Radikalizm bir konfor sağlıyorsa eğer, bu coğrafyanın insanının tattığı tek konfor olsa gerekir.
Düşman kuzenlerin bitmeyen kapışmasında yeni perde "izleyecilere" her zamanki numaralarını sunuyor: Kan, gözyaşı ve öfke. Güç dengesinin açık ara ağır basan tarafı İsrail; Filistin kentlerine ve bu kentlerde yaşayanlara acımayı zayıflık kabul ediyor. Bu yüzden zalimce saldırıyor. İç politikada eli sıkışanlar rahatlığı hep olduğu gibi "dışarıda" arıyor. Filistin tarafı yıllardır süren çaresizlikten bıkmış ve İsrail'in zalimce tavrına - ellerinden geldiği kadarıyla - saldırıyla karşılık veriyorlar.
İnsanlar ölüyorlar. Çoğunluğu Müslüman, bazısı Yahudi ve bir kısmı Hristiyan olan bu insanlar, ne olduğunu anlamadan ölüyorlar. Belki de ne olduğunu anladıkları için ölüyorlar. Sonuçta; ölüyorlar. "Ölmek" fiilini çokça tekrarlıyorum. Çünkü; dünyanın dört bir tarafında, hazır retorikle kitlelere seslenenler bunu es geçiyorlar. Herkesin ölüsü kendine şehid ve çok öldüren kazanıyor.
Biz üzülüyoruz. Ama tanımıyoruz. Sadece biz değil, Dünya da tanımıyor. Ne İsrail'i ne de Filistin'i. Bunlar iki isimden ibaretler ve sürekli birbirlerini öldürüyorlar. Bilgimiz bununla sınırlı. İsrail'i destekleyenlerin temel motivasyonu: İsrail'in daha çok sayıda insanı öldürebilme yeteneği. Filistin'i destekleyenler; Filistinlilerin ezildiğini ve müslüman olduklarını biliyorlar. Bu kadar.
Çözüm önerileri? Bizim Dışişleri Bakanı ve Diyanet İşleri Başkanı da "artık bir çözüm bulunmalı" yollu açıklamalarda bulundular. Haklılar. Ama şu anda tüm dünyayı ve özelde Filistin'i izleyenler şu zalim gerçekle karşı karşıya kalmak durumundalar: Bu tarihî hesaplaşmada bir planı olan tek aktör İsrail. İsrail'in planı da oldukça basit: Filistinlileri atabildiğin kadar uzağa at ve özellikle Kudüs'ten tamamen temizle.
Bunun karşısında bir plana rastladınız mı? İki devlet temennisinden, kürsülerin arkasına gizlenen konuşmacıların tehditlerinden, bolca Fetih Suresi'nden ve ezilenle dayanışma çağrısından başka ne söyleniyor? Ve esas soru: Bunlardan hangisi bir çözüm vaat ediyor?
"İnsanlar birbirini severse çatışma olmaz"cılar, teoride çok haklılar. Ama insanlar birbirlerini sevmiyor. Ne olacak şimdi? Mekke yalnızca Fetih Suresi okuyarak mı fethedilmişti yoksa bir kuşatma yapılmış mıydı? Kürsünün arkasından yapılan tehditler geçerli olsaydı, İsrail diye bir devlet hiç kurulmamış olurdu ve iki devletli çözüm için İsrail'in kapısında dilenmeye gerek kalmazdı.
Ümmet Meselesi
Yine bizim Dışişleri Bakanı garip bir açıklama yaparak "ümmete" seslendi. Hangi ümmet? Araplar mı, Farslar mı, Afganlar mı? Neredeki ümmet? Asya'da, Afrika'da, Avrupa'da mı? Topu birden mi? Topu birarada duruyor mu? Herhangi bir diplomatik metinde aynı paragrafta yer alsalar kıyameti koparacaklar mı ümmeti teşkil ediyor? Basit gerçek: Ulus-devlet çağında ümmet olmaz. Belki, bağımsız müslüman devletler olmasaydı, olabilirdi.
"Onlar sözde bağımsız" diyecek birileri, müslüman devletler için. Bir başkası ekleyecek: "Zaten sözde müslümanlar". Peki biz en azından görünürde bağımsız olanlara nasıl destek çıktık da, şimdi zulüm altında inleyene yardım eli uzatmaya kalkıyoruz - üstelik "sözde" bağımsız ve müslümanlarla birlikte.
Yanlış anlaşılmasın. Türkiye Filistin meselesinde çok haklı bir duruş sergiliyor. Ahlâkî olarak haklı bir duruş! Ama işler ahlâkla bitmiyor. Siyasi, iktisadi, sosyal "duruşlar" da gerekiyor. Bu duruşların hepsi toplanınca "çözüm önerisi" oluyor. Üstelik İsrail'in "önerisinden" bin kat daha insanî olacağı da seçiliyor. Fakat heyhat!
Yüksek sesle bağırıyoruz, buğz ediyoruz, sert bakıyoruz, lafı çakıyoruz, efeleniyoruz, dikleniyoruz... Bunlar hep duygusal tepkilerdir. Milletler duygusal tepkiler gösterirler. Devletler bu duyguları politikaya tahvil ederler. Türkiye duygusal tepkiler veriyor ve daha işin burasında yalnız kalıyor. Neden?
Sürgünde bir "Filistin sineması" ortaya çıktı: Çoğunlukla Fransa ve ABD'de film çeken Filistinli yönetmenler eliyle. Yine bilhassa ABD'de yayınlanan ve her geçen yıl genişleyen "Filistin literatürü" var. Yalnız akademik değil, edebî yönden de yükseliyor Filistin diyasporası. "Yükseldiği" yerlere dikkat: "Müslüman düşmanı" Fransa ve "Yahudi lobilerinin kıskacındaki" ABD! Türkiye bu "filmin" neresinde? HAMAS'a siyasi işlerinde yardımcılık yapıyor. Filistin edebiyatı, Filistin siyasetiyle kopuk ilerliyor.
Türkiye'de herkes Filistin'i destekliyor ama "Kudüs'e özlem" temalı ajitasyonların dışında kayda değer hiçbir çalışma yapılmıyor. 500 sene yönettiğimiz yerden bahsediyoruz.
Bu eleştiriler sert geliyor olabilir. Neden sadece Türkiye'yi eleştiriyorsun diyenler de çıkabilir. Türkiye'yi eleştiriyorum çünkü; bütün dünyada Filistin meselesinde ahlaki sınavı geçmiş tek ülkedir. Ağırdan alan AB mürekkep israf olmasın diye tasarruflu kullandığı kelimelerini "birazcık" artırdıysa bunda Türkiye'nin ve Türk milletinin payı yadsınamaz.
Madem ahlakî eşiği geçtik, öyleyse buradan bir siyaset çıkarmalıyız. Mantıklı, makul olmalıyız ama en önemlisi "ümmet birliği" değil denk milletler sırasında bu çözümü aramalıyız. İnsan hakları diye yırtınan milletleri, senenin belirli günleri değil, her gün her saat sıkıştırmak için gerekli bu siyaset. Türkiye'den başkasının ön almaya niyeti yok. İş başa düştü.
Şimdi Türkiye ("artık çözmek gerekiyor" kıvamındaki açıklamaları yeniden hatırlayarak) iki şey yapabilir: İnsan hakları temelinde bir çözüm önerisi getirmek veya şimdiki gibi olduğu yerde tepinmek.
"İnsan hakları" temelinde gelişecek bir çözümü; büyükelçilikte gazeteci doğrayanlarla, aptalca bir hesaplama hatasıyla Amerikalılar yerine sivil uçak vurup utanmadan üstünü kapatmaya çalışanlarla, her fırsatta birbirinin boğazına yapışanlarla arayamazsınız. İnsan hakları temelli çözümü yalnızca kendine güvenen milletlerle birlikte sağlayabilirsiniz. Bu, çözümü getirecek ülkelerin demokrasilerine de sayısız katkı yapacak bir yoldur. Aksi takdirde ümmet peşinde koşmak, olduğun yerde tepinmekle, boşluğa bağırıp cevap beklemekle aynı anlama gelir.
Tarihin En Uzun Davası
İsrail ve Filistin bugün meydana çıkmış değiller. Filistin'de mukim Arap ve Yahudilerin çok eski bir tarihleri var ve bunu aralarındaki kavgaya meze etmekten çekinmiyorlar. Ülkemizde çok da bilinmeyen bir örneği anımsatmak isterim:
Biliyorsunuz en son kapışma İsrail'in Filistinlilerin Kudüs'teki ikâmetlerini gasp etmesi üzerine başladı. Kudüs'e çok da uzak olmayan, Batı Şeria'daki el-Halil bölgesi ise İsrail "gaspının" en büyük ölçeğe ulaştığı yerlerden biridir. Bu gaspın Kir'iath Arba bölgesindeki hikâyesi ise İsrail-Filistin meselesinin özünü ihtiva eden ayrıntılara sahiptir.
Tevrat'ta rivayet edildiğine göre (Tekvin, 23: 1-20) İbrahim Peygamber ölen karısı Sara'yı defnetmek için bölgedeki Hittitetes kavminden bir yer göstermelerini ister. Bu kavimden Ephron adlı şahıs Hz. İbrahim'e, eşini, kendi arazisine gömebileceğini söyler. Fakat Hz. İbrahim bedelini ödemekte diretir ve 400 şekel karşılığında araziyi içindeki mağara ve ağaçlarıyla birlikte satın alır. İşte burada bahsi geçen bölge el- Halil'dir.
Yahudiler, "dedeleri" Hz. İbrahim'den kendilerine miras yoluyla kaldığını iddia ettikleri bölgeyi gasp etmeye başlarlar. Arapların buna tepkisi en az Yahudilerinki kadar gariptir: Buna göre Araplar da Hz. İbrahim'in torunudur. Bu yüzden onlar da mirasa ortaktır. Fakat açıkgöz İsrail Devleti buna şu cevabı verir: Araplar Hz. İbrahim'in köle Hz. Hacer'den doğan oğlu Hz. İsmail'in soyundan geliyorlar, dolayısıyla "gayrimeşru" oldukları için mirasa hak kazanamazlar.
Bu muhteşem epizot bizlere çok şey söylüyor. Ama en önemlisi uluslararası ilişkilerin statik değil son derece dinamik olduğu yönündeki inancın, bu coğrafyada o kadar da kıymeti olmadığını söylüyor - en azından taraflardan birisi diğerine düşmanlık etmeye niyetlendiğinde.
Başlıkta geçen Areopagus, Akropolis'in kuzeybatısında bir tepedir. Antik Yunan'ın en yüksek mahkemesi bu tepede toplanırdı. "Areopagus Mahkemesi" ismiyle... Yahudi-Arap veyahut İsrail-Filistin davası, Antik Yunan'ın mahkemelerinde görülmeye başlanmış, aradan binlerce yıl geçmiş ve modern mahkemelere intikal etmiştir. Sanık ve müşteki birkaç kez değişmiş, bazen başka oyuncular sahneye çıkmıştır. Fakat düşman "amca çocukları" başrol mevkiilerini kimseyle paylaşmamışlardır. Görünen odur ki; "modern" dünyanın ciddi aktör ve aktrislerinin seyirci localarını doldurduğu bu kanlı müsamare daha uzun yıllar sürecektir.
Ne dersiniz? Sizce mesele bu kadar karmaşık değil mi yoksa? O zaman önce "tarafları" ikna etmeniz gerekecek...
İnsanlık düşmanı fikirlerin kutsal mabedlere saldırdığı değil, insanlık "mabedinin" düşmanlarını geri dönmemek umuduyla kovduğu bir dünya... Belki, bir gün!
0 Yorumlar