Bugün, “Hakikatten kötülük çıkacağını düşünmek için ya sahtekâr ya da geri zekâlı olmak gerekir.” diyen Erol Güngör'ün ölüm yıldönümü. Hem fikrî hem de ilmî namusa sahip bu Türk münevverini saygıyla anıyor, okuyacağınız "karalamayı" ona ithaf ediyorum.
İslâmcı bir iktidarın uzun ve müstebid idaresi, neo-liberal soslu küreselleşmenin saldırganlığı, yoğun Arap ve Afgan göçleri, peş peşe yaşanan "çözüm süreçleri", ipini koparırcasına haykıran Türklük muarızları... Tüm bunlar yeni nesil Türk milliyetçiliğinin yükselişinin müsebbipleridirler. Farkında olmadan bir iş başarmış oldular, teşekkürler.
"Havada kalan" devrimler, tamamlanamayan "yapısal reformlar", oturmayan, oturmasına müsaade edilmeyen tarih algısı, kişilik inşasının en büyük kötülük sayılması, daima ve bıkmadan fakirliğe övgü, bilhassa devletle ilgili yeterince değil eser miktarda dahi bilgi verilmemesi, kültüre dair ne varsa ya imkansız yahut geri addedilmesi, çözülemeyen şehirlileşme meselesi... Bunlar da yükselen Türk milliyetçiliğinin çözmesi gereken problemlerdir.
Yükselen milliyetçi dalganın çözmesi gereken problemler, aynı zamanda, var olduğu mahallerdir. Bu yüzden yükselen milliyetçiliğin - şimdiki hâliyle - başarılı olması demek, bindiği dalı kesmesi demektir. Lafın burasında "oh olsun" çekeceklere şunu hatırlatmak gerekir: Hepimiz aynı dalın üzerinde oturuyoruz.
Şimdiki hâliyle Türk milliyetçiliğinin sayılan problemleri çözemeyeceği çok açıktır. Bunu tartışıp da kıymetli vaktimizi boşa harcamayalım. "Upgrade" çabası içine girenlerin söylediklerine kulak verdiğimizde ise beni hafakanlar basıyor. Önemli bir kısmının derdi yukarıda sayılan ve sayılmayan sıkıntılar değil. Onların esas derdi fiyakalı koltuklarda kendilerinin değil de "bunların" oturmasıdır. Hani tam "sevilecek" türden bir dert... Fakat buna da vakit harcamaya değmez.
Bazen bir ışık görmüyor değilim, çözüm üretmek noktasında... Sonra o cılız ışık ufalıyor, ufalıyor, ufalıyor... Neticesinde ortadan kayboluyor. Haricinde kalanlar da işi makaraya sarmış durumdalar...
Hâl-i pür-melâlimiz...
Bu arada tamamen kötümser olduğum gibi bir sonuç çıkarılmasın buradan. İngilizceyle problemini ancak pandemide, o da göreceli olarak, çözebilmiş, Almancası ancak bazı gazete parçalarını okumaya yetecek ben; bugün burada kalem oynatacak cürete sahipsem, Türkçe yazılmış eserler sayesindedir. Bu da demek oluyor ki, şimdiki hâlden pek de memnun olmayan benim, bu memnuniyetsiz tavrım, çok daha iyisi yapılacakken yapılmıyor oluşunadır. "Bizden hiçbir şey olmaz" gibi bir psikoza girsem veya hakikaten bunu düşünecek olsam, okuduğunuz yazıyı yazıp da zaten kısa olan ömrümden ziyan etmezdim.
Şükür iyiye giden işler de var. Bunların en önemlisi işbu bloğun tık sayısının 20 bini geçmiş bulunmasıdır. Teşekkür ederim.
Şakası bir tarafa hakikaten güzel ve iyi işler de var. Fakat bugün ortalamayı konuşacağız. Yalnız "halkımızın" değil, fikir hareketlerinin de...
Dersimiz: Türk milliyetçiliği. Konu: Tam olarak nerede çemberin dışında kaldık?
Cumhuriyet idaresi bir "reset" yaratamadı. Belki, milliyetçilik hariç...
İslâmcılık Cumhuriyet idaresiyle kökünden koparılmıştı. Milliyetçilik kisvesi ardında ayakta kalmaya çalıştı. 15 sene yalnız İslâmcı kimliğiyle hükûmet ettikten sonra, koşarak milliyetçilerin yanına geldi. Demek ki her sıkıştıklarında milliyetçilik kisvesine bürünüyorlar ve bürünecekler. Güzel.
Sosyalizm, Mustafa Suphi'nin boğulmasından sonra bir türlü dikiş tutturamadı. Devlet ve milliyetçilik başlıklarında o kadar farklı şeyleri o kadar farklı tarihlerde savundular ki, hakiki düşüncelerini kendileri de unuttular. Soran olursa "faşist" deyip geçiyorlar. Sormasanız da faşist deyip geçiyorlar. Harika. Demek ki bu "faşistler"; sosyalizmin şeytanlarıdır.
Cumhuriyetin ilk senelerinde liberalizm pek gözde değildi. Önce "Batı'nın görüşü" diye dışlandı. 1929 Büyük Buhran'ı ise her tarafta klasik liberalizmi sarstı. Mesela İtalya'da Mussolini iktidarını pekiştirdi hatta rejim ihracına başladı. 1920'lerin Avrupasında Mussolini'nin iki ateşli taraftarı vardı: Hitler ve Churchill. Evet, bildiğiniz Churchill.
Mussolini'yi beğenmeyen İngilizler ise Hitler'e hayran olacakları zamanı bekliyorlardı. Hitler'in hayranları arasında eski kral da vardı.
Liberalizm, anavatanında böyle bir darboğazdayken Türkiye'de temsilci bulamamıştı.
İşte bu ahvâl ve şerait içerisinde milliyetçiliğin rotası şöyle çizildi: Milliyetçilik kurucu ideolojiydi. Kurucu olduğu için; ağırlığını hissettirdi, taviz verdi, zikzak çizdi, diş gösterdi, etkin oldu. Yayıldı ve esneme kabiliyeti kazandı. Yine kurucu ideoloji olduğu içindir ki, kendisini yenileyebildi.
Yazılmayan kurallardandır: Türkiye'de bir görüşün taraftar bulması için önce devletin onayından geçmesi lâzımdır. Veyahut devletin üst kademelerinde taraftar bulması gerekir. Kurucu babaların milliyetçi - yalnız milliyetçi - oluşu Türkçülüğe bu konforu sağladı. "Diğerlerine" yukarıdan bakma imkânı edindiler.
Milliyetçilik kendisini yenileyebildi, dedik. Görüşleri yenileyecek olanlar; zaman, şartlar, münevverler ve taraftarlardır. Fikir insanları da taraftarların arasından çıkar. 1938'e kadar; İslâmcılık kaçak Kur'an Kursu açan eğitimsiz hocaların, komünizm şairlerin elindeydi. Hakiki fikir ve düşünce insanları milliyetçiydiler. Liberaller, değindiğimiz gibi ortalıkta görünmüyorlardı. Sert devrimler sürecinde olduğumuzdan ve aristokratlarımız devletten ayrı nefes alamaz, yine burjuvalarımız da devlet desteği olmadan meydana atılamazken; muhafazakârlık yüksek sosyete eğlencesine dönüştü. Muhafazakârlık siyaseten tehlikeliydi. Daha doğrusu o günün şartlarına "ters" geliyordu. Tehlikeli olmak oyun alanı açabilir ama devletin tersine geçtiyseniz, şamarı yersiniz. Osmanlı'nın tokadı meşhurdur ve devlette süreklilik esasınca Cumhuriyet'e intikal etmiştir.
Böylece Kurucu Babamız'la bu dünyadaki birlikteliğimizin sonuna geldik. İsmet Paşa alternatifsiz cumhurbaşkanıydı. Fazla sürmeden 2. Dünya Savaşı başladı. Biz dışında kaldık. Ama Ahmed Hamdi'nin dizeleri gibi oldu biraz: "Ne içindeydik savaşın / Ne de büsbütün dışında"
Savaş sonuna doğru kürre-i arzın kaderi yeniden çiziliyordu. Hitler'in kendisi gibi ham hayalleri Stalingrad'da sarsılmıştı. Amerikalılar, Afrika'nın kuzeyinde kendilerini ispat etmiş; İngilizler zaten mücadeleye ara vermemişti. 1943'ün sonlarına doğru, aklı olan herkes, Mihver'in çökeceğini anlamıştı. İsmet Paşa da anlayanlar arasındaydı.
O zamana kadar devlet kademesinde görev alan herkesin "Türkçü" olduğunu ilan etmesi klişeleşmiş bir zorunluluktu. Fakat devletin tepesinin anladığı Türkçülük kendileri gibi donuk bir hüviyetteydi. Bu da çok anlaşılabilir bir şeydir. Gözlerini açtıklarında kör topal bir imparatorluk sahibiydik. Sonra imparatorluk çöktü. "Yok olduk" diye düşündüler, Atatürk "Hayır" dedi. Kurtuluş Savaşı'nda ve Cumhuriyetin kuruluşunda bulundular. Dünyanın ne kadar hızlı değiştiğini gördüler. Ama - her ne kadar gidip katılamadıysak da - Viyana Kongresi(1815), Atatürk haricinde, devlet kadrosunun dünyaya bakışını şekillendirdi. Ne diyordu Metternich "her şey değişse de bir şey sabit kalmalı".
İsmet Paşa ve yönetimi bu sabit kalacak şeyin Türkiye olduğuna inanıyorlardı. 1943-44 devrinde bunun böyle olmadığını - hayretle - fark ettiklerinde asabîleştiler. Demek dışında kaldığımızı düşündüğümüz savaşın "yeterince" dışında kalamamıştık. Bunu bizimkiler de hissetmiyor değildi ama onlar birinci savaş gibi olacak sanmışlardı. Avrupa yine merkez kalacak, böylece Türkiye takdir toplayacaktı. Ruslara karşı da Avrupa'yla beraber olacaktık. Savaşın sonu yaklaştığında Amerika'nın yeni merkez olmayı kabulü bizimkilerin hesabını bozdu. Üstelik Rusya'ya karşı birlikte duracağımız Avrupa'nın yarısı Rus çizmeleri altındaydı. İstanbul ve Çanakkale Boğazları artık herkesin iştahını kabartıyordu.
Tam bu aralardır ki Türkiye, ideoloji olarak Kemalizmi kullanmaya başladı. Atatürk'ün sağlığında da bir Kemalizm vardı muhakkak. Fakat Mustafa Kemal Paşa'nın yeniliğe açık oluşu bunu donuk ve olmuş bir dogmadan ziyade, "her an yeniden oluşan", dinamik bir fikre (daha çok harekete) çevirmişti. Her an yeniden oluşunca durağan olunamazdı.
Atatürk'ten sonra tüm bu çalışmalar çöpe atılmıştır. Bunu bir çeşit Atatürk düşmanlığı gibi algılamak haksızlık olur. Fakat içinde "küskün bir eleştiri" de barındırmıyor değildir. Uzun lafın kısası; 1940'larında başında devlet kendisine bir ideoloji buldu: Kemalizm. Burada bir taşla kuş katliamı yapılmak niyeti açıkça görülüyor. İsmet Paşa'nın sevdiği tabirle bu işte "sayılamayacak kadar fayda var"dı. Biz yine de sayalım.
Öncelikle yeni Cumhuriyet tamamen kendisine ait bir ideolojiye kavuşmuş oldu. Bir ikincisi bu ideoloji gayet donuktu. Böylece Atatürk devrindeki gibi yenilenemiyor ama bu sayede daha geniş taraftarlar kazanabiliyordu. Mesela bütün bir Millet Meclisi Kemalist olmuştu. Neden? Çünkü İnönü öyle istiyordu. İsmet Paşa Millî Şef'ti. Ve Millî Şef nasıl isterse öyle olurdu. Üçüncü bir faydası yavaş yavaş yükselen sol ve İslâmî dalgaların önüne geçilmesi hevesiydi. Kemalizm "yeni olmak" imtiyazını diğer ikisinden ve liberallerden koparıp alıyor, hepsinden birer ikişer parça çekerek "diğerlerinden" adam ayartmaya çabalıyordu.
Bir de dördüncü faydası vardı. Bu da devletin kurucu fikriyle vedalaşmasıydı. Kemalizm sayesinde artık "Türkçü olma zorunluluğu" ortadan kalkacaktı. Devlet, milliyetçilere nasıl teşekkür etti diye soracak olanlar bulunabilir. Birazdan geleceğiz. (Spoyler: 3 Mayıs)
Sonra Kemalizm yeterli görülmedi. Fakat neticede devletin görüşüydü. Sürekli yenilik de ayıp kaçardı. Sonuçta devleti cumhuriyet ilan eden kadro yönetse de onlar Tanzimat döneminin çocuklarıydılar. İkircikliydiler. Zaten ikiye bölündüler: Sol ve Sağ Kemalizm. Galiba böyle daha kolay ırzına geçeriz diye düşünmüşlerdi.
1940'ların Türkiye'si fazlasıyla derli toplu görünüyordu. Türkiye ne zaman derli toplu görünürse, o zaman hiç derli toplu olmamıştır. İlk millî liberallerimiz yetişiyor, komünistlik mesleği şairlerin elinden "daha münasip" ellere geçiyor, muhafazakârlık devletin zirvesine kesin dönüş yapıyor, İslâmcılar, komünistlerden arta kalan şair-düşünür enflasyonunu yükseltiyordu. Anlaşılıyor ki, her düşünce ikinci neslini yetiştiriyordu. Bunların hepsinin ilk nesli imparatorluk devrindeydi. Arada ilk neslin mensupları ekseriyetle ölmüşler, kalanlar da kenara çekilmişlerdi. Belirli birikimleri olmakla birlikte hepsi yan yana dizilmiş 400 metre koşucusu gibiydiler. Şartlar eşit sayılırdı. (Buradaki eşitlik memleketin komünizme en çok yaklaştığı andır.)
Milliyetçilik ise esaslı atılımını cumhuriyet devrinde yapmıştı. İstisnalar hariç, milliyetçiliğin ruhuna temas eden tüm münevverler cumhuriyet idaresinde hayata gözlerini yummuşlardı. 1940'larda bir kısmı halen hayattaydı.
Diğerlerinin ikinci nesli devletle "hangi konularda ve ne kadar" anlaşacağı temeli üzerinde yükseliyordu. Devletle anlaşabilenler hakikaten yükseliyordu. Milliyetçilerin böyle bir derdi yoktu.
Çünkü devlet - zaten - milliyetçiydi. Şimdi görüşlerini yenilemeye kalkmak getirisi olmayan, götürüsü sayılamayan bir lüzumsuz işti. Milliyetçilik devletin tekelindeydi. Ya da milliyetçiler öyle zannediyorlardı.
Tekelin kırılması için, 3 Mayıs 1944'ü beklememiz gerekecekti.
Tarihi olayları konuşmanın güzel bir yönü varsa o da beklemeye lüzum kalmadan devam edebilmektir. Öyleyse yürüyelim arkadaşlar!
3 Mayıs öncesi Türkçülüğün durumu pek konuşulmayan konulardandır. Türkçüler aslında bölük pörçüktü. Herkes birbirine küstü. Yusuf Akçura ve Hamdullah Suphi gibileri devlet katında itibar görüyorlardı. Köprülüzade ve müridleri - olanca haşmetleriyle - kendilerini ilme adamışlardı. Beş hececiler şiirle karışık milliyetçilik tabağı sunarken, Ali Cânip Bey ve hempaları Türkçeyi adam etmeye uğraşıyorlardı. Remzi Oğuz Arık Anadolucu bir milliyetçilik oluşturmaya çabalıyordu.
Bir de Zeki Velidî vardı. Zeki Velidî devletin "tersine gelen" bir adamdı. Tarihte hem Rusların hem de Türklerin gadrine uğramış nadir simalardandı. 2. Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde Türkiye'ye dönmüş, savaşın en heyecanlı anında çevresine genç Türkçüleri toparlamaya başlamıştı. Fakat onlar da bütün değillerdi. Bu "gençlerden"; Tevetoğlu, Atsız, Türkkan, Özbek gibi isimler başta olmak üzere herkes yekdiğerine mesafeliydi. 1943'ün sonlarına doğru bir toparlanma ve barışma dönemi yaşandı. (Zeki Velidî'nin katkılarıyla) 1944'ün başında artık Türkçüler tek vücut olmuşlardı. Bunda komünizmin etkisini yadsıyamayız.
Türkçüler bu kadar toplanmışken kendi içlerinde de muhakkak fikrî tartışmalar yapıyorlardı. Türkçülük müthiş bir fırsat yakalamıştı. Bu güç birliği "fikrî yenilenmeye" olanak tanıyabilirdi. Nitekim mutad Türkçülüğün yanına, ölü taklidi yapan Turancılığı eklemişlerdi bile. Köycülükte aradıklarını bulamadıkları için şehirlere yoğunlaşmışlardı. Yaşayan Türkçülerden bazılarına açıktan cephe almışlar, Türkçülük düşmanlarına öncekilerin değil kendilerinin kurduğu cümlelerle cevap vermeye başlamışlardı. Anlaşılan bir şeyler olacaktı.
Fakat... Ama... Lâkin... 3 Mayıs yaşandı. Devlet bir buldozer gibi Türkçülerin üstünden geçti. 12 Mart'ta sosyalizm nasıl ezilip bir daha toparlanamadıysa, bundan çok önceleri aynı şeyler Türkçülerin başına geldi. (3 Mayıs tutuklusu Reha Oğuz Türkkan'ın şifreli ifadesiyle, 12 Mart tutuklusu İlhan Selçuk'un akrostiş ifadesi de birbirlerini andırır. Şimdi konuyu dağıtmayalım o yüzden bu bahsi açmıyorum. Ayrı bir yazıda temas ederiz.)
Dürüst olalım: 3 Mayıs'ta ezilmek istenen Türk milliyetçileriydi. Onları sindiremediler. Fakat devletimiz Türk milliyetçiliğini ezmeyi başardı. 3 Mayıs, devletçilik ve milliyetçiliğin farklı şeyler olduğunun bu topraklardaki miladıdır. Devlet bu çizgisini hiç bozmadı. Türk milliyetçileri de düzene ayak uydurdu. Aksi hâlde devletin komple elden gitmesi "tehlikesi" onları korkutuyordu.
Türk milliyetçiliği ise yalnız bırakıldı. Dikkat buyurun: Türk milliyetçileri değil, Türk milliyetçiliği yalnız bırakıldı. Bir müddet sonra bu yalnızlığı fark edilince hemen baş göz edilmeye karar verildi. Fakat talip çoktu. Ziyanı yok: Hepsiyle birden evlendirdiler.
Buram buram sosyalizm vurgusu yapıyordu birileri... "Aynı zamanda milliyetperveriz" dediler. Kimileri ümmetçiydi... Onlar da meydana çıkıp, "Biz milliyetçiyiz" diye haykırdılar. Daha ilginç bir bilgi: Bu süreçte Türk milliyetçiliği fikriyatı ana aksından hiç kopmadı. Kopanlar parçalardı ve onlar parçalandılar. Her zaman da parçalanırlar. Parçalananlar eridiler. Çünkü misafir umduğunu değil bulduğunu yer. Onlar misafirliğe gitmişlerdi. Bulduklarını yediler.
3 Mayıs'ta devlet eliyle ezilen milliyetçilik, uysallaştırıldı ve "sağ Kemalizm" olarak sisteme geri sokuldu. Türk milliyetçilerinin, bilhassa 3 Mayıs'ta hapse tıkılanların, bunu kabul etmesi mümkün değildi.
Kabul etmedikleri durumu ve zamanı biraz açmak gerekiyor.
"İdeolojiler Çağı'nın" ortasındaydık. Tüm ideolojiler devletin önünden geçit resmi yapıyorlardı. Oluşan "yeni durum" kimseyi tatmin etmese de herkesi memnun etmişti. Çünkü; çok partili sistem ve serbest pazar diyerek liberallere, mutedil ve girişkenlikten uzak bir üslûp ve politikayla muhafazakârlara, İmam-Hatiplerin açılması ve Köy Enstitüleri'nin kapatılması jestleriyle İslâmcılara, Rus dostluğu (esasında korkusu) sebebiyle sosyalistlere alan açılıyordu. "İsteyen sol, isteyen sağ olsun yeter ki Kemalist olsun" dönemi açılmıştı. Bu oyun tabii ki tutmayacaktı. Ama İkinci Dünya Savaşı sonrası hemen tüm dünyada "milliyetçiliği lanetleme" yarışması da açılınca, fiilî bir durum oluştu.
Buna göre roller değişmişti. Herkes alan açılmasını beklerken devlette makbul görülen milliyetçilik, şimdi devletin karşısında yalnız kalmıştı. Herkes milliyetçilikten doğan boşluğu doldurmak üzere devletin yanına geçmişti. (Milliyetçilik ve devletin "gizli aşkı" ise hiç bitmedi. O tefrika roman gibi, yazılmaya devam ediyor.)
İşte milliyetçilerin "sağ Kemalist" örtüyü kabul etmeyişleri bu döneme rastlar. Tarihte buna en yakın hadise Tarık bin Ziyad'ın İspanya önlerinde "gemileri yakmasıdır".
Bu "dikleniş" çok değerlidir. Çünkü; devletin varlığına (güçlü bir şekilde varlığına) inanan birinci fikir milliyetçilikti. Dolayısıyla da milliyetçilerdi. Oluşturulan "resmî ideoloji" milliyetçilik kaynaklıydı. Bunlar bize şunu söylüyor: O dönem ve her dönem Türk devletinin görüşleriyle en fazla uyum sağlama kaabiliyeti Türk milliyetçiliğinindir. Buna rağmen Türkçüler fiilî durumu kabul etmediler. Devletle yakınlığın "yönlendirmeye" dönüşmesine müsaade etmediler.
Böylece "devlete en yakın ve aynı zamanda en uzak olan" milliyetçiler tehlikeli bir paradoksa girdiler. Fakat tek kaygıları bu değildi.
Bir de "nesil çatışmasıyla" uğraşmak zorundaydılar. Bahsetmiştik. Herkes ikinci nesle 400 metre koşucusu gibi başlamıştı. Milliyetçilik hariç. Milliyetçiler, bayrağı dinlenmiş arkadaşına vermesi gereken maraton koşucularıydı. Fakat birinci nesil bayrağı vermedi. Çünkü birinci neslin birçok mensubu ikincileri tehlikeli görüyordu. İkinci nesil ise birincileri pasif buluyordu.
Komünistler, yobazlar, sürgünler, kavgalar derken milliyetçiler layığıyla bir nesil çatışması yaşayamadı. Bu yüzden önceki dönemleri kritik edemediler. Kendi değerlerini bile fark edemediler.
"Diğerleri" devlet ve millet nazarında yoğun faaliyetlere girişirken, milliyetçiler bayrağı teslim sorunu yaşadıkları için geride kaldılar. Devleti de karşılarına alınca kapalı bir gruba dönüştüler. Fikri kritik edemeyince aksiyon üretemediler. Reaksiyoner bir öfkeye tutuldular.
Cumhuriyet bir "reset" yaratamadı demiştim. "Belki, milliyetçilik hariç" zeyliyle birlikte... 1944'ün ardından milliyetçiler de bunu yapamadılar. Daha doğru bir iş olan "yenilenmeyi" de başaramadılar. Bu yüzdendir ki her yenilgide birbirlerini kutladılar.
Oysa Türkçülüğün kendisini yenilemesi, diğer görüşlere nazaran, çok daha fazla kıymet ifade edecek bir keyfiyetti. Çünkü Türkçülük - elli sefer tekrar ettiğim gibi - kurucu ideoloji olduğundan, diğer fikirler üzerinde çok daha fazla nüfuz sahibiydi. Türkçülük kendisini yenileyemeyince diğerleri de ileri gidemedi. Çünkü kabul etmek istemeseler de hepsinin Türkçülüğe ihtiyacı vardı.
Sonra birinci nesil Türkçüler öldüler. İkinci nesilden de pek kimse kalmadı. Arada tek nesil üzerine kurgulanmış mükemmel bir hareket olan ama yeni nesiller geldikçe işlevini kaybeden ülkücü hareketi de sayarsak, bugün dördüncü nesil Türk milliyetçileri olarak kendimizi bulabiliriz. (Milliyetçilik 4.0 aslında fena başlık olmazmış. Onu da sonraki yazılara saklayalım.)
Dördüncü nesil neyle uğraşıyor sorusuna yüksek bir tepeden bakarak cevap verelim.
Türk milliyetçilerinin bugün bir tek amacı vardır: Türk olmak. Böyle hedef mi olur diyeceksiniz? Filmi çok az geriye saralım. Çözüm sürecinde neydi tahmin edin? Evet, o zaman da Türk "kalmak"tı. Bu hedeflerle nereye gidilebilir? Çakarlı araba, kapalı alanda güneş gözlüğü ve cendere... Böyle bir milliyetçilik tahayyül ediyorsanız, hiçbir şey okumanıza gerek yok. Ben tanıdık birkaç müslümana istirham ederim belirli aralıklarla ruhunuza Yasin-i Şerif hediye ederler.
Hayır daha fazlasıyız diyorsak, sert tartışmalara hazırlıklı olmalıyız. Çünkü; bizden önceki nesiller ödedikleri hakikaten ağır bedellerin karşılığı olarak, hesaplarını tarihe bırakmışlardı. Şimdi tarih kovuğundan çıkmış yavaşça esniyor. Şaşmaz mahkemesinde Türk milliyetçilerini de yargılayacak. Çünkü bu iş bir nesil daha böyle gitmeyecek. Devletimiz ne kadar "ölüm-kalım" savaşında bilmiyorum ama milliyetçiliğin bir ölüm-kalım savaşı vermesini mukadder görüyorum.
Uzun bir yazı oldu farkındayım. Şimdilik burada bırakalım. Bu, Türkçülüğün çemberin dışına çıkışının hikâyesiydi. Arada yaşananlar, Türk milliyetçilerinin kovuldukları gettodaki mutlu yaşantısı, bir yırtma yöntemi olarak yalnızca deri koltukları görenler vs. hepsi için en az bir yazı daha gerekiyor. İlk fırsatta yazacağımı söylememe gerek yok zannederim.
Bu yazı, aynı zamanda, erken bir 3 Mayıs anması olsun.
"Uzaklarda dertleşenler! Selam sizlere!"
0 Yorumlar