İkinci Dünya Savaşı'nda Türk Dış Politikası


2. Dünya Savaşı sırasında Türk dış politikası; yakın dönem tarihimizde hiç olmadığı kadar tutarlı, dengeli ve akılcıdır. Her zaman iyi sonuçlar doğurmasa da dış politika ile iç politikanın uyumu zirve yapmış durumdadır. Bu uyumda en büyük rol, şüphesiz, İsmet Paşa'nındır.

1 Eylül 1939’da, Hitler’in sultasındaki Almanya Polonya’ya saldırdı. Bunun üzerine Fransa ve İngiltere Almanya’ya savaş ilan etti. Böylece tarihin en kanlı savaşı olan 2. Dünya Savaşı başladı.

İkinci Büyük Savaş başladığında Türkiye kurucu babasını kaybedeli bir yıl olmamıştı. Atatürk’ün vefatının ardından cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü “ikinci adamlıktan millî şefliğe” yükseliyordu.

1935 sayımına göre nüfus 16.158.018’di. Türk Genelkurmayı’nın başında Fevzi
(Çakmak) Paşa vardı. İsmet Paşa, Atatürk dönemi muhalifleriyle barış yapmıştı. Başta Kazım Karabekir, Refet Bele gibi paşalar olmak üzere birçok “muarız”, muvafık olmuştu.

Serbest Fırka’nın kapatılmasından beri devam eden Tek Parti Devri sürüyordu. Dışişleri Bakanlığı koltuğunda ise Şükrü Saraçoğlu oturuyordu. Saraçoğlu Atatürk Dönemi’nin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın yerine getirilmişti. Aras ise İsmet Paşa tarafından Birleşik Krallık Büyükelçiliği’ne gönderilmişti. Tabii bu, bir sürgündü.

Dışişleri, öncesinde Millî Eğitim, Maliye ve Adalet Bakanlıkları yapan Saraçoğlu ise Bakanlar Kurulu'nun daimî üyelerindendi. 1934-1950 arası, aynı zamanda, Fenerbahçe Spor Kulübü’nün başkanlığını yaptı.

İsmet Paşa’nın da eskiden Dışişleri Bakanlığı yapması ve Lozan Muahedesi’nin heyet başkanı olması, Türk Dışişleri için bir şanstı.
Çünkü İsmet Paşa “Kral öldü! Yaşasın yeni kral" diyerek dışişleri diplomatlarını tasfiyeye girişmedi. İmparatorluktan cumhuriyete kadar dış politikanın tarihine ve bugününe vakıf insanları “monşer” diyerek dışlamaya çalışmadı. Dış politikadan haberi dahi olmayan adamlar gibi diplomasiyi “mahalle kabadayısı” üslubuyla yürütmeye çalışmadı. Aksine, ne gerekiyorsa onu yaptı. Dost-düşman herkesin saygısını kazandı. En önemlisi, Türkiye’yi savaşın dışında tutmayı başardı.

Savaş başladığında, hem Mihver hem de Müttefik kuvvetler Türkiye’yi fazla zorlanmadan yanlarına çekeceklerine inanıyorlardı. Fransızlar, Fransız İhtilâli’nin etkisiyle kurulan cumhuriyetin "frankofonları”na güveniyorlardı. Sovyetler, komünist Türklerin destekçisiydi. Almanların ise propaganda aygıtları ve Türkiye ile 1. Dünya Savaşı’ndan kaynaklı “kader ortaklıkları” vardı. Bu tarafların her biri ve bunların ülke içindeki destekçileri oldukça aktif ve hareketliydi. Herkesin zafere inancı tamdı ve mesele "Türkiye'yi de kendilerine ortak etmek"ti.

İsmet Paşa ise hem Hitler hem de Churchill ile diyalog halindeydi. Türkiye'nin derdi tarafsız olmak değil, savaşın dışında kalmaktı. Balkan Harbi'nden Kurtuluş Savaşı'na kadar 10 yıl boyunca aralıksız savaş veren millet yorgundu. Yeni devletin müesses nizamını oluşturması, nüfusun sağlıklı bir şekilde toparlanması için bu gerekliydi. 

Türkiye'nin tutumu savaşın seyrine göre değişkenlik gösterdi. Maginot Hattı Arden Ormanları üzerinden delinip Hitler, Fransa'yı düşürdüğünde Türkiye, Almanya'ya yaklaştı. Bir dizi anlaşma imzalandı. Almanların "savaşa bizim yanımızda katılın" teklifi ise reddedildi.

1941 yılına gelindiğinde; Fransa düşmüş, İtalya Almanya’nın yanında savaşa girmişti. Sovyet-Alman Saldırmazlık Paktı sürerken Almanya Balkanlar’da hızla ilerliyordu.
Nisan ayında Alman tankları Yunanistan’ı çiğnedi ve Türkiye sınırına dayandı. Türkiye, seferberlik ilan ederek 1 milyona yakın askeri sınıra yerleştirdi. 

Nisan ile Haziran ayları arası, Türkiye müthiş sıkıntılı bir süreç yaşıyordu. Durdurulamayan bir Almanya vardı; Almanların da ilerlemek için sürekli bir şekilde enerjiye ihtiyaçları…

Almanların bu ihtiyaçlarını tedarik etmeleri için iki ihtimal mevcuttu:

1-Başta İran ve Irak olmak üzere Ortadoğu petrolleri
2-Kırım istikametinden Kafkas petrol ve doğalgazı

Eğer ilki tercih edilecekse, en uygun rota Anadolu’ydu, yani Almanya Türkiye’yi işgal edecekti. Fakat ikinci ihtimal gerçekleşti ve Türkiye rahatladı. Rivayete göre; Almanların Sovyetlere saldırdığı haberini uykusundan uyandırılarak alan İsmet Paşa uzun bir süre kahkaha atmış ve “Yırttık!” demiştir. 

Rivayeti bırakıp gerçeğe baktığımızda hakikaten Alman tehdidinin ortadan kalktığını görüyoruz. Hatta savaş sonunda tüm Almanya’nın ortadan kalktığını da göreceğiz.

1942 ve 1943 yıllarında Alman tehdidinden kurtulmuş Türkiye’nin başında İngiliz Başbakanı Churchill’in inadı vardı. Israrla Türkiye’yi savaşa sokmak isteyen Churchill, bunu yaparak İngiltere’yi rahatlatırken Almanları kıskacına alacaktı.

Kazablanka Konferansı

Bu konferansta (Ocak 1943) Türkiye’yi savaşa sokma kararı alan Roosevelt ve Churchill harekete geçti. Churchill, 30 Ocak’ta Türkiye’ye geldi. 

1942’nin Ağustos'unda Türk Dışişleri Bakanı değişti. Şükrü Saraçoğlu’nun yerine çekirdekten yetişme Numan Menemencioğlu getirildi.(Saraçoğlu’nun başbakan olması vesilesiyle)

Adana Görüşmesi

26 Ocak Adana Görüşmesi’nde hem İngiliz hem de Amerikan Büyükelçileri, Başvekil Saraçoğlu’yla görüştüler. İngiliz Sefiri, Kıbrıs’ı Türkiye’ye verebileceklerini ve
Churchill’in yüz yüze görüşmek istediği söyledi.

İsmet Paşa, ülkeden çıkamayacağını ancak Churchill’le Türkiye’de görüşebileceklerini iletti. Bunun üzerine Churchill’in 30 Ocak’ta Adana’ya gelmesine karar verildi.

Churchill ve İsmet Paşa gerek baş başa gerekse heyetler aracılığıyla iki gün boyunca görüştüler. Churchill, “Alman tehdidi”ne karşı Türkiye’yi silahlandırmak istiyordu. Bu durumun Türkiye’yi savaşa sokacağının, pek tabii, bilincinde olan İsmet Paşa buna temkinli yaklaştı.

Türkiye’nin ihtiyatlı tutumu, İngilizlerin vakit darlığı yüzünden önemli bir netice alınamadı. Türkiye için önemli olan nokta ise savaşın başından beri süregelen “tarafsızlık” politikasının İngilizlerce kabulünü kazanmak oldu.

I. Kahire Konferansı

Kasım 1943’te İngiltere Dışişleri Bakanı Eden ile Türk Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu Mısır’da görüştüler. İngilizler, yılsonuna kadar Türkiye’nin savaşa girmesinde ısrar etti. Türk tarafı ise bu teklifi reddetti.

II. Kahire Konferansı

Tahran’da biraraya gelen Roosevelt, Churchill ve Stalin; Türkiye’nin savaşa girişinin bir zorunluluk olduğunu ve bu zorunluluğun İnönü’ye Kahire’de bildirilmesi gerektiği kararını verdiler.

Bunun üzerine İnönü, Churchill ve Roosevelt 4-6 Aralık 1943 tarihlerinde Kahire’de biraraya geldiler. Müttefiklerin savaşa girilmesi hususunda ağır bir baskısı vardı. İnönü, prensip olarak savaşa girmeyi kabul etti ama müttefiklerin gerekli yardımı yapmasını da şart koştu.

Bu tarihten sonra da savaşa girmeme inadımız devam etti. 

Ta ki artık son safhasında, 23 Şubat 1945'te, 2. Dünya Savaşı’na resmen girişimize kadar. Savaşta resmen bulunsak da hiçbir sıcak temasa girmediğimizi, yalnızca Mihver bloğuna ambargo uygulamakla sınırlı kaldığımızı belirtelim.

Kahire Konferansı sonrasında İsmet Paşa ve Türk Hükümeti’nde Ruslarla da diyalog kurulması görüşü hâsıl oldu. İngiltere ve ABD’nin Ruslar karşısında bizi desteklemeyi (savunmayı) bırakma ihtimali İsmet Paşa’yı bu yola itti. Fakat İsmet Paşa ve yönetimi, bunun onca yolu varken Ruslarla dostluk kurma çabalarını iki yolla sağlamaya çalıştı:

1-Dış Türklere sırt çevirme (Boraltan Köprüsü Faciası)
2-İçerideki Türkçü-Turancıları ezme (1944 yargılamaları)

2. Dünya Savaşı esnasında, Türkiye’yi savaşın dışında tutup “çocukları ekmeksiz bıraksa da babasız bırakmadığı için” İsmet Paşa’yı ne kadar övsek azdır. Aynı şekilde, Ruslara “yaranmak” maksadıyla Türkleri ve Türkçüleri ezip, öldürmekten kaçınmadığı için de ne kadar eleştirsek azdır.

Tarih, bir gün, herkese ait olduğu değeri verecektir.

Yeter ki, artık olmuş ve bitmiş olaylara soğukkanlı bakabilelim ve bilhassa tartıştığımız isimlerin gerçekte kim olduklarını, neler yaptıklarını hatırımızdan çıkarmayalım... 

Yorum Gönder

0 Yorumlar