Mavi Papağan

 


Buz gibi bir Ankara sabahıydı. Kar yağmış, tutmuş ve hatta kalabalığın olduğu yerlerde erimişti. Fakat yüksek yerlerde, insanların az bulunduğu mahallerde halen beyaz örtü kaplıydı. Musa evden çıkıyordu. 

Uyku mahmuruydu. Dışarıya adımını atar atmaz yediği ayazla iyice uyandı. Saat 6.30'du. 8'de işbaşı yapacaktı. İşe gitmek için evin önünden geçen otobüse binecek o otobüs nereye kadar gidiyorsa gidecek, son durakta indikten sonra bineceği yeni otobüsün sondan bir önceki durağında inecekti. Ardından 10 dakika yürüdüğünde işine varıyordu. 

İşi, yıkık vaziyetteki bir inşaatı temizlemek ve bir de hırsızlar giremesin diye engel çakmaktı. 3 aylık bir işti. 2 ayı tamamlanmış, Musa her gün işe gitmişti. Biraz kırgın hissedince iki gün izin almış, sadece uyumuştu. Şimdi işine dönme zamanıydı. 

Zor bir iş yapmadıkları için kalabalık da değillerdi. Emrah isminde bir kalfa ve arada sırada uğrayan paragöz fakat insancıl patron haricinde kimse yoktu bu geniş arazide. Kalfa geceleri arazinin tam ortasındaki konteynerde kalıyordu. Hem kira masrafından kurtuluyor hem de eşyalara göz kulak oluyor diye fazladan 250 lira alıyordu. 

Musa 20'li yaşlarının başındaydı. Boyu uzuncaydı. Kumral saçlı, simsiyah gözlü, yumuşak bakışlı bir çocuktu. Emrah, 30'lu yaşlarının ortasındaydı. Orta boylu, kavruk tenli, siyah saçlı, mavi gözlü bir Anadolu adamıydı. Elleri nasırlı, bakışları buğuluydu. Musa'nın tertemiz ellerine bakarak dalga geçerdi. 

İki ay yedikleri içtikleri ayrı gitmediğinden artık abi-kardeş gibi olmuşlardı. Birbirleri hakkında bilmedikleri yoktu. Emrah; Musa'nın ailesini, kız arkadaşını, dostlarını hiç görmemesine rağmen tanıyordu. Musa da Emrah'ın karısı ve iki çocuğunu, rahmetli abisini ve deli babasını kendi ailesi gibi bellemişti. 

İki günlük ayrılıktan sonra kavuşmak ikisini de bir miktar heyecanlandırıyordu. Çünkü ikisi de diğerinde sevdiklerinin bir suretini buluyorlardı. Memleketin farklı yerlerinden yolları başkente düşmüş, onlar da sıla hasretini birbirleriyle konuşarak azaltmaya çalışmışlardı. 

Emrah Musa'ya muhteşem bir karşılama töreni hazırladı. Ağzıyla zurna sesi çıkartarak "hazır ol" vaziyetine geçti. Musa'nın da aynısını yapmasını bekledi. Musa hazır ola geçince, önceden hazırlayıp kot pantolonunun arka cebine bıraktığı ufak bir buz parçasını sırtından aşağı bıraktı. Musa her iki anlamda buz keserken, Emrah kahkahayı bastı. 

Şamatayı uzatmadılar. Her ikisi de eski kıyafetlerini giyerek hazırlandı. Saat 8'i geçerken işe başladılar. Musa biraz durgundu. Emrah sordu: "İyileşemedin mi hâlâ?" Musa: "Hasta değilim ki" deyince Emrah hınzırca güldü. "Tebrik ederim, dedi. Çapkınlık için iki gün izin alan... Hayatımda gördüğüm tek insansın." 

Musa ciddileşti. "Yok abi öyle değil. İki gün hareketsiz yattım. Bu sabah öylece kalkıp geldim." 

Emrah bir şey anlamadı. Musa'nın da konuşmayı uzatmadığını görünce, inşaat arazisindeki güvenlik turlarını sessizce tamamladılar. 

Burası Mamak tarafında yüksekçe bir tepeydi. Karşıki tepelerde bile fazla yerleşim yoktu. Rüzgar cepheden geliyor, yerdeki kar tabakası varlığını muhafaza ediyordu. Musa karların ne çok şeyi örttüğünü düşünürken, Emrah iki adım öteden bağırdı: 

- Benim iki günüm seninkinden hareketli geçti öyleyse.

- Ne oldu?

Emrah yarım saatlik bir nutuk attı. Hırsızlarla yaşadığı kovalamacadan, polisle kurduğu arkadaşlıktan, patronla ilerlettiği dostluğundan, karısının kendisine memlekette bir iş bulduğundan bahsetti. En son olarak da "Ha bir de geçen gün bir mavi papağan gördüm" dedi. 

Musa anlamsızca tekrarladı: "Mavi papağan mı?" 

Emrah oralı olmadı: "He, mavi papağan." 

Musa şaşırdı. Çünkü kendisinin hayvanlara dair hiçbir merakı yoktu. Esasen Emrah'ın anlattığı şeylerin hiçbirini merak etmiyordu ama neden mavi papağan dikkatini çekmişti, kestiremedi. 

Akşama kadar yeni engeller çaktılar, çevre temizliğini de epeyce ilerlettiler. Pek konuşmadılar. Laf açılınca Emrah, mavi papağanı tarif etmeye devam etti. Nerede görünüp nerede kaybolduğunu eliyle gösterdi. O anlattıkça ikisi de kafalarını kaldırıp göğe bakıyor fakat değil papağan karga bile görmüyorlardı. 

Akşam olunca paydos ettiler. Musa yolunun uzun olduğunu söyleyerek hemen üstünü değiştirip evine yollandı. Emrah ise konteynerde kaldı. İki "odası" ve bir ufak banyosu olan bu konteynerde tuvalet yoktu. Odalardan birisi ardiye gibiydi, aynı zamanda soyunma odası işlevi görüyordu. Esas oda diğeriydi. Emrah'ın Kayseri'den getirdiği halıyı tabanına serdiği, bir çekyat ve tam karşısına bir eski koltuk yerleştirdiği odada bir de masa vardı. İki ayağından yoksun bu masanın üzerine, bazen telefon bırakılır bazen elbise fırlatılır ama her zaman duvara yaslanmış vaziyette bir radyo bulunurdu. Emrah bunu geceleri çalıştırır, bir-iki türkü dinler sonra dışarıdan bir ses gelmiş gibi radyoyu kapatıp dışarı çıkardı. Hiç ses olmadığını anlayınca rahatlar ve dönüp yatardı.

...

Bir hafta böylece geçti.

...

Musa yine iki otobüs değiştirip üzerine 10 dakika yürüyerek işyerine ulaştı. Sabah bir simidi bölerek kahvaltı ettiler. İkisi de kahvaltı etmeyi sevmezdi. Emrah'ın demlediği çaylarını alarak konteynerden çıktılar. Musa, Emrah'a bir sigara ikram etti. Hava buz gibiydi. Emrah hâlâ uyku mahmuruydu.

"Hava çok soğuk. Bu havada bırak toprağı insana diksen durmaz bu kazıklar" dedi Emrah. "İyisi mi biz bir tur atalım, malzemeler yerindeyse sıkıntı yok. Patron gelene kadar yatış." Musa bu fikri beğendi. 

Geniş arazide volta atmaya başladılar. Burası, yamuk dikdörtgen şeklinde bir yerdi. Epeyce eğimliydi. Konteyner arazinin tam ortasında kalıyor, kapısından bakıldığında tüm kuzey tarafı seçiliyordu. Musa'nın sabahları yürüyerek işyerine ulaştığı doğu tarafı da konteynerin menzili içindeydi. Yalnız o taraf kapıdan değil pencereden görünüyordu. Durdukları yerden esasen göremedikleri cihetler batı ve güney taraflarıydı. Çünkü esas eğim buralardaydı. Her iki taraf da aşağıda kalıyor ve eğim yüzünden aşağıya doğru gitmeyi sürdürüyordu. Her sabah önce buraları teftiş etmek ve sonra döner dönmez çakılacak engelleri hazırlamak onların adetiydi.

Yürümeye başladılar. Önce Musa'nın geldiği tarafa yani doğuya gidecekler, oradan güneye ve sonra batıya geçip, kuzey tarafına bir nazar attıktan sonra "Emrah'ın evine" döneceklerdi. 

Güney seferini bitirmiş, batıya dönmüşlerdi. Emrah'ın uykusu hâlâ açılmamıştı. Yerdeki buzu görmeyip bastı ve kolunun üstüne düştü. Hızlıca ayağa kalksa da kolunu sakatladığı belliydi. Musa içinden gülüyor, Emrah bağırarak küfürler savuruyordu. Yürüyorlardı. Tok bir ses duydular:

- Sabah-ı şerifleriniz hayrolsun.

Bu ses alüminyum engellerin arka tarafından geliyordu ve yaşlı bir erkeğe aitti. İkisi de kafalarını adama çevirdiler. Emrah: "Sana da günaydın beybaba" diye mukabelede bulundu. 

Adam 70'ine merdiven dayamış, saçları beyazdan ziyade gümüş grisine çalan, yaşına göre oldukça dinç birisiydi. Kolay gelsin temennisinden sonra kendini tanıttı:

- Bendeniz Muzaffer Külcü, emekli öğretmenim. Sizin alanın biraz dışında ama yakın oturuyorum. (Eliyle oturduğu apartmanı göstererek) Komşu sayılırız.

Emrah adamın kibarlığına hayran kalmış vaziyette cevap vermeye çalışıyor, her çabasında daha da anlaşılmaz bir hâle giriyor, Musa'yı açıktan Muzaffer öğretmeni ise gizliden tebessüm ettiriyordu. 

Sonunda iletişim kurabildiler ve ihtiyarı çaya davet ettiler. 

Voltadan önce içtikleri çay duruyordu. Biraz ısıtıp hazır ettiler. Havanın soğukluğundan, muhitten ve eski Ankara'dan bahsettiler. Daha doğrusu ihtiyar anlattı, ötekiler (biliyormuş gibi) onayladılar. Çayı biten ihtiyar kalkmadan önce esas derdini açtı:

- Ben pek fazla değildim ama rahmetli eşim kuşlara meraklıydı. Bilhassa papağanlara... Nereden buldu, getirdi inanın bilmiyorum ama bir gün eve geldiğimde mavi bir papağan duruyordu kafesin içinde...Neyse, çok geçmedi eşim rahmetli oldu. Bu mavi papağan da bana ondan yadigâr kaldı, ismi bile yoktur garibin. 

Fakat garip dediğime bakmayın, hayli haylazdır kerata. Çıkar dışarı bir tur atar bazen akşama gelir, bazen iki gün sonra... Bu ara iyice azıttı zaten. Gidiyor, gelmeyi bilmiyor. Rahmetlinin hatırı olmasa kesip yiyeceğim ya...

Geçen hafta yine kaçtı ancak iki gün önce evin yolunu buldu. Bizim komşulardan birisi görmüş, bu alanın üzerinde de uzunca gezinmiş. Yani diyeceğim o ki gençler, buralar pek tekin değil. Karşıda hırsızlar var, yeni yeni ayyaşlar da türedi. Eskiden böyle miydi ya? 

Muzaffer öğretmen uzun bir eski Ankara nutku daha irâd etti. Sonunda işi şu noktaya bağladı:

- Benim papağan bir daha bu tarafa gelirse onu bu ayak takımına bırakmayın. Üç kısa ıslık çalarsanız, gelip omzunuza konacaktır. Bu konteynerde muhafaza edin, ben gelir alırım.

Ardından telefon numarasını verdi, kolaylıklar dileyerek ayrıldı. 

Öğleden sonra patron gelene kadar yattılar. Emrah tüm konuşmayı aklında tutmuştu. Durup durup kötü bir taklitle "Eskiden böyle miydi ya?" diyor gülmeye başlıyordu. Musa ise aldırmaz görünüyordu. Emrah'ın tekrarlarından ve esasen ihtiyarın sözlerinden yalnızca iki kısa yer aklında dönüyordu: "Rahmetlinin hatırı olmasa kesip yiyeceğim ya..." ve bir de "Benim papağan bir daha bu tarafa gelirse onu bu ayak takımına bırakmayın. Üç kısa ıslık çalarsanız, gelip omzunuza konacaktır." 

Patron gelince ayaklandılar. Biraz çalışıyormuş gibi yaptılar. Patronun fazla durmayıp gitmesinden sonra paydos ettiler. 

...

Böylece bir hafta daha geçti. 

...

Ankara'da bu inşaat alanı ve çevresi haricindeki tüm yerlerde kar erimişti, burada ise olduğu gibi duruyordu. İnşaat alanındaki işin iki hafta içinde bitmesi gerekiyordu. Zaten çoğunu hallettikleri için pek zorlanmadan çalışıyorlardı. 

Neredeyse bir haftadır, her öğleden sonra - Musa'nın da sabah yürüyerek geldiği - doğu tarafında ayyaşlar toplanıp mangal yakmaya başlamışlardı. Geceye kadar gitmedikleri ve dağılmadan önce sürekli bağırdıkları için Emrah bunları hiç sevmiyordu. Musa'nın olduğu saatlerde pek sakin olduklarından, Musa'nın bu adamlarla görünürde bir sıkıntısı yoktu. 

Bir de güneydeki hırsızlar gittikçe azıtmışlardı. Çekiç, kürek, alüminyum veya kalas engeller, çitler ne bulurlarsa her akşam birer ikişer götürüyorlardı. Patron bunları maaştan kesmeye başladığından, Emrah iyice sıkılıyordu. Musa'yı bu fasıl da pek ilgilendirmiyordu. Nihayetinde geceleri burada yatıp malzemeleri koruma vazifesi Emrah'ındı. Olan da Emrah'a oluyordu. 

Bir de "kağıtçılar" vardı. Bunlar kağıt toplayıcılarıydı. Tüm gün biriktirdiklerini inşaatın güney kısmının biraz aşağısında topluyorlardı. Hırsızların da aynı yönden gelmesi Emrah'ı bu çocuklara karşı da istim üstünde tutuyordu. Musa bir kez çocuklardan birisiyle konuşmuş, ne zaman inşaatın malzemesi çalınsa onların da birşeylerinin eksildiğini öğrenmişti. Yine de bu iki taraf birbirlerine pek güvenmiyorlardı. Bunun sebebi de, çalışmaya yeni başladıkları zaman Emrah'ın "evinin" önünden uçan bir kartonun kağıtçıların tarafına düşmesi, onların da bunu kendilerinin topladığını düşünürek Emrah'a geri vermemesiydi. Ufak bir karton parçası diye iş büyümemiş ama Emrah "Allah'tan konteyner kağıttan değil. Yoksa bunlar içinde ben de varken, kaldırıp götürürlerdi" tarzı dil taaruzlarını sürdürmüştü. 

... 

Günlük işlerini bitirmişlerdi, elbise değiştirmeye dönüyorlardı. O ara Emrah bağırmaya başladı. "Bak, bak... Kaldır kafanı da bak oğlum. Mavi papağan süzülüyor". Musa kafasını kaldırdı, önce fark edemedi. Neden sonra havada süzülen bu bir çift mavi kanadı fark etti. Dikkatle incelemeye başladı. Beklediğinden daha ufaktı, fakat beklediğinden daha güzeldi. Emrah papağanı taklide başladı. Kollarını açarak "evine" doğu "uçuyordu". Musa, nefes almaksızın papağanı izliyordu. Gayriihtiyari üç kısa ıslık çıktı ağzından. Papağan bütün nazını, işvesini bırakıp Musa'nın omzuna kondu. Böylece konteynere kadar geldiler. 

Kapıyı ve hava alsın diye sabahtan açtıkları camları sıkıca kapayıp, elektrikli sobayı çalıştırdılar. Kuşa bakmaktan her ikisi de elbiselerini değiştirmeyi unuttu. Önce maddi değer biçtiler. Kaç para eder diye münakaşaya girdiler. Sonra Musa pek de ciddi olmadan bir teklif ortaya attı:

- Kaç para ederse eder. Bence bu kadar güzel bir canlıyı elimize geçirmişken vermeyelim. Bu gece burada kalsın, ben yarın uygun bir kafes ayarlar eve götürürüm.

Emrah aniden parladı: "Olmaz öyle şey. Ben şimdi öğretmeni arayayım, gelsin alsın kuşunu." 

Hakikaten aradı. Muzaffer Külcü yarım saat içinde söylenerek gelip papağanı aldı. Musa hâlâ Emrah'ın neden şaka yollu teklifine sinirlendiğini düşünerek evinin yolunu tuttu. 

...

İşin bitmesine iki gün kalmıştı. Musa sabah evden çıkarken yanına eşofmanlarını ve şarj aletini de aldı. Yarın son gün olduğundan, bu gece Emrah'a misafir olacaktı. Normalde başka yerlerde kalmayı sevmese de Emrah'ın davetini kabul etmiş ve hatta bu davetten memnun olmuştu. Çünkü Emrah'ın arkadaşlığına değer veriyordu. 

Tüm gün son hazırlıklarını yaptılar. Akşama doğru patron geldi. Yapılan işi beğendi. "Arkadaşlara" teşekkür etti. Paralarının bir kısmını vererek ve kalanı için hesap numaralarını da alarak inşaat alanından ayrıldı. 

Hava kararınca Emrah masanın üzerinde sabit duran radyosunun tuşuna bastı. Muharrem Ertaş dertli dertli söylüyordu:

"Aman ağ ellerin sala sala gelen yar
Nasıl getireyim seni ele ben
Ben bir şahin olsam sen bir balaban
Taksam çırnağıma gitsem çöle ben

Şahinimi salmışıdım dumana
Mail oldum ben bir kaşı kemana
Sevdi isem ben yarimi kime ne
Ne etmişsim su dolaşan ele ben

Aman koyunları kuzu ile karışık
Yüze küskün ama kalbi barışık
Siyah perçemi de zülfü dolaşık
Yeni düştüm düzen tutmaz tele ben"

Türkü bitince Emrah efkârı içine sığmayıp radyoyu kapattı. "Hadi, dedi, bir volta atalım da son geceden bir şey çaldırmayalım şerefsizlere." Ayaklandılar. 

Emrah öğretmeni gördükleri gün kayıp düştüğü yere gelince yavaşladı. Sonra durdu. Bir sigara yaktı. Musa sessizce onu izliyordu. Bir anda, adeta Musa yokmuş gibi, ondan tarafa değil karşıdaki tepeye bakarak şöyle bir soru attı ortaya:

- Yaşadığına pişman bir şekilde yaşamak nasıl bir beladır bilir misin sen?

Öteki duraksamadan cevap verdi:
- Pişman yaşanmaz. Pişman ölünür.

Diğeri bilgece bir sırıtışla mukabele etti:
- Sen öyle zannet. İnsan, hayatında en az bir kez yaşamak denilen zevki tatmayagörsün. Köpek gibi pişman olur. 10 seneyse 10, 50 seneyse 50 sene pişman olarak nefes alıp verir de, hani hayatını ah vahla geçirir de, yine de ölmek istemez. 

Kafaları uyuşmadı. İşi uzatmadılar. 

Yeniden "evlerine" dönünce Musa merakına yenik düştü. "Neymiş seni yaşadığına pişman ederek yaşatan?"

Emrah: "Bir tavuk" dedi. Musa kahkahayı bastı. Emrah hiç oralı olmadı. Emrah'ın ciddiyetini fark eden Musa işi üsteledi: 
- Bir tavuğa mı bu kadar ağıt yaktın abi?

Musa yan gözle bir bakış attı. Konuşarak rahatlamaya ihtiyacı vardı. Anlatmaya başladı:

- 16 yaşındaydım. Kayseri'de, köydeyim. O ara bir adet var. Herkes komşusunun tavuğunu çalıyor. Teşkilat kurmuşuz. Planlı çalışıyoruz. İçimizden birisi ailesine bir şey çaktırmadan hayvan sahiplerini davet ettiriyor. Onlar misafirlikteyken biz de rahatça girip tavuk, horoz her neyse bir tanesini yürütüyoruz. Tabii o zaman telefonumuz yok. İşi hallettik diye misafirliğe gittikleri evin önünde üç kısa ıslık çalıyoruz. Böylece hem bizim arkadaş hem de tavuğu çalınanlar uyanıyor. Aradan biraz zaman geçince barışıyoruz.

Emrah bir sigara yaktı. Bitirene kadar da konuşmadı. Sonra devam etti: 

- Köyde bir de Argunlar var. Deli bir sülale, malları değerli. Bizim o zamana kadar tavuğunu çalmadığımız kimse kalmamış, bir tek bunlar... Herkesle araları kötü, kimseyi ikna edemiyoruz misafirliğe davet etmeleri için... Kalabalıklar da. Bir de evin önüne bir it bağlamışlar, nefes aldırmıyor. Ama ben kafama koydum. Ne olursa olsun bunların tavuğunu yiyeceğim...

Gayriihtiyari tekrarladı: "ne olursa olsun..." Yeni bir sigara yaktı. Yine bitirene kadar konuşmadı. Ardından:

- Bir gün bunların o aman vermez köpeği öldü. Köyden kimseyle araları olmadığı için mecbur başka yere gidecekler yeni köpek almaya... Tabii bizim bundan haberimiz oldu... Hava aynı böyle soğuk. Yerler buz. Boş boş yürürken kaydım, kolumun üstüne düştüm.

Musa atıldı: "Şu aşağıda olduğu gibi..."

Emrah kafasıyla tasdik edip hikâyenin kalanını anlattı:

- Ulan dedim ben kayıp düşüyorsam bunlar gittikleri yerden hemen dönemezler. Arkadaşlardan ikisini aldım yanıma, yürüdüm bunların kümesine... Akşam oldu diye tavukları kapatmışlar. Kümes de evin dibinde. Gayet rahat yürüyerek kümesin önüne kadar geldim. Yavaşça kapıyı açtım. Tavuklar biraz hareketlendi ama kaptım birini çoktan... Kümesin kapısını kapattım. Sallana sallana yürüyerek bahçeden çıkıyordum. O ara kamyonetin farları gözümü aldı. Argunların kamyoneti... Bok var gibi erken gelmişler. Ben koşmaya başladım, sonra da atlattım bunları. Akşam bir güzel ziyafet çektik arkadaşlarla... Tabii havam bin beşyüz.

Ertesi gün bunların moruk babaları bizim pederi kahvede yakalamış. "Sizin oğlan bizim tavuğu çaldı. Karşılığında bize iki tavuk borçlusun. Yarına kadar borcunu ödersen bu işi sulhla çözeriz. Yoksa karışmam" demiş. Peder pek sallamıyor bunu. Çünkü herkesin tavuğu çalınmış, bizimkini bile çalmışlardı yani öyle düşün...

Ben de önemsemedim. Bir tek rahmetli abim, dikkatli olun dedi ama bize mi dedi havaya mı konuştu belli değil. Ben akşam arkadaşlarla turladım falan günü böyle geçirdik.

Devresi gün oldu bir ses yok. Akşama doğru rahmetliye dedim ki: "Seninkiler korkudan pıstı galiba abi hareket yok". Hiç unutmuyorum bak, akşama doğru böyle ikindi gibiydi. Abim dedi ki: "Gün akşamlıdır". Ne diyorsun demeye kalmadı yengemin bağırtısını duyduk evin önünden. Çıktık baktık ki...

Emrah ağlamaya başladı. Yutkunarak konuşuyordu:

- Çıktık baktık ki... Biz içeride konuşurken evin az ötesinde oynayan yeğenimi vurmuşlar. 4 yaşında sabi... Hayır biz niye silah sesi duymadık hâlâ şaşarım buna.

Biz şaşkın şaşkın bakınırken abim takmış Belçika Browning'i beline yürümüş bunların evine. Tabii ötekiler de hazırlıklı ama abim ikisini cehenneme yollamış sonra asker gelmeden kaçmış bizim eve.

Ertesi gün kalktı cenazeler... 

Argunlar göç ettiler. Abim tutuklandı. Sonra da cezaevinde öldü zaten kanserden, birkaç sene oluyor. Yengem kimseyle konuşmaz oldu. Babam delirdi. Annem de bana dedi ki: "Sen artık burada durma oğlum, bayramlarda falan gelirsin de yine, sen daha durma buralarda..." Çıktım böylece gurbete. O zamanki yaşım kadar gurbette kalmışımdır. Köyden bir kızla evlendim, Müzeyyen'le. Düğünümüz olmadı. İyi bir iş bulup da onu da yanıma alamadım. İki çocuk da bayramlarda gördükleri adama "baba" diyorlar işte... İşte bir tavuğun bize ettikleri... Ama Müzeyyen iş bulmuş bana, öyle söylüyor. Burası bitince döneceğim köyüme. Anlayacağın gurbette son gecem benim de.

Musa dağılmıştı. Nihayetinde bir inşaat kalfasının böyle şeyler yaşaması sarsmıştı onu. Daha fazla konuşacak hâl yoktu ikisinde de... Erken sayılabilecek bir saatte yattıklarında dışarıdan sarhoşların sesi duyuluyordu. 

Sabah erkenden uyandılar. Dünden kalma yarım ekmeği tükettiler. Çaylarını içip hemen işe koyuldular. Öğlen olmadan bütün işi bitirmişlerdi. 

Tam öğlen vakti son bir kontrol yapmaya karar verdiler. Hava yine soğuktu. Doğu ve kuzey taraflarını gözle görebildikleri için ayrılıp diğer yerlere bakmayı daha hızlı ve mantıklı buldular. 

Emrah, batıya yöneldi. Musa hiç dolaşmadan konteynerin önündeki yamaçtan güneye indi. 

Pek bir hareket yoktu. Kağıtçılardan öğlene kadar topladıklarını bırakmaya gelenler görülüyordu. Musa yerlerin halen bembeyaz oluşuna şaşarken kafasını kaldırdı. Evet mavi papağan yine gökteydi. Bu sefer gayet bilinçli bir şekilde çaldı üç kısa ıslağı... Mavi papağandan başka kimsenin duymadığına emindi. 

Yarım saat sonra konteynerde oturuyorlardı. Patronun gelmesini bekliyorlardı. Musa'nın sık sık tuvalete diye dışarı çıkması Emrah'ın dikkatini çekse de üstelemedi. Neticede "evin" içinde tuvalet yoktu ve çocuk gece burada soğukta yatmıştı. Zaten Emrah bavulunu hazırlamakla meşguldü. Dışarıdan bir ses duydu, kapıyı açıp baktı. Musa da ona bakıyordu. 

"Bu koliler dağılır böyle ağabey. Biraraya topladım, uçmasınlar rüzgardan." 

İçeri girdiler. Musa çay demlemeye koyuldu. Emrah artık bavulunu toplamayı bitirmişti. Kapı çaldı. 

Emrah çevik bir hareketle kapıyı açtı. Karşısında emekli öğretmen Muzaffer Külcü duruyordu. "Benim kuş, dedi, yine havalanmış."
Emrah: "Kuş bu hocam. Havalanır."

- Siz gördünüz mü diye soracaktım.
- Ben görmedim. Musa sen gördün mü? 
- Neyi?
- Hocanın kuşunu.
Musa tebessümle cevapladı: "Görmedim."

Muzaffer öğretmen: "Tahmin ediyordum" dedi. Emrah sıkılmış bir hâlde: "Neyi tahmin ediyordun hocam?" diye sordu. 

"Bizim apartmandakiler... Papağanı bu tarafta uçarken görmüşler. Sonra da aşağıya doğru inmiş. Bir dahada yükselmedi dediler. Ben siz olduğunuzu zannedip sesimi çıkarmadım. Fakat siz de aramayınca meraklandım. Madem siz görmediniz o hâlde şu ayyaş serseriler almıştır muhakkak" diyerek doğu tarafına hızlıca yürümeye başladı. Emrah ve Musa da peşine yazıldılar. 

Alemciler daha ikinci kadehe yeni geçmişlerdi. Fırtına gibi gelen öğretmeni görünce ayaklandılar. Muzaffer Külcü bir taraftan bağırıyor bir taraftan da yaklaşıyordu:

- Terbiyesiz herifler... Ne istediniz ufacık papağandan? Mezeniz mi bitti de yadigârımı kesip yediniz?

Alemciler boş boş bakıyorlardı. Yukarıdaki bağırışları duyan kağıtçılar da harekete geçtiler, oraya doğru geliyorlardı. Onlar gelene kadar alemciler meseleyi anlamışlar ve onlar da hocaya sinirlenmeye başlamışlardı. Papağan onlarda değildi. Zaten kuşu görmemişlerdi bile. İhtiyarın onları haksızca suçlaması canlarını sıkmıştı. 

Kağıtçılar tam olay yerine geldikleri anda sarhoşlardan birisi hocaya çıkışıyordu: "Biz sarhoşuz beyefendi. Hırsız değiliz." Bu açıklama Emrah'ı ikna etmiş olmalı ki hemen kağıtçıları suçladı. "Muhakkak bunlar çaldılar hocam" dedi. Bu sefer de kağıtçılar sinirlendi. Muzaffer öğretmen sarhoşların çaldığında ısrar edince bir sarhoştan yumruk yedi. Kağıtçılar da Emrah'a saldırdı. Musa bir müddet Muzaffer öğretmeni kurtarmaya çalıştı. O ara patron da arabasıyla inşaat alanına doğru geliyordu. Kavgayı görünce durdu. Sarhoşlara bir garezi olmuş olacak ki, o da kavgaya karıştı. Bu sefer Musa, Emrah'a yardıma koştu. 

3-4 dakika süren bu muharebede en çok zararı - ortada kaldığından - Musa görmüştü. Muzaffer öğretmen yerlerde sürünmüş, Emrah'ın eli incinmişti. Patronun hafif sıyrıklarla atlattığı bu kavgada, sarhoşlardan ikisinin kaşı açılmış ve bir kağıt toplayıcısı da ayağını burkmuştu. Polisin geldiğini sirenlerden anlayan kağıtçılar aşağıya doğru kaçtılar. Kalanlar tüm suçu onlara atıp yırtmak yolunu tuttular. Yalnızca Muzaffer öğretmen sarhoşlardan şikayetçi olmakta diretti. Bir eliyle çenesini tutarak, artık papağanı da unutmak pahasına, adamlardan şekvacı oluyordu. Bunun üzerine Muzaffer öğretmen ve sarhoşlar karakola gittiler. İnşaat ekibi ise ayırmak için kavgaya dahil olduklarını söyleyip konteynere dönmeyi başardı.

Demlenmiş çaylarını içip kavga üzerine konuştular. Herkes attığı yumruğu anlatmakta ısrar etti. Böylece bir saati öldürdüler. 

Patron Emrah'ı otogara, Musa'yı da evine bırakacaktı. Bir telefon gelince "servis" işi yattı. Böylece patron ve çalışanları el sıkışıp ayrıldılar. Musa yine tuvalete gitti. Yarım saat sessizce oturduktan sonra Emrah hareketlendi. "Bizim eşeğin zamanı yaklaşıyor" dedi, otobüsten bahisle. "Ben de fazla geç olmadan evin yolunu tutayım" dedi Musa. 

Konteynerden çıktılar. Otobüs durağına geldiler. Emrah bir taksi çevirdi. Taksi yaklaşırken Musa "Yine görüşürüz değil mi abi?" diye sordu.

Emrah: "Bir tövbekarın en sevmediği insan tipi, tövbe ettiği günahı işleyendir" diye cevap verdi. El sıkışıp ayrıldılar. 

Musa'nın dudaklarında muzaffer bir tebessüm, aklında ise bir tek soru vardı. Paltosunun içine sakladığı mavi papağanı eve kadar nasıl götürecekti? 

Üstelik mavi papağanların soyunun tükendiğini bilmiyordu...


Yorum Gönder

0 Yorumlar