çığırından çıkmıştı.
İnsanoğlunun bu lanetli macerasına Tanrı da sessiz kalmadı. Sınamak için mi yoksa doğrusunu öğretmek amacıyla mı olduğunu anlayamasak da şöyle söyledi milattan hemen sonra:
"Önce kelime vardı."
İnsanlar rahat durmadılar. Çin'den Bulgaristan'a, Mezopotamya'dan Mısır'a kadar birçok yerde "kitaplar" yazdılar. Kelimelerle oynayıp, huzurlarını kaçırdılar. Tanrı'yı kızdırdılar. Bu sefer 600 yılı başlarında, yine çok kısa bir ihtar yediler Yaratıcı'dan:
"Oku!"
Okudular. Yalnız "Yaradan Rablerinin ismiyle" değil, birçok isimle birlikte okudular. Bazıları isimlerini yazmak hadsizliğinde bulundu.
Decameron'da Boccaccio Avrupa'ya hikâye öğretirken; Şehrezat sultana 1001. gece masalını anlatmayı yeni bitirmişti Doğu'da.
1400'lerin yarısında Gutenberg bilinen matbaaya hızlı ve çok baskı yapma tekniğini getirdi. Pandora'nın kutusu artık kapanmamak üzere açılmıştı.
Sheakspeare geldi sonra. Victor Hugo rüzgar gibi geçti. Dostoyevski ve Tolstoy, bu kadar kütük bir millete üstelik aynı zaman zarfında geldilerse, "Tanrı yoktur" diyenle kavga etmek hakkımızdır.
Burada Kemal'in erkek sesinden çok önce, Fuzulî yine "şikâyetçi" iken; Yusuf Has Hacib Orhun Anıtları'na bakarak bir şeyler karalıyordu defterine.
Sonra, sonrası malûm. Doğu'dan Batı'ya, Kuzey'den Güney'e akan "nehir" debisini muhafaza ediyor. Lanet sürüyor.
Bazen kitaplar, bazen yazarlar, bazen her ikisi birden yakılsa da, insanoğlu "bilmek" denilen şeyden daha fazla "aramak" fiilini sevdiğini her seferinde kanıtlıyor.
İnsan neden yazar?
Şimdi, bu kadar şeyden sonra insan neden yazar sorusu, artık cevaplanmaya değer bir hüviyet kazanıyor.
Fakat ne cevap vermeli? "Okunmak için" desek yavan, "takdir görmek için" desek kısır, "anlaşılmak için" desek yetersiz, "doğruları aktarmak için" desek yalan, "yalnızca maddi şeyler için" desek yanlış olacak.
"Hepsi birden" desek, bu sefer de eksik kalacak. İnsan, hakikaten neden yazar? Bu sorunun tek bir cevabı yok. Tek olmayan cevaplardan herkes istediği kadarını arka arkaya ekleyebilir. Zevk meselesi.
Fakat esas garip olan 5500 seneyi aşkın zamandır yazdığımız hâlde, neden yazdığımızı "tek kelimeyle" ifade edememiş olmamızdır. Lânettendir belki... Belki de âdettendir, bilemiyorum.

0 Yorumlar