“Sıkıntılı” Yazı



Sıkılmak insana mahsus bir hâldir. Sıkılmış bir aslan, zürafa veya hamamböceği görülmüş müdür? Zannetmiyorum.

Fakat insan öyle mi ya? Onun "canı sıkılıyor", "sıkıntıdan patlıyor", "sıkkınlıktan ne yapacağını bilemez oluyor"... 

Sıkılmak; ne yapacağını bilmez bir hâlde ve derin bir nefesle, teneffüs edilir insanlarca. Burundan mı gelir o sıkkın hava yoksa insanı burnundan mı solutur? Akciğerlerin de bir dahli vardır muhakkak. Kalbi ıskalamamak ve beyni de hesaba katmak lazım tabii.

Zor zanaattır sıkılmak... 

Her zaman kötü bir şey midir? Değildir

İnsan sıkıldığı zaman özüne döner. Tahammül seviyesi düşeceği için yalan söyleyemez. İnsan en çok sıkıldığı zaman dürüsttür. 

Sıkkın insan; mesela öfkelidir. Neden? 

Çevresindekilere zarar verme korkusundan mı kibarca uyarır onları: "Canım sıkkın, başka zaman konuşalım" diyerek. Hayır. İçten içe en dürüst, en sansürsüz anında olduğunu bilir de kendisini korumaya alır. Yoksa yıkıcı derecede dürüst olacaktır. Dürüstlük her zaman iyi midir? Değildir. Dikkat ederseniz "değildir" cevabını çok kolay veriyorum da, netameli soruları cevaplamıyorum. 

Çünkü konumuz; sıkılmak. Soruya muhatap olmak da "sıkar" insanı. Aynı şey cevaplar için söz konusu değildir. Cevaplar ferahlatıcıdır. Netameli sorulara verilen tek cümlelik, veya daha iyisi, tek kelimelik cevaplar mükemmeldir. İnsanın beynini rahatlatır, nefes alış-verişini düzene koyar. Ve bu tarz cevapların genellikle bir özelliği daha vardır ki; o da yanlış olmalıdır. 

Demek ki, cevaplar içlerinde doğrudan yalan barındırırlar. Sorular ise en fazla dolaylı yoldan yapabilirler bunu. Yani, manipüle ederek... Fakat istediği kadar manipülatif olsun, sorular cevaplardan iyidir. Ve bu yüzden can sıkarlar. 

Yine, insan bir iş yaparken sıkılıyorsa ve hâlâ o işi yapmaya devam ediyorsa; işini seviyor demektir. Ya da işinin ona kazandırdıklarını...

Veyahut da tahammül ediyordur. Şimdi bir tezat "olmuş gibi oldu" değil mi? Hani sıkılınca tahammül seviyesi düşüyordu? 

Burası evrenselden yerele geldiğimiz noktadır. Zorlu coğrafyaların da tarifi budur. İnsanı hem "sıkar" hem de "tahammül" ettirir. 

Welcome to Turkey. Are you kola? 

Ne o, yoksa siz "en iyi eserler sıkılan insanlar tarafından verilir" veya "çocuklarınıza sıkılmayı öğretin" tonlu bir kişisel gelişim yazısı mı beklemiştiniz? Ben tepenin diğer tarafından bakma yanlısıyım. 

Kişisel gelişimden önce kişilik geliştirme üzerine konuşmalıyız. Ve geliştireceğimiz "kişiyi" uzaklarda, menkıbelerde, efsanelerde aramamalıyız. Esasen, arayamayız

Tarihin, kültürün, sosyal çevrenin, kurumların haricinde coğrafyanın da insan üzerinde etkili olduğunu unutuyoruz. Bazen coğrafya sıkıyor bizi. Sonra İbn-i Haldun "Coğrafya kaderdir" diyor, zaten sıkılmış insan iyice buhrana düşüyor. 

Kaderimizin iyi taraflarına da bakmalıyız. Fakat "sıkkın" bir yazıda bunu yapamayız. Sonra insicamımız bozulur. Maazallah insicam bozulursa toplaması zor olur. 

İnsanı burada ararsak sıkılmanın o insan için ne ifade edeceğini de anlayabiliriz.

Yaratmak güdüsünü Tanrı'yla paylaşmanın getirdiği o lezzetli günahın sıkıntısı mı çöktü üzerimize? "Yok olmaktan" önce gelen hissin tesirinde miyiz? Yalnızlık mı sıkıyor canımızı? Yoksa "mecburiyetler" mi?

Bugün en çok mecburiyetlerimiz sıkıyor canımızı. Sıkıntılı olmamızın en önemli sebebi, "yenilmiş" hissetmemiz...

Peki "biz" tam olarak nerede ve kime yenildik? Mağlubiyetimizi kimler gördü ve onayladı? Canımız ne zamandır sıkılıyor? Esas sorular bunlardır. 

Eskiler "veyl mağluplara" dermiş. Bunu Anadolu şöyle tabir eder: "düşmeyegör"... Bizimki de o hesap... Fakat neden? Ne zaman? 

...

"Sıkıntılı" yazılar cevap bulmazlar. Daha çok soru yaratırlar. 


Yorum Gönder

0 Yorumlar