"Şok gelişmeler" "gündeme bomba gibi düşmeye" devam ediyor. Hep "son dakikada" olan bu işler "vatandaşları ekranları başına kilitliyor". (Bir de izlerken "ağzımızı açık bırakan" "göz yaşlarımızı tutamadığımız" haberler var. Onlar bizi ilgilendirmiyor.)
Giriş paragrafına aldığım şeylerin hiçbirisi olmuyor tabii ki. Haberciler öyle zannediyorlar.
Gerçekte milletimiz "ip-kuşak" dengesini çok iyi kurmuş durumdadır. Bu denge öyle kolayca bozulmaz.
Yoğun ve "pek önemli" gündeme geleceğiz ama madem musahabe ediyoruz sizlere kendi gündemimden de bir parça bahsetmek isterim. Yaklaşık bir haftadır Oğuz Atay'ın günlüğü meselesine sardım. Bu merakımı matbuatımızda başlayan bir tartışma tetikledi. Oğuz Atay'ın - daha sonra yayınlanmış - günlüğü, ölümünün ardından ortadan kaybolmuştu. Daha doğrusu çalınmıştı. Yıllar sonra bu "sayın hırsız" günlüğü teslim etti. Bir yayınevi de bastı. Şimdi yeniden tartışılıyor: Günlüğü kim çaldı? Esasen bu soru "fışkiyeyi kim kırdı"nın edebî versiyonudur. Fakat bu tarz edebî zevzeklikler insana lüzumsuz bir yaşama aşkı verir. Bu yüzden benim hoşuma gider.
Bu kadar tartışılınca adı geçen günlüğü okumamak mümkün değildi tabii. Daha önceden okuyan birkaç tanıdığın ve bazı yazarların da manipüle etmesiyle olacak, bir yer özellikle dikkatimi çekti.
7 Kasım 1970'te şöyle yazmış Oğuz Atay: “Bana öyle geliyor ki biz çocuk kalmış bir milletiz ve daha olayları ve dünyayı, mucizelere bağlı bir şekilde yorumluyoruz en ciddi bir biçimde. Aklı başında bir Batılının gülerek karşılayacağı ve bize ölesiye ciddi gelen bir şekilde.”
Bu satırların yazarı da (yani ben) henüz Oğuz Atay'ın Günlük'ünü okumadan çok evvel 9 Aralık 2019 tarihinde şöyle bir twitre mesajı dercetmişim: "Matbuatımızdaki, sokaklarımızdaki ve bu mecradaki tartışmalara, değerlendirmelere, mizah çabalarına vs. bakınca şöyle düşünüyorum: Türklerin 13-14 sene kadar yaşayabilenleri kesinlikle ergenliğe giriyor. Kaç sene yaşarsalar yaşasınlar, ciddi bir çoğunluğu, bir daha çıkamıyor."
(İskender Öksüz de aynı konuya benzer bir biçimde yaklaşmış şu yazısında: Diktatörlük nesillerin akıl sağlığını bozar
Günlük'le kafayı bozanlardan Muhsin Kızılkaya ise şunu yazdı: AZ Tesadüf AZ Tevafuk )
Şimdi kırmızı ışıkları yanıp sönen gündeme bir bakalım, sonra yine buraya döneceğiz.
Gündelik tartışmalara, fazla kısır bulduğum için, katılmamaya çalışırım. Fakat bugün kaideyi bozmayacak kadar ufak bir istisna yapacağım. Çünkü son bir hafta - 10 günlük devrede iktidar sert manevralar yaptı. Bunların bugünden çok geleceğe yönelik hamleler olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden gündeme "bomba gibi düşmeye" karar verdim.
Meseleleri tek tek ele almaktan ziyade toplu bir bakış atmayı tercih edeceğim. Böylece zamandan tasarruf edeceğiz ve esasen kısır gündemin içine hapsolmaktansa, geleceğe yönelik hiç olmazsa bir iki kelâm edebileceğiz.
Başlayalım. Türkiye aynı hafta içerisinde şunları yaşadı: yeniden Andımız krizi, yeniden bir HDP'linin vekilliğinin düşürülmesi, yeniden HDP'nin kapatılması meselesi, yeniden Merkez Bankası Başkanı değişimi ve yeniden İstanbul Sözleşmesi tartışmaları.
Toplumumuzun unutma sevdası yüzünden ilk defa karşılaşıyormuşçasına şaşırdığı olayların hepsini daha önce yaşamıştık. Evet, aynı şeyleri "yeniden" tartışıyoruz. (Siyaset ve edebiyat, "fışkiye" ve günlük... Yeniden, yeniden ve yeniden. Humbolt kâfiri miydi "her şey, her şeyle bağlantılıdır" diyen?)
Tabii ki bazı nüanslar söz konusu. Bu nüanslar esasen iki taneden ibarettir: birincisi "dış sessizlik", ikincisi ise iktidarın ilgili konulara öncesine nazaran çok daha "sonuç alıcı" yaklaşması.
Bu iki "nüans" pek tabii ki birbirleriyle alâkalı. Bu alâka üzerine bir hayli yorum yapıldı aslında. Fakat ben bu yorumların "havada" kaldığını düşünüyorum. Ne dışarıyı ne de iktidarı tanımadan, "yapmış olmak için" yapılmış yorumlar...
Kimisi "iktidar Batı'yla tüm bağları koparıyor, Batı tüm gücüyle üzerimize çökecek" diyor, kimisi de "Batı'yla danışıklı dövüşüyorlar, bir noktada duracaklar" fikrini öne sürüyor.
Birileri de "Türkiye yegâne süper güçtür" diyor ki, bunlar tamamen uçuşa geçtikleri için konumuzun dışındadırlar.
İktidarın Batı'yla tüm bağları koparmaya çalıştığı yalan değilse yanlış bir saptama. Çünkü bunu istese de yapamaz. Türkiye; ekonomik, siyasî, askerî, coğrafî, teknolojik vs. alanlarda Batı'nın da bir parçasıdır. "Batı'nın da" diyorum çünkü, görülmek istenmese de, Doğu'nun da bir parçasıdır. Batı'ya "yönelimde" hafif bir sapma olsa da bu ilgili yorumun yanlışlığını değiştirmiyor. Tabii ki (bir parçası olmamız sebebiyle) Batı'nın üzerimize çökeceği falan yok. Hafif sapmaya, hafif "yaptırımlarla" cevap veriyorlar. 1000 yıllık karı-koca ilişkimiz sürüyor. Al gülüm-ver gülüm geçinip gidiyoruz işte.
"Danışıklı dövüş" ise yanlış değilse yetersiz bir yorum teşebbüsü. Danışıklı dövüş için evvela danışmak iktiza eder. Önceden Avrupa'yla Türkiye birbirlerini dinliyormuş gibi yapardı. Tayyip Bey "sahici" bir adam olduğu için bu müsamereye son verdi. Artık hiç dinlemiyoruz. Tabii onlar da bizi dinlemiyor. Son 10 günün değil ama son 10 yılın bir yorumu olan: "Falanca adamı bırakırsa Tayyip Erdoğan'ı kabul ederler" yollu çıkışlar da hep bu danışıklı dövüş tezine yaslanıyor.
Esasen Türkiye birinci sınıf bir demokrasi de olsa kabul etmezler. Bunun önündeki en büyük engel olarak - Türklere has sebepleri de saymakla beraber - Avrupa'nın, kendisini dünyanın meşruiyet kaynağı olarak görme sevdasını sayabiliriz. Avrupa kimseyi bu meşruiyet kaynaklığına ortak etmek istemez.
Diğer taraftan Tayyip Bey'i neye kabul edecekler Allahınızı severseniz? Tayyip Erdoğan'ın bir yere kabul edilmek gibi bir derdi yok. Avrupa'nın da onu bir yere dahil etmeye niyeti yok. Türkiye'yi idare edenin Tayyip Erdoğan olduğunu ise - zaten - kabul ediyorlar. İnanılması güç ama bunu aynen böyle kabul ediyorlar. Biz "bir kısım" gayet akıllı (!) ve tabii ki Türkiyeli (?) liberale bunu kabul ettiremedik. Onlar devletin tepesine bakınca ya Ergenekon'u buluyorlar ya da böyle gizli güçler falan görüyorlar. Sonra AKP'li dayılar "ak saçlılar varmış" deyince onlara gülüyorlar. Affedersiniz ama siz de aynı şeyi söylemiş olmuyor musunuz? Farklı olan ne dediniz şimdi? Üzülerek söylüyorum ki, farkınız yok hakir gördüklerinizden!
Cumhur İttifakı özü itibariyle "şok edici" konular hakkında politika üretmiyor. Milletin zaten tartıştığı meselelerle ilgili "şok edici" kararlar alıyor. Yani, siyaseti bir üst seviyeye çıkarmaları gibi bir şey söz konusu değil. Bunu yapamıyorlar mı yoksa yapmak mı istemiyorlar diye sormayı abes bulurum. Çünkü bu iktidarın esas rengi "muhafazakârlıktır". Neyi muhafaza ettikleri zamana göre değişse de muhakkak bir şeyleri muhafaza ederler. Muhafazakârlar, denenmemiş şeyleri denemezler. Yeni çözüm üretmezler. İlla bir çözüm üretmek gerekirse geçmişten bir şeyler bulup onları "yenilerler". Mesela; çözüm sürecinde de böyle olmadı mı? İktidarın o zamanki propagandası "sorunun" Osmanlı zihniyetiyle "çözüleceğini" yansıtıyordu. Fakat Osmanoğullarının hükmü kalkalı bir asra yaklaşıyordu. Cumhuriyet idaresine geçmiştik. Ama bunu Türk muhafazakârlarına anlatamadık. Siyasilerden bahsetmiyorum. Onlar zaten dinlemiyor. Bu garip çözümü canhıraş savunan bir kısım "seçmenden" bahsediyorum. ("Seçmen" kelimesini tırnak içine aldım çünkü aynı ekip şimdi trollüğe başladılar. Geçenlerde benim "Çözüm Süreci'ni kim yapmıştı?" soruma, "Tayyip Erdoğan bitirdi" diye cevap verdiler. Soruyla cevap arasındaki ilişki, trol ve gerçek arasındaki ilişkiyle aynı mesafededir.)
Öncelikle şurada anlaşalım: iktidarın son kararları siyaset mühendisliği projesinin parçalarıdır. Bunları ne korkusundan yapar, ne gündem değiştirmek için yapar, ne de gidici olduğundan yapar. Muhalefet ise siyaset mühendisliğine temelden itiraz etmez. Onun itirazı bu mühendisliği kendisinin yapması gerektiğinedir. CHP AKP'nin, İP MHP'nin paralel evrendeki karşılığıdır. HDP ise apaçık bir terör partisidir. 30 senedir partileri kapatılır, evet, çünkü hak ederler. İslâmcıların bu kadar partisi kapatılmıştı, sonra ne oldu da kapatma serisi sona erdi? "İktidara geldiler de ondan"! İşte bu yoruma Türkiyeli liberal körlüğü denir! Yıllarca "askerî vesayet" demişlerdi. Hâlbuki bahsedeceklerse "askerî bürokratik vesayetten" bahsetmeleri gerekirdi. Çünkü siyasetin üzerindeki güç bilcümle Silahlı Kuvvetler değil, Genelkurmay Başkanlığı idi. İkisi aynı gibi görünse de kesinlikle aynı değildir. İslamcı partiler neden kapatılmadı peki? Çünkü "gömlek değiştirerek" iktidara geldiler. İktidara gelmekle, gömlek değiştirerek iktidara gelmek farklı şeylerdir.
Üstüne uzun uzun konuştuğumuz, ne yapmaya çalıştığını yorumladığımız siyaset kurumumuz işte bunlardan ibarettir. Ve Türkiye'deki her kurum kadar kurumdur. Yani 'kurum kurum kurulur" fakat bir şey kuramaz ve tutamaz. Birkaç tane daha parti doğdu yakınlarda, ellerinizden öper, onlar da emekleme aşamasını geçince bu amcaların yanına oturacaklar.
Gömlek değiştirme örneğini yalnızca liberalci körlüğe örnek olsun diye almadım. AKP'nin kuruluşundan bu tarafa yaslandığı "entelektüel" birikimi şurada tartışmıştım: Cumhur İttifakı Doktrini. Bu yazıda geleceğe yönelik açık bir şey söylememekle beraber (konuyla ilgili); AKP'nin liberal ve demokrat kimliklerinden vazgeçip milliyetçiliğe kaydığını söylemiştim ve AKP tabanının memnuniyet hissinden ziyade rekabet zihniyetiyle ittifakı izlediğini yazmıştım. İşte bu rekabet hissidir ki, AKP kadrolarına çıkardıkları gömleği yeniden giydirdi. Çünkü bir şey yapmalıydılar. Ya yeniden liberallerle barışacaklardı, ki hepsini FETÖ'ye "kaptırdılar", ya sosyalist olacaklardı (evet, ciddi ciddi) veyahut da fabrika ayarlarına döneceklerdi. En mantıklısı ve garantisi fabrika ayarları görünmüş olacak ki, döndüler. Dönüyorlar.
Dönüyorlar deyince - "serbest çağrışım" yaptı herhâlde- Doğu Perinçek söylemleriyle iktidarı esir etmeyi sürdürüyor. Çünkü Perinçek gündemle dövüşmüyor onu yönlendirmeye çalışıyor. Dış desteğinin ötesinde, kendisinden başka bu işi yapan kimse olmadığı için, başarı sağlayabiliyor. İdeolojik partilerden değilse de, daha esnek olanlardan bir tane bile bu tarz siyasetçi çıkmaması garip değil mi? Değil. Memlekette "yeni bir döneme" geçtiğimizi ancak idrak edenler var.
Yeni dönem dedikleri 16 Nisan 2017 referandumuyla geçtiğimiz Türk Tipi Başkanlık Sistemi'dir. Burada iki mühim kişiye işaret etmeliyiz. Birincisi bu referandum neticesinde güçlü cumhurbaşkanı yahut başkan sıfatını taşıyan kişi, yani Tayyip Erdoğan. İkincisi bu sisteme geçilmesini sağlayan kişi ve sağlama motivasyonu; yani Devlet Bahçeli ve "filli durumun hukuki bir hâl kazanması" meselesi.
Son haftaki ataklarla beraber yine ve yeni bir fiili durum oluşturuluyor. Burada hukukilik aramak elbette çok önemlidir. Fakat yalnızca hukukî yöne takılmak, bugünü ıskalamak anlamına geliyor. Bugünü ıskalayanlar neler olup bittiğini anlayamadıkları için çırpınıyorlar. Korku onları harekete geçiriyor. Sonra millete dönüp bağırıyorlar: "iktidar korkuyor". Hakikaten korkuyor mu? Esas soru kimden veya neden korkuyor?
Türkiye Cumhuriyeti sınırlarında siyaset yapan herkes - eğer illa korkmaları gerekiyorsa - Türk milletinden korkmalılar. Ne iç ne de dışta başka hiçbir millet, devlet, kurumdan korkmalarını gerektirecek bir şey yoktur. Rüyalarını bile "dışarıdan" izinsiz göremeyenler, korkunun ne demek olduğunu "iyi bilirler". Fakat herkes aynı olmak zorunda mı? Siz korktunuz diye herkes de korkmalı mı? Zannetmiyorum.
Son atakların bize gösterdiği tablo şudur: İslâmcılar post-korona dönemine yatırım yapıyorlar. Korona sonrasında "teo-politiğin" yükseleceğini hesaplayıp oraya oynuyorlar. Türk milliyetçileri, Türk dünyasının en azından bir kısmıyla ilişkileri ilerletiyor. Devletin bakışını Türk dünyasına çekmeye çalışıyorlar. Korona sonrasında milliyetçiliğin yeniden yükseleceği hesabına dayanıyorlar ki, pek de haksız sayılmazlar. Bunlar topluca iktidar cephesinde yaşanıyor.
Herkesten akıl alan muhalefet ne durumda? Mesela Kürtçüler neyin peşinde? "Partimizi kapatmasınlar"! Sosyalistler bir eski İslâmcının arkasına hizalanmış, "bu adam çok iyi hak savunuyordu, dokunmayın" diyorlar. Neo-Kemalistlerimiz hâlâ Tayyip Erdoğan'ın resminin devlet dairelerinde ne işi olduğunu sorguluyor.
Bunlar böyle oyalanırken Cumhurbaşkanı da bir kararla İstanbul Sözleşmesi'nden ayrılıyor. Bu sözleşmede bazı kelimeler haricinde kimseyi rahatsız edecek bir şey yok. Bilmem hangi şeyh; müridi ufak bir kız çocuğuyla "evlenecek" veya bilmem hangi cemaat; üyelerinden birisi karısını dövdüğü için takibata uğramayacak diye siyaset kurumuna baskı yapıyor ve sonuç alıyor. Sözleşmeyi varlık-yokluk meselesine çevirenler çok şaşkınlar. Hâlbuki tartışmalar ilk başladığında sokağa inip çalışsalar ve gündemi sürekli sıcak tutsalar bu olmazdı. Fakat onlar "erkek terörü" demeyi tercih ettiler. Böylece sokakta bir, Twitter'da bir milyon olan şeye, yani sosyalistlere yaslandılar. Şimdi devrim yapacakları günü hayal ediyorlar. Onlar hayal kurarken, yine bir kadın öldürülüyor...
Yenisey Yazıtları'ndan bu tarafa hiçbir yazılı metne kıymet vermemiş milletimizin İstanbul Sözleşmesi etrafında bu kadar tartışması da kimseyi "uyandırmıyorsa" ben daha fazla bir şey yazmak istemiyorum. (Cumhurbaşkanı'nın bir karar marifetiyle uluslararası bir sözleşmeden çıkmasının hukuki dayanağı var mı yok mu öğrenmek isteyenler için Kemal Gözler'in "Cumhurbaşkanı'nın Uluslararası Sözleşmeleri Feshetme Yetkisi Var Mı?" makalesini tavsiye ederim.)
Malûmatfuruşluğu teorik birikim zannedenler bugünkü Türkiye'ye iyi bakmalılar. İktidar cenahının ciddi problemleri var. Bir kere lüzûmundan fazla zik-zak yapıyorlar ve güven "endeksleri" çok düşük. Fakat bunlara karşı çıkanlar ne yapıyor? 50 sene durmadan aynı şeyi söylerseniz, ne olur biliyor musunuz? Hiçbir şey söylemiş olmazsınız!
Dışarıdan kimsenin yardım etmeyeceğine inanmış bir muhalefetin, evvela, Türkiye'nin laik birikimini toparlaması lazım. Bugün için değilse bile, yarın için... Yazının burasına "akıl veriyorsun" diye itiraz edilebilir. Hayır, ben olacakları söylüyorum. Eğer laik birikimi laikler toparlamazsa; eski bir İslâmcı bu vazifeye talip olur, o ne kadar laikse cümle birikmişler de o kadar laik sayılırlar. İnanmayan Cihangir İslam'a, Mehmet Bekaroğlu'na, Gergerlioğlu'na baksın! Bunların laiklikle ne alakası var? Şimdi ne yapıyorlar? Arkalarına dizdikleri laik birikime nasıl siyaset yapılacağını öğretiyorlar!
Sürekli birilerinden akıl aldıkça hareket kabiliyetini kaybeden muhalefet cephesi; ne durum muhakemesi yapabiliyor ne rakibini olduğu gibi görebiliyor ne de politika üretebiliyor. Akıntıya kapılıp gidiyorlar. Aşık ergenler gibi...
Toplamak gerekirse; iktidarın politikalarına yalnızca "şaşırmak isteyenler" şaşırabilir. Yoksa iktidar hiç de yeni bir şey yapmıyor. Durup dururken bir mesele yaratıyor, sonra da onu "çözüveriyor". Bu çözüm esnasında yeni bir sorun çıkıyor, sonra onu da "çözüveriyor"...
7 Kasım 1970'e geri dönüyoruz. 'Selim Işık gibi günlük tutmaya" başlayan Oğuz Atay, Tutunamayanlar'daki gibi zamanı kırıyor yine:
"… Bir başka nokta daha: Öyle bir yarım yamalaklığımız var ki, bizim dramımız, trajedimiz, akıl almaz bir biçimde gelişiyor. Ayrıca, bir trajedinin içinde olduğumuzun farkında bile değiliz. Çok güzel yaşayıp gittiğimizi sanıyoruz. İktidardaki adamlar da, bu sanıyı bütün millet adına dile getiriyorlar. Birkaç aydın dışında bunu anlayan yok gibi. O aydınlar da, sosyal bir takım sözler ediyorlar. Psikolojik yönü boşlukta kalıyor bu meselenin. İnsanlarımız, bu kötü yaşantıyı dile getirmenin, ‘muhalefet yapmak’ olduğunu sanıyorlar. Yapanlar bile, ‘muhalefet yaptıklarını’ sanıyor bir bakıma. Aslında bir yanlış anlama olduğu halde, anlaşıp gidiyorlar. Bir ‘mış gibi yapmak’ tutturmuşlar; arabalar yürüyor ya, ekmek yapılıyor ya, iyi kötü suyumuz geliyor ya… mesele yok. Bir taklid yapıyoruz ve Batıya bile kendimiz kabul ettirdiğimiz anlar oluyor (Bir futbol maçında yeniveriyoruz onları.) Ya çocuksu gururumuz! Beğenilmezsek hemen alınıyoruz, Batılılara iftiralar ederek kendimizi temize çıkarmak için didiniyoruz. İyi aile çocukları arasında, onlara çamur atan mahalle çocuğu gibiyiz. Ben buna saflık diyorum ve genel anlamda bir sempati duyuyorum. İçinde yaşarken de öfkeyle tepiniyorum.”
50 sene, yarım asır eder. Ne yazık ki, hâlâ tutunamıyoruz.
Sahi, "fışkiyeyi" kim kırmıştı?
0 Yorumlar