|  | 
| Zeytindağı; yıllara meydan okurcasına dik ve yakışıklı bir poz verirken görülüyor | 
"Yazdıklarım, yazılanların en iyileri değildir; yegâne yazılmış olanlardır. Onun için neşrediyorum." (Zeytindağı, s.140)
Falih Rıfkı Atay 77 senelik ömründe tek bir iş yapmıştır: yazı yazmak. Yaşam öyküsü kaleme alındığında muhakkak gazeteci olduğu da belirtilir. Milletvekilliği de yapmıştır. Fakat onun gazeteciliği haber yapmaktan çok fıkra yazmak, milletvekilliği ise tarihe birinci sıradan şahitlik etmek içindir. Zaten gazeteciliği yazı yazmanın perdesi olarak kullanmış, yine yazdığı yazılar sayesindedir ki vekil olabilmişti. 
Her zaman olumlu sonuçları olmadı yazı serüveninin. İdamla yargılandı, yandaşlıkla suçlandı, kötü adam ilan edildi... Yine, yalnızca yazdıkları yüzünden! 
Yazı hayatını ise sadece gazete fıkralarıyla geçirmedi. Çoğunluğu hatırat ve seyahatname formunda 30'u aşkın esere de imza attı. Bu eserlerin bir kısmı zamana yenilmiştir. Bir kısmı ba'sü ba'del-mevt edeceği zamanı beklemektedir. Bilhassa iki tanesi ise bugüne değin etkilerini muhafaza etmiş ve görünür gelecekte de tesirlerini sürdürecektir: Çankaya(1961) ve Zeytindağı.(1932)
Bugün "kitap-kritik" serisinin ilk kitabı olarak konuk edeceğimiz Zeytindağı, Falih Rıfkı'nın eserleri içerisinde, yukarıda tanımladığımız kıymette bir eserdir. Zeytindağı'nı kritik etmeden evvel, yazarıyla ilgili birkaç kelâm daha etmek bazı şeyleri yerli yerine oturtmaya yardımcı olacaktır. 
Falih Rıfkı "yandaş" mıydı? 
İlk kalem tecrübesini yaşadığı sıralarda İttihad ve Terakki hakimiyeti vardı. Falih Rıfkı, genç bir İttihadçıydı.
Mütarekede İstanbul'daydı. Yıkılışı, yok oluşu, eski tabirle inkırazı gördü. İşgal İstanbul'unda yaşanan tüm kepazelikleri yakından izledi. İttihadçı ve milliyetçi oluşu, bir de Ankara hareketini desteklemesi yüzünden idamla yargılandı. 1919-21 devresinde o, "düşüklerin" en gençlerinden birisiydi. 
Sonra kurtuluşu, kuruluşu, felâhı gördü.1922'de, İzmir'de, röportaj yapmaya gittiği Mustafa Kemal Paşa'nın yanından ve siyasi çizgisinden asla kopmadı. Kalemi olgunlaşmış, yaşı ortaya yaklaşmış  hızlı bir Kemalistti artık. Devrimlerin yapılışında fikirleriyle, yayılışında kalemiyle çalıştı. Milletvekilliği yaptı. 
Atatürk'ün ölümünden sonra İsmet Paşa eliyle sürdürülen Tek Parti Devri'nde her hâl ve şartta Millî Şef'i destekledi. Sertlik yanlısı bir kalemdi. Demokratları zaten hiç sevmedi. 10 sene durmadan aleyhlerinde yazdı. 27 Mayıs'ı destekledi ama 27 Mayısçılarla anlaşamadı. Esasen Falih Rıfkı, 60'ların Türkiyesi'nde hiç kimseyle anlaşamadı. İsmet Paşa'yı pasif bulmaya başladığı bu devrede, o dönemin genç siyasetçilerini hiç ciddiye almadı. 12 Mart muhtırasından bir hafta sonra öldü. 
Uzun yazı hayatının mühim bir kısmında iktidarların yanındaydı. Yine mühim bir kısmında ise iktidarların bile dokunamayacağı bir pozisyondaydı. Bu kadar girişten sonra, herhâlde lafı yuvarlayıp, net bir tespitten kaçınmak gerekiyor. Fakat ben böyle yapmayacağım.
Falih Rıfkı, apaçık bir yandaş kalemdi. Fakat onu tarihte yer alan birçok yandaştan farklı kılan iki özelliği vardı. Birincisi idamla yargılanmış, yani yandaş da olsa bunu maddi rahatı için yapmadığını ispat etme şansını bulmuştu. İkincisi ise yetkin kalemiydi. Bu onu, kaliteli bir yandaş yapıyordu. 
Üslûp 
Falih Rıfkı her zaman vazıh bir yazar oldu. Yani, açık ve anlaşılır bir Türkçe kullandı. Kendi tabiriyle "rahat yazan" birisiydi. Bunun içindir ki çok yazabildi. Yine bu yüzden çokça okundu. 
Gençlik yıllarından itibaren Batı'yı izledi. Ölümüne kadar Batıcıydı. Batılılaşmayı yalnızca memleket için istemedi. Kendi hayatında da Batı'yı örnek aldı. Pek tabii ki yazı hayatı da buna dahildir. 
Doğu'nun süslü ama sonuçsuz üslûbundansa, Batı'nın sade fakat keskin tarzını kabul etti. Bu yüzden çok fazla tartışıldığı gibi, aynı sebepten ötürü onu okuyanlar Falih Rıfkı'ya bigâne kalamadı. 
Dünya'yı algılayış biçimi de üslûbunda epeyce etkili oldu. Çünkü Falih Rıfkı, "faşizmin de Batı'nın" ürünü olduğunu kabul edenlerdendi. Hayatı boyunca "tepeden inmeci" bir devlet tasavvuru kurdu, kesinlikle demokrat bir kalem değildi. Bu "anti-demokratik" tavrın bir olumlu yönü varsa; o da üslûbunun her zaman sertliğe varan netliği oldu. 
Överken de yererken de birden çok faktörü gözönünde bulundurması sayesinde Türk yazın hayatının en başarılı kalemlerinden birisi olmaya hak kazandı. 
Kitaba Dair
Falih Rıfkı'nın bugünkü konumuzu teşkil eden kitabında yukarıda sayılan tüm özellikleri aynı anda görülebiliyor. Zeytindağı kitabının 1943 tarihli üçüncü basımını (Remzi Kitabevi) esas alacağım. Alıntıları da "olduğu gibi" vereceğim. Yani günümüzün diline uyarlamak gibi bir kaygım olmayacak (esasen gerek de yok) ve yine günümüzün yazım kurallarına yaklaştırmak gibi bir gayem de olmayacak. 
Zeytindağı
1. Dünya Savaşı başladığında, Falih Rıfkı, henüz 20'li yaşlarına yeni adım atmaktadır. Genç bir yazar olarak, Cenap Şahabettin'in üslûbunu taklitle yazdığı "şehir mektupları" gazetelerde çıkmaktadır. İttihadçıdır. 
Başlayan savaş münasebetiyle hemen askere alınır. "İhtiyat zabitidir". İktidarı elinde tutan "arkadaşları" onu cephede ölüme sürmemişler, karargâhta ikâme etmişlerdir. 
Savaşın başlamasından kısa süre sonra Falih Rıfkı'nın - neredeyse tüm savaşı geçireceği - görev yeri de belli olur: karargâhı Zeytindağı'nda kurulu olan, Cemal Paşa'nın kumandasındaki Dördüncü Ordu. 
Karargâha ev sahipliği yapan Zeytindağı, kitaba da isim babası olmuştur. Falih Rıfkı bu kitapta; Cemal Paşa başta olmak üzere İttihadçıları, Dördüncü Ordu mensupları üzerinden Türk ordusunun ve Türk askerinin durumunu, Kudüs'ü, Beyrut'u, Lübnan'ı, Şam'ı ve tabii ki İstanbul'u, Dördüncü Ordu'nun sahasında bulunan cümle Osmanlıları, - ki bunlar; Müslüman, Hristiyan, Yahudi ve adı geçen dinlerin tüm mezheplerindendirler - Şark'ı ve kısa özet olarak bir imparatorluğun çöküşünü anlatır. 
Zeytindağı Nerededir? 
"Karargâh Kudüs'te, Zeytindağı'nın tepesindeki Alman sanatoryumunda idi. (...) Tertemiz, ezici ve büyük bir Alman yapısı! (...) 
Büyük bir oda: Solda Şeria nehri ve Lut gölü, sağda Kudüs şehri, önde Moskofiye denilen Rus yapı ve bahçeleri var. Cemal Paşa Şeria'ya bakan pencere ile Moskofiyeye bakan pencerenin zaviyesi içinde, arkası bize dönük, kâğıt imzalamakla meşgul." (s. 9-10)
Her ne kadar "ihtiyat zabiti" sıfatını taşısa da Cemal Paşa'nın yakın çevresindeki etkili şahıslardan ve olayların birinci derece şahitlerindendi. Cemal Paşa ise o devirde memleketin en güçlü üç adamından birisi ve Falih Rıfkı'nın tabiriyle "tüm nazırlıkların vekili"ydi. Bu yüzden Zeytindağı basit bir hatıranın ötesine geçen kıymetli bir kitaptır. (Zaten kıymetsiz olsa, neden kendimize dert edinelim, değil mi?)
Yine Zeytindağı'nın görünüşüne dair olarak şunları söyler: "Asıl Kudüs şehri Zeytindağı'nın arkasında olduğundan, yolcular Şeria'ya doğru ve Gerek dağları üstünde Zeytindağının en mürtefi yerinde bulunan Alman sanatoryomunu görürler. Siyah bir nokta gibi duran sanatoryom uzaktan Kudüsün müjdecisidir." (s.174)
"Bu çölün ortasında bizim ne işimiz vardı?" diye soruyorsanız, aynısını Falih Rıfkı da kitap boyunca soruyor. Buna o gün cevap verecek olsak ancak şunu söyleyebilirdik: "Kuma atıldığında sesten başka her şeyi veren altının", "tek Allah" sayıldığı bu topraklar da bizimdir. Ve Falih Rıfkı, Mısır Fatihi unvanını almak üzere sabırsızlanan Cemal Paşa'nın en yakınında görevlidir. 
Cemal Paşa 
Falih Rıfkı adeta "yaveri" gibi olduğu Cemal Paşa hakkında çok şey yazar. Bence, Cemal Paşa'nın hakimiyeti altındaki topraklardaki etkisini de gösteren en önemlisi şudur:
"Fakat Cemal Paşa için artık herkesin bildiği büyük rütbe ve nüfuzdan başka, masallaşmış hükümler bile vardı. Suriyede derlerdi ki, eğer Cemal Paşa birisile görüştüğü zaman burnunu kaşırsa sürgün düşünüyor, sakalını karıştırırsa affedip etmemeği düşünüyor, demektir. Yalnız bıyık burmasından korkunuz, o zaman bu mülâkatın ölüme kadar yolu vardır." (s.56)
Falih Rıfkı; Talat Paşa'yı "imlâsını bizim düzeltebileceğimiz kadar türkçesiz, işde aldatıcı, politikada sür'atle etraf yapabilir, şark ahlâkınca faziletinde şüphe edilmez bir şef" diye tarif ederken, Enver Paşa'yı "korkusuz, sözlerinde kat'î, fakat pek basit bir zabit" olarak bulur. 
Talat Paşa'dan bahsederken yazdığı "şark ahlâkı" pek tabii ki olumsuz bir ibaredir. Esasen şark düşmanlığı Zeytindağı'nın ana motiflerinden birisidir. 
Cemal Paşa'yı öteki ikisine göre "genç hareketlerle az çok alâkalı görür". Tabii ki "müphem ve karışık" bir ilgidir bu. Esasen Cemal Paşa da "kararsız" bir adamdır zaten. 
Bir de - hafiften konu dışına çıkmak pahasına -  İttihadçıların "sadrazam sıkıntısına" dair bir alıntı yapalım: "Tarihte bütün bir devlet iktidarını teslim alıp ta, hükûmeti eski devir adamlarına bırakan başka bir inkılâp fırkası olmuş mudur, bilmiyorum. İttihadı Terakki Büyük Harbin ortalarına kadar, bir türlü sadrazamlığı kendine lâyık görmemiştir.
Kâmil ve Said Paşalar, yüzde yüz eski adamlardı. İttihadı Terakki iki yeni adam buldu: Mahmud Şevket Paşa, Said Halim Paşa. Bunlar dahi Osmanlı-İslâm, vezirlerdi. Biri Bağdad'lı, biri Mısırlı idi." (s.17)
Sonra da Said Halim ve Talat  Paşaların bir Edirne ziyaretinden bahsediyor ki aradaki uçuruma belki en iyi örnektir. 
Yazarın bahsettiği, İttihadçıların "sadrazam sıkıntısı" benim de kafamı kurcalayan bir meseledir. Tabii ki buna bu yazıda çözüm arayacak değilim. Fakat Said Halim Paşa ve İttihad Terakki bahsi açılmışken, Hüseyin Cahid Yalçın'ın Tanıdıklarım kitabındaki Said Halim Paşa bahsinden şu alıntıyı yapmazsam olmaz: “Cennetten yeryüzüne düşmüş Adem babamız yeni muhitini ihtimal ki İttihat ve Terakki içine karışmış Said Halim Paşa kadar yadırgamamıştı.”
Kitapta İttihad Terakki'yle ilgili başka bazı anekdotlar da var. Fakat kitabın ana konusunu teşkil etmediği için, yalnızca meraklısına haber vermekle yetineyim. Çünkü Zeytindağı kitabı gibi bu yazının da İttihadçılara vereceği değer; yalnızca o devir iktidarda bulunmuş olmalıdır. 
Şark'a Dair 
Falih Rıfkı sıkı bir Batıcı olarak, Şark'tan nefret eder. Şark'ın öyle noktalarını bulur ki, bir numaralı Şark aşığı olsanız, size de nefret ettirir. Kitabın ana motiflerinden birisini teşkil ettiğinden bu konuyla ilgili peş peşe bazı alıntılar yapmayı uygun gördüm.
Daha "Başlangıç" faslında "Yalan Şark'ta ayıp değildir." diye girer. 
Talat Paşa'dan bahsederken kullandığı "şark ahlâkı" tabirini şöyle açıklar: "Ahlâk" kelimesinin başındaki Şarka dikkat ediniz: Bu ahlâk doğruluğu ve fazileti gayet dar bir ölçüde kabul eder. Hususî ve şahsî ayıplar ve menfaate ait yolsuzluklar için müsamahasızdır. Ancak ne yalanı, ne de zulmü ahlâksızlık sayar." (s.21)
Bir de "şark dahisi" tanımı var ki, okunmaya değer: "Aşık kemiğinin ne tarafı üste geleceğini hiç kimse bilmez; fakat üste gelen tarafa niyet tutmuş olanlara bizde dahi denir." (s.107)
Cemal Paşa'nın "icraatlarından" Âliye Mahkemesi de kitapta kendisine yer bulur. Yine, konunun epeyce dışında bulunduğundan buraya almayacağım. Fakat "hiç bilmeyenler" için şöyle özetleyeyim: Bir kısım Arap ileri geleninin Arabistan kurmak hayaliyle çalıştıkları tespit edilmiş, sonra bunlar çok da "adil" diyemeyeceğimiz bir yargılama sonucu asılmışlardır. Tasarruf Cemal Paşa'nındır. 
Falih Rıfkı, Âliye Mahkemesinin kararları infaz edildikten sonraki karargâhın ve Şam'ın hâlini şöyle tasvir eder: "Fakat ertesi güne kadar her şey unutulup gitti. Müse'nin mersiyesini hatırlar mısınız? Pariste her şey unutulmak için eğer on beş gün kâfi ise, şarkta bu, on beş saat bile değildir. Şarkta ölmemeğe bakmalı..." (s.55)
İmparatorluk Çökerken
Kitabın arka fonunda ise bir imparatorluk çökmektedir. Peki imparatorluk mensubu olmak ne demektir? Daha kitabın başında şu örneği verir:
"Bizden Belgrad'ı aldıkları zaman, düşman murahhasları Niş kasabasını da istemişlerdi, Osmanlı delegesi ayağa kalkarak: 
— Ne hacet, dedi, İstanbul'u da size verelim.
Babalarımız için Niş İstanbul'a o kadar yakındı.
Biz eğer Vardar'ı Trablus'u, Girid'i ve Medine'yi bırakırsak Türk milleti yaşıyamaz, zannediyorduk.
Çoklarımızın Avrupası Marmara ve Meriç'te bitiyor." (s.6)
Peki imparatorluk çökerken nasıl bir politika takip ediyordu? "...İmparatorlukların sanatı müstemleke ve milliyetleri işletmektir. Osmanlı imparatorluğu, Trakyadan Erzuruma doğru, koca gövdesini yan yatırmış, memelerini müstemleke ve milliyetlerin ağızlarına teslim etmiş, artık sütü kanı ile karışık emilen bir sağmal idi." (s.44)
"Sütü kanı ile karışık" derken neyi kastettiğini "Falih Rıfkı İmparatorlukla Hesaplaşıyor: Hangi Ahmed'i" başlığıyla “yâr-ı gār-ı sâdıkımız” Kazganoğlu paylaşmıştı. Bu etkili alıntıyı okumak isteyenler üzerine tıklayabilirler. 
Anadolu oğlu Ahmed'ine yanarken, Falih Rıfkı da "boşa harcanan" Türk çocuklarına yanmaktadır. Ona göre "biz Türk'ümüzü işletmiyoruz"dur. Buna bir misal olarak "cephe gerisi" kavramını verir: "Bizde cephe gerisi demek, bir takım kıtaların yerli yerinde cephe için çalışması demek değil, bizzat cephe gerisini yapması demek olmuştur." (s.133)
Harbin sonlarına doğru Cemal Paşa'nın maiyetinde katıldığı Almanya seyahatini ise şöyle değerlendiriyor:
"Alman denizinden Türk denizine doğru, bir yıkılış, büyük bir yıkılış vardı. Bizi belimize kadar gömen heyelânın altından başlarımızı güç doğrultmuş, birbirimizi aldatıp avutmağa uğraşıyorduk." (s.109)
Neticede; "En sağlam sütunlar üstünde durduğu zannolunan devir, bir karton kule gibi yıkılmıştı." (s.13)
Çölün ortasına kurduğumuz şehirler ve kumun üstünde bıraktığımız şehitler, şimdi hepsi geride kalmıştır. 
Fakat; "vatan kayıbı İstanbulda çabuk unutulur." (s. 30)
Ama biz "Ahmed'imiz" haricinde neyi kaybetmiştik? İmparatorluğumuz neydi, neye benzerdi, nasıl bir şeydi? İşte yazımızın başlığıyla en fazla uyum gösteren yerdeyiz. İstanbul'da doğmuş ve 20'li yaşlarının henüz başında bulunan genç yazar, ihtiyat zabiti sıfatıyla Kudüs'tedir. Zeytindağı'nın tepesindedir. Ve elimizden gideni gözlemektedir: 
"Zeytindağının tepesindeyim. Lût denizine ve Gerek dağlarına bakıyorum. Daha ötede, Kırmızı denizin bütün sol kıyısı, Hicaz ve Yemen var. Başımı çevirdiğim zaman Kamamenin kubbesi gözüme batıyor, burası Filistindir. Daha aşağıda Lübnan var; Suriye var; bir taraftan Süveyş kanalına, öbür taraftan Basra körfezine kadar çöller, şehirler ve hepsinin üstünde bizim bayrağımız! Ben bu hudutsuz İmparatorluğun çocuğuyum." (s.41)
Devrimlerin en sert uygulandığı bir zamanda, 1932'de, yayınladığı Zeytindağı'nda böyle bir cümleyi yazmak (daha öncesinde yazdıysa muhafaza etmek) Falih Rıfkı'nın, cumhuriyet devrimlerinin kalemi ve bir numaralı savunucusu Falih Rıfkı'nın, "ben bu hudutsuz imparatorluğun çocuğuyum" derken ne derece samimi olduğunu gösterir. (Tabii kaleminin kuvvetini de gösterir ama onu yukarıda övmüştük.) 
Bu bölümü okuduğum zaman, Rusların son çarı Putin'in bir sözü geldi aklıma. Hatırladığım kadarıyla şöyle bir şeydi: "Kim Sovyetleri özlemiyorsa kalpsiz demektir. Her kim Sovyetleri geri döndürmek istiyorsa beyinsiz demektir." Bizim imparatorluk için de aynı şeyleri söylemek mümkündür. Daha önce kimse söylemediyse, benim hesabıma yazabilirsiniz. 
Sonuç 
Tamamı 175 sayfa olan - ve bu yazıyı yazmak için ikinci kez okuduğum -  kitapta 67 yerin altını çizdim. Bazıları bir cümleyken, bazıları ise birkaç sayfa sürdü. Yuvarlak hesapla kitabın yarısının altını çizmiş oluyorum ki, bu "yandaş" kalemin bir başarısıdır, zannederim. 
Fotoğrafın altına şu alıntıyı yapmıştım: "Yazdıklarım, yazılanların en iyileri değildir; yegâne yazılmış olanlardır. Onun için neşrediyorum." Falih Rıfkı Zeytindağı'nı bu yüzden neşretmiştir. Aradan neredeyse bir asır geçti. İmparatorluğun çöküşü, Arap vilayetleri, "Ortadoğu", daha sonra İsrail- Filistin vs. gibi konularda belki yüzlerce eser verildi. Ben bu eserlerin bir kısmını okuyanlardanım. Fakat hiçbirisi Zeytindağı kadar etkili olmadı. Çünkü ilgili eserlerin birçoğu bu konuları birbirlerinden ayrı değerlendirdiler. Falih Rıfkı ise tek kitaba topladı. Çünkü bunlar "aynı kitabın" konularıdırlar.
Falih Rıfkı'nın izinden gidip hepsini tek kitapta toplayanlar ise ya üslûptan sınıfta kaldılar ya da daha kötüsü üslûpsuzluktan... 
Bu yüzden Zeytindağı zamanın eskitemediği eserlerdendir. Her devir okunur, her devirde farklı bir lezzet ve mesaj verir. 
50 sene önce bir 20 Mart günü ölen Falih Rıfkı'yı anarken; "ölümsüz" olmak için bir Zeytindağı yazmanın yeterli olduğunu söylemek isterim. Tabii bunun ne derece zor olduğunu hatırlatmaya gerek yok... Fakat yazarın tabiriyle "Türk'ümüzü işletirsek" belki yine, yeniden ve üstelik eskisinden de fazla ölümsüz eser veririz, kim bilir?  
 
 
 
0 Yorumlar