Cumhuriyet Türküsü'nün yazarına...
Nisan 1919, İstanbul
Payitahtın üzerine sis bulutu çökmüştü. Ne Topkapı ne Dolmabahçe ne de Yıldız görünüyordu. Çamlıca Tepesi'nden şehre bakanların gördükleri manzara grimsi bir beyazlıktan ibaretti.
Taksim Gezisi ortadan kaybolmuş, Ayasofya'da okunan ezanın sesi ancak Sultanahmet'ten duyulabiliyordu. İstanbul'un üzerindeki sis, şehrin bütün tarihini örtüyordu. Fatih'in türbesi görüntüden çıkmış, Süleymaniye'nin Marmara'ya vuran aksi ortadan kaybolmuştu. 450 senelik başkent inatçı bir sise teslim olmuştu.
Güneşin doğduğunu ancak 15-20 adımlık mesafeden birinin yaklaştığını fark edince anlayabilen şehir ahalisi uyuşuktu. Türkler mağlubiyetin ezikliğini yaşıyorlardı. Yenilmiş, teslim olmuş, mütevekkil bir uyuşukluğun esiri olmuşlardı. Türk'ten gayrısı zafer sarhoşluğuyla kendilerinden geçmiş, içkiyi fazla kaçıran ayyaşlara has bir uyuşukluk içindeydiler. 8-9 yaşlarındaki bir erkek çocuğu arayan gözlerle İstanbul sokaklarında dolaşıyordu.
Mehmet, 93 Harbi'nde şehid düşmüş bir dedenin torunuydu. Anası onu doğururken Allah'ına kavuşmuş, babası Büyük Harp'te esir düştükten sonra kim bilir ne olmuştu. Yakın zamana kadar akrabalarının himmetiyle yaşayan küçük Mehmet, artık daha fazla yük olmamak gayesiyle, evden kaçmıştı. Sayısız çocuğa ve yeğene bakmakta zorlanan amcası, onun gidişini fark etmemişti bile. Üç haftadır sokaklarda yaşıyordu. İki günde bir o da ancak kendisini ölmekten koruyacak kadar ekmek bulabiliyordu. Daha doğrusu Mehmet gezebildiği kadar geziyor, arıyor, soruyor ve istiyor fakat muvaffak olamıyordu. Kendisine kader arkadaşlığı yapan ihtiyar, nereden buluyorsa, ekmeğinin bir parçasını ona veriyordu.
En sonunda ihtiyarın ekmek sırrı çözüldü. Yine ekmeği bölüştükleri bir sıra "Köprünün ayağında kupon dağıtıyorlar, onunla ekmek alabilirsin" diye akıl verdi. "Hem o küçüktü, acıyıp belki iki kupon verirlerdi..." Mehmet hemen yola koyuldu.
Köprünün ayağına bir masa atılmış, arkasındaki sandalyede oturan İngiliz subayı ayaklarını masanın üzerine uzatmış, sağ arkasına Ermeni bir tercüman almış, Türklere ekmek kuponu bahşediyordu. Mehmet de sıraya girdi. Yarım saat sonra sıra onundu. Konuşacak dermanı yoktu. Başını eğdi, ağlamaya başladı.
Subay istifini bozmadan onu izliyordu. Neden sonra biraz eğlenmek istedi. Ermeni tercüman aracılığıyla: Eğer, "God save the king" derse iki kupon verebileceğini söyledi. Ermeni tercüman bilerek "Tanrı kralı korusun" bölümünü çevirmemişti. Mehmet bunun ne demek olduğunu sordu. "Bunları söylersen Hristiyan olursun" diye eğlendi tercüman. Mehmet: "Bu da gâvurun kelime-i şahadeti galiba" diye düşündü ve irkildi. Şehid torunu "gavur" olmazdı. Kaldırdı kafasını yürüdü, tek kelime etmeden... Subay ve tercüman sonuçtan bağımsız bir şekilde gülüyorlardı.
Yürüyordu Mehmet. Eski Zağra'dan İstanbul'a yürüyen ninesi gibi yürüyordu. Kanını Rumeli'ye akıtmış, mezar taşı bile olmayan dedesinin ruhuyla yürüyordu. İstanbul'dan çıkıp kim bilir nereye giden babasının hıncıyla, kendisini dünyaya getirdiği anda yiten anasının hırsıyla yürüyordu.
Uzun müddet yürüdükten sonra soluklanmak için durdu Mehmet. Etrafına bakındı. Girip çıkanın, kahkaka atanın, yalpalayanın bol olduğu bir mekânın önündeydi. Girişteki aydınlık tabela dikkatini çekti. Rahmetli nenesinden öğrendiği yarım yamalak elif-benin yardımıyla nerede olduğunu sökmeye çalıştı. Gayın ve lâmı seçtikten sonra biraz zorlandı ama sonunda tı'yı da okuyunca artık he'ye gerek kalmadı. Galata'daydı.
Mehmet'in nerede olduğunu sökmesiyle meyhaneden çıkan iki ayyaş Rum'un onu fark etmesi bir oldu. Mehmet'in yanına doğru geldiler. Daha az sarhoş olanı:
— Ne işin var yavrum buralarda?
— Gezmeye çıktım.
— Bacak kadar çocuk, buralarda gezmeye çıkar?
Sarhoş adam bunu ağır bir Rum aksanıyla sormuştu.
— Kayboldum galiba... Açım da biraz...
— Hristo çocuğa bir şeyler ver.
— Al bakalım ufaklık. Birkaç leblebi kaldi elimde. Bunlar seni tok tutar.
Mehmet memnun kaldı. Sonra birlikte yürümeye başladılar. Yolda çocuğun hikayesini öğrenen Rumlar üzüldüler. Hatta ona yardımcı olmaya karar verdiler. Ayakta durmakta zorlanacak kadar içmiş olanı şöyle dedi:
— Biz sana yardım ederiz çocuğum...
Sonra devam etti.
— Nasil olsa yeni efendi bizleriz. Sen iyi bir köle olduktan sonra ben sana çok yardım ederim...
Diğerinin kolunu dürtmesine rağmen hissetmeyen Rum yüksek makamdan konuşmasını sürdürdü. Konuştukça hakaretlerini arttırdı. Bir taraftan da yürümeyi sürdürüyorlardı. Çöplerin biriktiği alanlardan birine gelmişlerdi. Mehmet kendisine, ailesine, milletine, dinine edilen hakaretlerden bunalmış şekilde:
— Tıpkı bu çöp gibi kokuyorsun, dedi.
Yürüdükçe açılan ve tüm tartışmayı tarafsızlıkla izleyen, hatta arkadaşını sakinleştiren Rum'un gözleri açıldı. Onun korkak bakışları eşliğinde; sarhoş Rum belindeki bıçağı çıkardı ve Mehmet'in boynunu kesti. Sonra da cansız bedenini çöplerin üstüne fırlattı.
İstanbul, şehid çocuklarına yaşama hakkı vermiyordu. İstanbul, Mehmetlerle birlikte ölüyordu...
Ertesi gün sabah ezanı okunurken, şehrin bambaşka semtlerinden birinde ihtiyar bir adam evden çıkmaya hazırlanıyordu.
Önce hasta yatan karısıyla helalleşti. Sonra dul kalmış geliniyle... Sabah namazına gidiyordu ihtiyar Osman Amca. Bir seferinde yapılması gereken işler münasebetiyle dönüş vaktini geciktirmiş, Rumların "merasimine" yakalanmıştı. Ondan beri evden çıkmadan karısı ve geliniyle helalleşmeyi âdet edinmişti.
Dışarıda her zamanki gibi inatçı sis vardı. İçi bulanan Osman Amca'nın aklına yakalandığı Rum merasimi geliyordu. Her gün 9'da Rumlar ve 11'de Ermeniler merasim yaparlardı. Kendi bayraklarını açar, kendi marşlarını söyler, kendi kahramanlarını anarlar ve o esnada yoldan geçen Türkleri de buna zorlarlardı. O meş'um gün saat 9 civarında oradan geçme gafletinde bulunan Osman Amca Rumlar tarafından hemen yakalanmıştı.
Oğlu Balkan Harbi'nde şehid düşmüş Osman Amca kurtulmak isteyince bir temiz dayak yemiş, nihayetinde yüksekçe bir taşın tepesine çıkarılmış, 500 kişilik azgın ve neşeli kalabalığın huzurunda "Zito Venizelos" diye bağırmıştı.
Hasta karısı ve oğlunun emaneti gelini olmasa bırakın dışarı çıkmayı nefes bile almayacaktı ama... Ama ya ondan sonra evin kadınlarına musallat olurlarsa? Yok! Bunu kaldıramazdı. Kendini ölmüş kabul ediyor, sıkıntılarını bu yolla unutmaya çalışıyordu. "İnşallah kimseye yakalanmadan gidip gelirim" diye duasını eden Osman Amca kendine acıyan insanlara has ezik yürüyüşle camiiye doğru yöneldi.
Hakikaten de Osman Amca kendisine acıyordu. Çünkü İstanbul Osman Amcalara acımıyordu artık. Bir yerlerden kendisini kurtarmaya geleceklerin hayaliyle, başkaları için yaşıyordu... Kendi çilesini unutarak!
Takip eden günlerin herhangi birinde; yarı baygın hâldeki bir kadın donuk gözleriyle semayı izliyordu. Aklında bir tek soru vardı.
Nebahat, Cihan Harbi'nde nişanlısını kaybetmiş bir İstanbul güzeliydi. Bakan tekrar bakardı. Çarşaf yasağının gittikçe ağırlaştığı günlerde peçesini sıkıca bağlamayı reddettiği için yobazlar kem gözle, geri kalanları hayranlıkla izlerlerdi onu. Kumral gözleri ışık saçar, daima temiz yüzü insanlara huzur ve güven verirdi.
Yaşı 20'yi bulmayan Nebahat, hayatının ilk üzüntüsünü nişanlısının şehadet haberiyle tatmıştı. Harp bitttiği sıralarda hâlâ üzgündü Nebahat. Nişanlısının "boş yere mi öldüğü"nü araştırmaya koyulmuştu. İmamdan doktora, hatta veresiye defterini yazmak için elif-be öğrenen mahalle bakkalına (ne de okuma bilirdi ya!) kadar sorup sormadığı kimse kalmamıştı. Herkes "şehiddir" diyordu. Bu Nebahat'in kafasına yatmıyordu. Madem şehiddi, öyleyse ne uğruna şehid düşmüştü?
Mutasarrıf emeklisi babası İsmail Bey'in iki evi vardı. Evlerin birinde, annesi öleli çok olduğundan, Nebahat ve babası kalıyorlardı. Diğerinde ise Ermeni kiracıları otururdu.
İstanbul düştükten sonra Ermeniler kirayı ödememeye başladılar. Tek gelir kaynağından yoksun kalan İsmail Bey'in başvurmadığı yer kalmadı. En sonunda taraflar işgal komutanının huzuruna çıkarıldılar. Ve karar:
"Ermenilerin evi zaten onlarındır. Bu zamana kadar haksızca kira bedeli aldığı için, İsmail Bey'in şimdiki evi de Ermenilerin olmuştur. Uslu durursa ve kirayı muntazaman öderse İsmail Bey'in oturmaya devam etmesinde mahzur yoktur."
Tüm malvarlığı tek kalemde silinen İsmail Bey fazla dayanamadı. İki ay sonra kalp sektesinden gitti. Nebahat böylece yalnız kaldı.
O zamana kadar güçlü bir kadındı Nebahat. Sonra Ermeniler çöktü tepesine... Doğduğu evde tutsak oldu. Dövdüler, sövdüler, tecavüz ettiler ona... Defalarca... Çöktü Nebahat. Aklındaki tek soruyla beraber çöktü. Madem kimse huzur bulamamıştı, madem her şeyi ama her şeyimizi kaybetmiştik öyleyse nişanlısı nasıl şehid sayılabilirdi? Boşu boşuna ölmüş olmuyor muydu? Cevap onu tatmin etmese de bunu tekrarlamaya devam etti. Aynı soru, aynı cevap, aynı işkence...
Kumral gözleri siyaha döndü. Bakana huzur veren yüzü soldu, bitti Nehabat'in. Nefes alıp-veren bir makinaya dönüştü. Yaşıyordu öylesine... Öylesine!
Evet, İstanbul öylesine yaşıyordu. İstanbul'un tırnağını söküyorlar, kafasını eziyorlar, ırzına geçiyorlar, canına okuyorlar ama İstanbul teslim olmuş bir vaziyette olanları izliyordu. Öylesine yaşıyordu İstanbul!
Beykoz'daki evin sokağı gören penceresinin dibinde bir adam ayakta durmaktadır. Gördüğü manzara yoğun sisten ibarettir.
Vahiy gelmişçesine söylemeye başlar: "Bu şehr-i İstanbul ki bî mislü behâdır/
Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedadır." Ve bağırır: "Hangi İstanbul'a? Hangi İstanbul'un bir taşına cümle Acem mülkünü feda edeceksin şair? Şimdi o senin İstanbul'unu kurtarmak için Balkan, Anadolu, Suriye, Kafkas gözden çıkarılıyor! Ne talih Kavaklı Fevzi... Ne Sultan Hamid'le anlaşabildin, ne Enver'le... Almanları sevmedin, onlar da seni sevmediler. İngilizlerse güvenmiyor sana. Erkân-ı Harbiye Umum Reisiymiş! Ortada ordu mu var? Korunacak neyimiz kaldı? İşte İngilizi karşılamamak için bulduğun çözüm! "Hastayım." Ne oldu ben hasta olunca; İngilizler gelmekten vaz mı geçti? Lâf, lâf, boş lâf hepsi... Romanlar nasıl insana bir şey öğretmezse, demek şiirler de öğretmiyormuş... Yaşayalım bakalım, daha ne kepâzelikler göreceğiz!" Osmanlı'nın Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa'nın gözleri bu sözleri söylerken çakmak çakmaktı.
Paşa'nın evinin çatısında hasta bir şahin duruyordu. Hastaydı ve aynı zamanda tereddüdlüydü şahin... Boğucu sisten önünü göremiyor, yarası yüzünden hareket edemiyordu. Burada kalmaya devam ederse öleceğini anlıyordu. Her şeyi göze alıp yükseldi. Kanatlarını açtı ama havada durmaya muvaffak olamadı.
Çok değil iki sokak ötedeki bir evin bahçesine düştü ve öldü...
Az ilerideki meydanda toplanan bir grup ihtiyar şahinin düşüşünü belli belirsiz gördüler. Üstüne konuşmaya değer bulmadılar. Birisi havadan söz açtı. Hepsi inatçı sisten dem vurdular. Konu kapandı. Bir diğeri, biraz evvelki şahini unutmamış olacak ki:
— Hayvanlara iyi bakmadığımız için bütün bunlar geldi başımıza...
Diğerleri ses çıkarmayınca devam etti:
— İttihadçı gavurlar topladılar köpekleri, götürdüler adaya... Ne zararları vardı hayvancağızların? Adada zaten bakan olmadı. Birbirlerini yiyerek öldüler zavallılar...
Birisi lafa karıştı:
— Tee buradan duyulduydu o zaman feryatları köpeklerin... Ama Bâb-ı Âlî'den duyulmayınca yitip gittiler.
Konuyu başlatan devam ediyordu:
— Hep o köpeklerin âhı yüzünden kaybettik savaşı. Şimdi evimizinden başımızı çıkaramaz olduk...
Konuşmayan ihtiyarlardan bir başkası söze girdi:
— Köpeklerin de vebali var muhakkak. Amma velakin esas sebeb kadınlardır.
— Kadınlar mı?
— Tabii ya kadınlar. Gazetelerde de yazdılar. Peçesini açan, ayak bileğini gösteren kadınlar yüzünden bu hâle geldik. Allah belamızı verdi.
En yaşlı olanları ekledi:
— Hadis-i Şerif'te ne diyor Peygamberimiz Efendimiz: "Uğursuzluk kadında, atta ve evdedir."
— O hadis için sahih değildir diyorlar.
— Estaizübillah... Sahih olmaz olur mu? Yakında toptan dini inkâr edecekler!
İhtiyarların sesi yükselmişti. Daha epeyce konuşurlardı ama sokaktan geçen İngiliz askerleri onlara tersçe bakınca hemen dağıldılar.
Bir sonraki günün erken saatlerinde, Münferid Yalı'nın mağrur ve yalnız ev sahibi ağır adımlarla yuvasından çıkıyordu. Çok da sevmediği bir arkadaşıyla yemek yiyeceklerdi. Ardından çok sevdiği bir başka arkadaşını ziyarete gidecekti.
"Ne gün olacak ama" diye geçirdi içinden. Her ne kadar at arabaları olsa da, bu adam gün boyu epeyce yürüyecekti. Fakat ayaklarının tabanı yanıyordu. Her yemekten sonra gittikçe artan yanma hissi, orta boylu ve atak görünüşlü, çevik vücutlu bu adamın canını sıkıyordu. Gerçi Mütareke imzalandığından beri ayağının yanması ve sıklıkla gittiği "ayak yolu" macerası biraz azalmıştı. "Herhâlde doğru düzgün yemek yiyemediğimizden, vücudum bana kolaylık sağlıyor" diye düşünüyordu. Şeker hastası olduğundan haberdar değildi. Esasen ölene kadar da haberdar olmayacaktı. Bu adam, hikâyeci Ömer Seyfettin'di.
Kendisini orta halli sayılabilecek bir otel odasında bekleyen ve pek de sevmediği arkadaşı ise şair Yahya Kemal'den başkası değildi.
Ömer Seyfettin at arabasına atladı ve hızlıca otele geldi. Resepsiyondaki Rum'la şairin hangi odada kaldığına dair tartışmaya başladılar. Hikâyecinin sinirleri gergindi. Rum çalışan ise bu sinirli Türk'le konuşmaktan hiç memnun değildi. O esnada Yahya Kemal göründü.
Rum resepsiyoniste kallavi bir selam çaktı, lobide oturan birkaç tanıdığa merhaba dedi ve olanca haşmetiyle Ömer Seyfettin'i kucakladı. Ömer Seyfettin bu durumdan pek memnun kalmasa da sesini çıkarmadı. Hızlıca odaya çıktılar.
Hoşbeşten sonra yemek faslına geçtiler.
Karneyle alınmış kara-kuru ekmeğin yanına bir şeyler uydurmuş yiyorlardı. Ömer Seyfettin bir anlık ağzından kaçırdı:"İyi doyamadık..." Sonra gafının farkına vardı. "Zaten ne zaman doyduk ki? Yine de kesene bereket, koca şair."
Yahya Kemal övülmeyi seven adamdı. Ama önceden beri med-cezirli olduğu Ömer Seyfettin'in, üstelik onun sofrasında, aç kaldığını söylemesi şairi kızdırmıştı. "Madem ekmekle doymadı, lafla doldurayım karnını" düşüncesiyle:
— Her gün yemeğinin yarısını sana ayıracak başka bir sadrazam bulana kadar böyle cancağızım. Malûm, ötekisi kaçınca...
Sinirlenme sırası Ömer Seyfettin'deydi. Talât Paşa sadrazamken hemen her gün görüşürlerdi. Şeker hastası olan Talât Paşa ya sadarette ya da "partinin" Merkez-i Umumî'sinde gördüğü Ömer Seyfettin'e yemeğinin yarısını verirdi.
Önceden - en mahrem sohbetlerde bile - Talât'tan Paşa unvanını atlamaksızın bahsetmeyen şairin şimdiki üslûydu esasen Ömer Seyfettin'i kızdıran. Cevapladı:
— Lokmalarımı saydığınızı bilmiyordum cancağızım...
— Mesele senin yediğin kuş kadar yemek değil azizim. Mesele "yenilen" imparatorluk... Bunlar yemek lakırdıları değil, ciddi siyasî mülahazalardır...
— Talât, gerçi biraz Almanlara meylederdi ama, namuslu bir milliyetçiydi. Hiç olmazsa nev-Yunanîlik yollu saçmalıklara tenezzül etmeyecek kadar tutarlıydı.
Ömer Seyfettin bunları gözlerinden ateş atarak söylemişti. Nev-Yunanî tarikatının yeni ve hızlı müridi Yahya Kemal'e doğrudan hücum ediyordu bu sözler...
Yahya Kemal cevap vermeye yeltense de, hikâyecinin durmaya niyeti yoktu. Şimdi de İstanbul'u diline dolayacaktı.
— Madem beni koskoca Osmanlı'nın sadrazamıyla bir tuttun. Ben de seni birisiyle mukayese edeyim koca şair... Fikret'le. Bakalım o seninle neyi bölüşecek?
Yahya Kemal işin gideceği yeri anlasa da ses çıkarmadı. Ömer Seyfettin sesini toklaştırarak okumaya başladı:
— "Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı munannid,
Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid.
Tazyîkının altında silinmiş gibi eşbâh,
Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh;
Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar
Dikkatle nüfûz eyleyemez gavrine, korkar!"
Patlayan bir volkan gibi yükseldi sonra:
— "Lâkin sana lâyık bu derin sürte-i muzlim,
Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim!"
— Dur, Ömer dur... Bu "Sis" beni boğuyor!
Ömer Seyfettin bir müddet durdu. Sonra aynı tondan devam etti:
— "Ey sahn-ı mezâlim…Evet, ey sahne-i garrâ,
Ey sahne-i zî-şâ'şaa-i hâile-pîrâ!"
Yahya Kemal onu yine durdurdu:
— Dur Ömer! Bu sis yalnız beni değil, "bir devri lanetiyle boğuyor"...
Ömer Seyfettin bu sefer acı acı gülerek: "Keşke" dedi, "keşke boğsa da kurtulsak şu aşağılık vaziyetten..."
Bir süre sessizce durdular. Yahya Kemal, bu sert hücumu sindirmeye uğraşıyorken, Ömer Seyfettin de acaba fazla mı ileri gittim diye vicdanını sorguluyordu.
Biraz sonra şair çevik bir hareketle ayaklandı ve odaya bitişik olan balkona sakladığı iki elmayı alıp getirdi. Bunları tatlı niyetine yiyeceklerdi. Biraz da sunuma tat katmak isteyen Yahya Kemal konuştu:
— Kazakistan'da bir yer var. Almatı diyorlar. Rivayete göre ilk elma burada yetişmiş.
Ömer Seyfettin gülerek:
— Adem Babamız da yasak elmayı Almatı'da mı yemiş?
Yahya Kemal öç alma fırsatını kaçırmadı:
— Orasını bilmem. Fakat bu millete "kızıl elmayı" siz yedirdiniz, mirîm.
Ömer Seyfettin bozulsa da çaktırmadı:
— Bizim yemeğin tatlısı elma değil de ayva olsa daha iyiydi koca şair. Milletle eşitlenmiş olurduk.
Rahatsız edici bir kahkaha patlattı hemen peşinden.
Yahya Kemal öfkelenmişti. İçinden "Neredeyse 1920 oldu. Hâlâ bunu komik sanıyor" diye geçirdi. Ömer Seyfettin sinir bozucu gülüşünü sürdürüyordu. Çünkü millet hakikaten ayvayı yemişti.
Yahya Kemal bu gülüşü susturmanın yolunu arıyordu. Nev-Yunanîliğe ve ardından aşık olduğu İstanbul'a yapılan taarruzlar canını sıkmıştı. Esaslı bir karşılık vermek için toparlandı:
— Bize lâf ediyorsun ama sen de İtilafçılarla düşüp kalkıyorsun, dedi.
Ömer Seyfettin gülmeyi bırakarak:
— Düştük ki, kalkamıyoruz...diye cevapladı.
Düşmek deyince ikisi birden durdular. Ömer Seyfettin'in aklına Ziya Bey geldi. Çok da zevk almadığı bu sohbeti sonlandırdı ve şairin elini laf olsun kaabilinden sıkarak otelden ayrıldı.
İstikamet; Bekirağa Bölüğü'ydü. Orta halli de olsa bir otelden çıkıp, tutukevine gitmek ve her ikisinde de başka başka arkadaşları görmek... "Bunun hikâyesini yazmalı" diye söylendi Ömer Seyfettin "ama her şey bittikten sonra..."
Bekirağa Bölüğü ağzına kadar "mahkûm" doluydu. Ömer Seyfettin'in arkadaşlarının, tanıdıklarının neredeyse tamamı buradaydı. Paşalar, devlet vazifelileri, partiden arkadaşlar ve hepsinin ötesinde Ziya Gök Alp. Hikâyeci, buraya eski dostunu görmeye gelmişti.
Bekirağa Bölüğü'nün sorumlu subaylarından birisi Ömer Seyfettin'in Balkan Harbi'nden arkadaşıydı. Bu yüzden hem Ziya Bey'e kolaylık sağlıyor hem de Ömer Seyfettin ziyarete geldiğinde onları yalnız bıraktırıyordu. Yine öyle oldu.
Bölüğün bahçesinde bir banka oturdular. İkisi de keyifsizdi. Ziya Bey havaya bakarak: "İnadından vazgeçmiyor" dedi. Ömer Seyfettin önce şifreli konuştuğunu zannederek anlayamadı sonra Ziya Bey'in daima açık konuştuğunu hatırlayarak havadaki sis bulutundan bahsettiğini çözdü. "Senin gibi Ziya Bey..."
Ziya Gök Alp hafifçe tebessüm etti. Aklına tutuklanmadan önce Ömer Seyfettin'in İstanbul'u terk etmesi için yaptığı baskılar geldi. Terk etmemişti. Kaçmamıştı. Alnı açıktı ve şimdi kaderine razı bir idam mahkumu olarak kurşuna dizileceği anı bekliyordu.
Bu sırada Ömer Seyfettin dışarıdaki havadisleri sıralamaya başladı. Anlatmaya en sondan başladığından ve aynı esnada Gök Alp kendi idamını düşündüğünden Yahya Kemal faslı karambole geldi. Sonra İtilafçılarla yaptığı konuşmaları sıraladı hikâyeci. Ziya Bey lafın burasında dikkat kesildi. Ömer Seyfettin de daha bir heyecanla sürdürdü anlatmayı. Gök Alp araya girerek sorular soruyor; İtilafçıların, İngilizlerin, Fransızların, İtalyanların, Yunanlıların ne düşündüklerini öğrenmeye çabalıyordu. O memleket siyasetiyle ilgili soruyor, Ömer Seyfettin cevapları yalnızca Ziya Gök Alp'ın şahsıyla sınırlayarak veriyordu. Yine de anlaşıyorlardı.
Ziya Bey: "İtilafçılarla görüşmeye devam edin Ömer Bey. Cavid meselesinde işimize yaradı. Buraya tıkılanlara belki bir faydanız olmaz ama dışarıdaki arkadaşlara yardımınız dokunabilir." Ömer Seyfettin vazife şuuruyla dinledi. "Diğer arkadaşları bilmiyorum ama size de bir faydam dokunsun diye çabalıyorum Ziya Bey. Çünkü siz yazı yazmaktan başka bir şey yapmadınız. Ama korkarım..."
Ömer Seyfettin yutkundu. Ziya Bey en ağırına bile hazır bir metanetle bu vefalı arkadaşını dinliyordu. Onu cesaretlendirmesi gerektiğini anladı: "Aramızda gizli saklı olmaz Ömer Bey. Neyse, tek seferde söyleyin. Olsun bitsin" Ömer Seyfettin: "Ama korkarım... En ağır cezayı da size çektirmek istiyorlar. Aslında siyasetçi ve asker takımını iknada zorluk yaşamayız. Nitekim ben birkaç kişiyle görüştüm. İyi gitti. Sonra Ali Kemal kampanya başlattı Peyam'da..."
— Ne kampanyası?
— Mühim değil.
— Öyleyse söyle.
— Yani çok önemli bir şey değil. Yeni de bir şey yok, her zamanki şeyler...
— Ömer Bey!
— Tamam, tamam... "Ziya Gök Alp idam edilmelidir" diye yazıyor. Cevap vermeye çalıştık ama işgalciler izin vermiyor.
Ziya Bey hafifçe güldü. Sonra mahzun bir tavırla "Ben de bazen aynı şeyi düşünüyorum Ömer Bey. Ama korkarım Ali Kemal'le rolleri değişmeden ölemeyeceğim..." Gök Alp bunları hakikaten üzülerek söylemişti. Ömer Seyfettin ise neden olduğunu bilmeden rahatladı.
Bu aralık sisin içinde birinin yürüdüğünü gördüler. Nöbetçi subaydı. Bir şey demesine fırsat vermeden Ziya Bey ayaklandı. Ömer Seyfettin'in elini samimiyetle sıktı. Ardından ağır adımlarla uzaklaştı.
Ömer Seyfettin bir müddet Ziya Gök Alp'ın gidişini seyretti. Balkan Harbi'nde savaşmış, Yunan'a esir düşmüştü. Çok sevdiği annesinin ve anavatan Rumeli'nin kaybını görmüştü. İkisinin de acısını aynı şekilde hissediyordu ve şimdi bu acılara arkadaşlarının tutuklanması, İstanbul'un fillî işgali de eklenince yüreğine ağırlık yapıyordu. İki adım atıp yalpaladı. Kendisini üzerinde paşa üniforması olan sarışın bir subay yakaladı ve kaldırdı. Ömer Seyfettin hâlsizce teşekkür etti. Subay da burada daha fazla durmak istemediğinden, üstelemeden çıktı gitti.
O esnada koğuşuna doğru yürümekte olan Ziya Bey, Fethi Bey'e rastladı. İkisi de, sorma lüzumu duymaksızın, ziyaretçilerle görüştüklerini anladılar. "Bizimki belli de sana kim gelmiş Fethi Bey?" Fethi Bey yüksek sesle "Eski bir dost" dedi. Sonra fısıltı hâlinde devam etti: "Mustafa Kemal".
Bu aralık Ömer Seyfettin biraz toparlanmıştı. Bir an evvel burayı terk etmesinin uygun olacağını düşünürek bahçeden çıktı. Meydanda hazır bekleyen at arabalarından birine atlayarak evine doğru yollandı. Yol boyunca yazacağı "büyük eseri" tasarlayacaktı...
Nisan ayının ortası geçilmişti. Bu İstanbul için erguvan mevsiminin başlangıcı anlamına geliyordu. Ama büyümesi için yalnızca rüzgâra ve güneşe ihtiyaç duyan erguvanlar, daha açmadan solmaya yüz tutmuşlardı. İstanbul'da yaprak kımıldamıyordu. Ve şehrin üstündeki sis bulutu o derece inatçıydı ki, güneşe geçit vermiyordu. Mevsimi gelmesine rağmen İstanbul'u mor rengiyle (hanedan rengiyle) süslemesi gereken erguvanlar mahzun ve içe kapanık oturuyor, sanki İstanbul'a, artık hanedan rengini hak etmediğini haykırıyorlardı.
Boğazın cam gibi berrak ve köpürdüğünde beyaz suları inatçı sisin gölgesinden laciverde, kopkoyu bir laciverde dönmüştü.
İstanbul sisliydi. İstanbul'un havası ikircikliydi. Koca şehirde bir adamda, yalnızca bir adamda, tereddüt yoktu. Ona göre olanlar nasıl açıkça görülüyorsa, yapılacaklar da öylece belliydi. Şehr-i İstanbul'un zehirli havası bu adamı bunaltıyordu. 450 senelik başkente herkes sığıyordu. İsgalcisi, şakşakçısı, emeklisi, mazlumu, zalimi hatta fahişesi sığıyordu da, bir adam sığamıyordu. Şehir onu, o da şehri kusmak istiyordu. İstanbul'un havası hiç olmadığı kadar zehir saçıyordu.
Gecesini gündüzüne satmış şehrin sisli havasının içinde zar zor seçilen Erkân-ı Harbiye binasındaki bir odada oturan Cevad Paşa, karargâh subayı Diyarbakırlı Kâzım Bey'e sordu:
— Kara Tahsin yaşıyor mu?
— Öldü paşam, bir seneye yaklaşıyor.
Cevad Paşa sinirli bir edayla söylendi:
— Hayır ölmedi. Eskiden bir tane Kara Tahsin vardı. Şimdi ortalık Kara Tahsin'den geçilmiyor. Ekledi: "Bak bir tanesi sadrazamlık bile yapıyor."
Biraz sakinleştikten sonra etrafını incelemeye başladı. Burası kendisine hiç de yabancı bir yer değildi. Üstelik "hastalık izninde" bulunan Fevzi Paşa'nın vazifesi de ona verilecekti. Olmayan ordunun bir numaralı komutanı olmak! "Ne büyük şeref (!)" diye geçirdi içinden.
Sonra onu merakla izleyen Kâzım Bey'e döndü:
— Adaşın yola çıkmış mı?
Kâzım Bey önce afalladı. Sonra şaşkınlıkla konuştu:
— Karabekir mi Paşam? Vardığına dair telgraf aldım.
— Güzel. Gitmeden evvel görüşemedik onunla. Hâli nasıldı?
Kâzım Bey, Cevad Paşa'ya saygı duyardı. Fevzi Paşa'nın yerine vazifeye atanacağından da haberi vardı. Göreve gelmeden karargâha gelişini zor zamanlarda sorumluluk almak olarak yorumluyor, bu da Cevad Paşa'ya saygısını bir kat daha artıyordu. Ama deminden beri garip sorular sorması Kâzım Bey'i şüphelendirmişti. "15. Kolordu'nun başına giden adamın hâlini merak ediyor. Esas merak edilmesi gereken kendisi olsa gerek..." diye düşünürken, Cevad Paşa daha yüksek bir sesle soruyu tekrarladı:
— Karabekir, diyorum, nasıldı?
Kâzım Bey düşünce denizinden sıyrılarak:
— Her zamanki gibiydi Paşam.
— O ne demek oluyor?
— Gururlu, sadık ve öfkeli.
— Kime öfkeliymiş?
— Herkese... Enver'e köpürüyor; Almancıymış, kaçmış gitmiş... Turancılara kızıyor; Boğaz'a nazır şiir yazmaktan başka iş yapmıyorlarmış, İngilizlerin suyuna gidenlere kızıyor; "memlekete böyle fayda sağlanır mıymış?", Vahdettin'e kızıyor; ağabeyi gibi saraydan çıkmaz pısırığın biriymiş... Velhasıl, Karabekir herkese kızıyor Paşam. Öfkesi kabına sığmıyor. İstanbul'dan kurtulduğuna sevinerek gitti.
Cevad Paşa belli belirsiz gülümsedi. Biraz düşündükten sonra ayağa kalktı. Kâzım Bey'e en kısa zamanda ordu envanterini ve subay listesini görmek istediğini belirtti. "Emredersiniz" hitabı eşliğinde Erkân-ı Harbiye'den çıktı.
Dolmabahçe Sarayı'nın az ilerisinde bir adam ayakta durmuş, Boğaz'ı kaplayan inatçı sis bulutunu ve düşman gemilerini izliyordu. Aklı başka yerdeydi:
— Oğlum Kemal ticaretten anlamazsın. Dolandırıldın gördün. Ziraatten anlamazsın. Baban çiftçi değildi. Askerlik yapamazsın, memleket savaşı kaybetti. Öyleyse neye uğraşıyorsun?
Sanki işini bilmez bir cellat kemendi onun boynuna takmış da acemiliğinden bir türlü işini bitiremiyormuş gibi hissediyordu. Boğuluyordu ama kurtulamıyordu. Bir an durakladı. Mavi gözleri - ki bu saatte İstanbul'da iki şey maviydi: birisi Sultanahmed ötekisi onun gözleri- alev atmaya başlamıştı. Hızla ve kararlı adımlarla Şişli'deki evine doğru yöneldi.
Cevad Paşa, bir saat sonra, Fevzi Paşa'nın Beykoz'daki evindeydi. Askerce kucaklaştılar. Hâl-hatır sormayı, naspı-rütbeyi bir kenara bıraktılar. Bu dakikada iki eski silâh arkadaşıydılar. Mağrur, heybetli ama çaresiz iki arkadaş...
— Erkân-ı Harbiye'de turladım biraz. Ama Anadolu işinin nasıl gittiğini senden duymak istedim Fevzi.
— Yakup Şevki Paşa "ağırlıklarını" Anadolu'ya atmış. İngilizleri kızdırmış, mecbur İstanbul'a çağrılacak. Karabekir'i Hoca'nın ağırlıklarını toplasın diye yolladık.
— Hoca'nın gelişi mukadderdi zaten. Gözlerinden tedavi olacakmış.
— Evet haberim var. Mersinli Konya'da, Yıldırım Orduları'ndan arta kalanları topluyor. Ali Fuad Ankara'ya varmış.
— Mersinli'nin vazifesi ne?
— 2. Ordu Müfettişi.
— İyi. Seni de 1. Ordu Müfettişi yapalım. Yanımda durursun. Başka türlü temizlenmez bu mezbelelik...
— Teşekkür edemiyorum Cevad. Durum malûm. Ama biz burayı toparlarken Anadolu'da biraz kımıldanırsa elimiz rahatlar.
— Karabekir'i yolladığın vazife mühim. Ama onun üstünde birini atamak gerekiyor. Hem mıntıka geniş, hem geçiş güzergahı, hem birlikler yetersiz...
— Her şeye rağmen ağırlık noktamız!
— Haklısın Fevzi... Her şeye rağmen...
— Durumu kavrayacak birine ihtiyacımız var. Anadolu'da direniş hattı kurabilmeliyiz... İstanbul İstanbul'dan, saltanat Yıldız'dan savunulmaz...
— Doğru. Kimi düşündünüz oraya ?
— Vazifelinin daha evvel ordu komutanlığı yapmış olması lazım. Bu sorumluluk alanını göz önüne alınca, şart. Almanlarla ve Enver'le arasının bozuk olması lazım. Bu da İngilizlerin şüphelenmemesi için şart. Bu şartlara uyan kaç kişi var? Bir avuç etmiyor.
— Mustafa Kemal?
— Mersinli'nin vazifesini ilk ona teklif ettik, kabul etmedi.
Cevad Paşa lafın burasında durdu. Çanakkale'de, Suriye'de birlikte çarpıştığı Mustafa Kemal'i düşündü. Sonra Fevzi Paşa'ya döndü:
— Saltanat... Olmazsa olmaz mıdır Fevzi?
Fevzi Paşa bu mevsimsiz sorudan işkillendi.
— O nasıl soru Cevad? Her şeyini kaybetmiş memleketi bir de saltanatsız mı düşünelim?
— Mustafa Kemal'e görevi teklif ederken ne dediniz?
— Merkeze tam bağlı olmayacak, Mondros şartlarına direnecek, orduyu her şeyin dışında tutacak ve çatışmadan kaçınacaktı. Bunları söyledik.
— Sen onu benden eski tanırsın Fevzi. İki şey var ki, bunlar olmadan Mustafa Kemal vazife kabul etmez: Evvela kendisi bu işe inanacak. Hatırlasana 7. Ordu'dan nasıl istifa etmişti? Saniyen yetkisi geniş olacak. Yine hatırla, 7. Ordu'ya nasıl geri dönmüştü?
— Bunları biliyorum da, bilmediğim bir şey var.
— Nedir?
— Mustafa Kemal'in kafasının içindekiler... Mesela saltanat bahsi...
Sarışın mavi gözlü subay Şişli'deki evine girmek üzereydi. Köşede kendisine "yaverlik" ve gözcülük eden mahalle çocuklarına göz kırparak anahtarı çevirdi ve içeri girdi. Bu yaverlik meselesi, işgal subaylarına rast gelmemek için bulduğu çözümdü. Bir terslik olursa, çocuk askerler, kendisine göz-kaş işaretleriyle haber veriyorlardı.
Karnı açtı. Yemek yiyecek hâli yoktu. Bugün Boğaz'a inmiş, tüm görüntüyü kaplayan düşman zırhlılarını tiksinerek seyretmişti. İstanbul'a geleli neredeyse beş ay oluyordu.
Çok görev teklif edilmişti ama hiçbiri ona göre değildi. Bu yüzden açıktaydı. Vazife kabul etmiyor diye arabası alınmış, aylığında da kesintiye gidilmişti. Padişah'tan Harbiye Nazırı'na, muhalefetten iktidara herkesle görüşmüştü. Herkes "tevekkül" ediyordu. Şark'ın bu huyundan nefret ediyordu. Yakın zamanda; İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcileriyle de görüşmüştü. Peş peşe yapılan bu görüşmeleri iyice tartmak için kafasını boşaltmaya ihtiyaç duymuştu. Boğaz'a inişi bu yüzdendi.
Üst kattaki sedire kuruldu. Yarı oturur vaziyetteydi. Kendisini cephelerde yakalayan hastalık, burada da rahat bırakmıyordu. Bir de tesirini halen hissettiren İspanyol gribi mel'unu, sağlığını iyice bozmuştu.
Kapı çalındı. Gelen bir başka Osmanlı subayıydı. Mustafa Kemal'den 3 santim daha kısa, gözleri ve alnı açık bu adam hızlıca eve girdi.
— Hoş geldin İsmet.
— Hoş bulduk Paşam.
Mustafa Kemal Paşa'nın masasının üstü hiç olmadığı kadar düzenliydi. Masanın üzerinde birkaç sayfa beyaz kağıt ve bir de kitap vardı. İsmet Bey, Fransızca olduğunu anladığı kitabın ismini ters tarafta durduğu için okuyamadı önce. Sonra hiç istifini bozmadan biraz daha dikkatle baktı. Kemal Paşa bu sahneyi keyifle izliyordu. İsmet Bey mütebessim bir edayla:
— Hayrolsun Paşam, Nemrud Mustafa Divanı'na mı davet olundunuz?
— Ben değil İsmet, ben değil...
— Öyleyse kim?
— Bütün bir millet!
Masanın üzerindeki kitap Victor Hugo'un "Bir İdam Mahkumunun Son Günü" idi. İsmet Bey acı acı gülümsedi. Yine de pek renk vermedi. Bir müddet havadan, daha doğrusu havada asılı duran sisten, konuştular. Sonra İsmet Bey karargâhta gördüklerini anlattı. Mustafa Kemal ise susuyordu. İsmet Bey memlekete yerleşip, çiftlik hayatı yaşamak isteyen subaylardan söz etti. "En iyisi böyle yaşamak, biz de erkenden yer kapmalıyız" diye anlatırken, Mustafa Kemal neredeyse tize basan bir ses tonuyla ve müthiş sinirle:
— Saltanatmış... Elimizde bir tek bu kalmış... Herkes böyle düşünüyor.
İsmet Bey şaşkınca:
— Doğrusu da öyle değil mi Kemal?
Kemal Paşa daha tok bir sesle:
— Değil. Her şey bittiyse millet var. Her yer yıkıldıysa Anadolu duruyor. Millet azmetsin, Anadolu karar versin bu vatan kurtulur İsmet.
İsmet Bey arkadaşının delirdiğini düşündü. Biraz sessizlikten sonra sakince sordu:
— İyileşemedin mi Kemal?
Mustafa Kemal aynı sakinlikle ve evin içinde turlayarak:
— Karlsbad'ın havası iyi gelmişti. Ama İstanbul'un zehirli havası beni yeniden hasta ediyor İsmet...
Peşine bir sigara yaktı. Tek nefesini ziyan etmeden içti sigarasını... Sonra bir daha... İsmet Bey arkadaşının hâlini iyi görmese de eve dönmek zorundaydı. Neticede yeni evli sayılırdı. Mevhibe Hanım, kızdırmaya gelmeyecek kadınlardandı.
— Neyse Paşam size doyum olmaz. Müsaadenizle ben evime doğru yollanayım.
— Kaç bakalım İsmet... Nasıl olsa ben seni ayağıma getirtmesini bilirim.
— Ne zaman emrederseniz Paşam.
Gülüştüler.
Zamanı bir Fransız matmazelinin bileğine süs diye takmış İstanbul'da iki şey geçmiyordu: sis ve saat. İsmet Bey gideli neredeyse iki saat olmuştu. Mustafa Kemal bu sürede biraz yemek yemiş ve yine çokça düşünmüştü. Yeniden kapı çaldı.
"Bu saatte iki şeye gelinir: ya tevkifat ya da yeni doğmuş çocuğa müjde" Mustafa Kemal bunları belli belirsiz ağzında yuvarladıktan sonra revolverine sarıldı. Merdivenin başında uygun yere mevzilenen Paşa kapıya doğru bağırdı:
— Kimdir o?
— Benim, Cevad.
Mustafa Kemal gülmeye başladı. Tatlı bir Rumeli şivesiyle: "Hadi bakalım Cevad Paşa... Nasıl bir müjde getirdin acaba?" diye söylendi. Kapıyı açtığında hâlâ gülümsüyordu.
— Hayrolsun Kemal Paşa neye gülüyorsun?
— Kendi başkentimde, kendi evimde merdivene mevzilenip Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi'ne nişan alışıma...
Cevad Paşa da ona eşlik etti. Gülerek sarıldılar.
Üst kata çıkmalarıyla resmîleşmeleri bir oldu. Cevad Paşa işi uzatmadı:
— 9. Ordu'dan kalanları toparlayacak, Anadolu'da direniş hattı kuracak bir subaya ihtiyacımız var. Samsun'da isyan çıkıp duruyormuş, bunu bahane ederek gidecek, geniş yetkilerle...
— Kabul.
— Anlamadım?
— Kabul ettim diyorum Cevad Paşa. Resmî unvanım nedir?
Cevad Paşa şaşkın ama rahatlamış insanlara has vurgularla:
— 9. Ordu Kıtaatı Müfettişi olacaksın Kemal.
— Samsun mu demiştiniz?
— Evet, vazifeye oradan başlayacaksın. Sonra...
— Sonrası benim bileceğim iş... Değil mi Paşam?
Cevad Paşa, eski arkadaşını bu kadar diri bulmayı beklemiyordu. "Var ağzında bir bakla ama şimdi sorsam söylemez" düşüncesi aklını kurcalarken cevapladı:
— Tabii senin bileceğin iştir. İşgalciler işkillenmeden ben müsaade isteyeyim. Yarın Erkân-ı Harbiye'den dosyalarını alıp Nezaret'e uğrarsın. Dosyalar Kâzım Bey'de. Eklemek istediğin bir şey olursa çekinme.
— Çekinmem.
— Şevket Turgut Paşa pek dosyalarla ilgilenmiyor, onaylayacaktır.
— Damad Ferid?
— Onu sonra düşünürüz Kemal.
— Pekâlâ Paşam. Teşekkür ederim.
Cevad Paşa gayet memnunca kafa selamı verdi. Tokalaşmanın ardından hızlıca evden ayrıldı.
Kemal Paşa düşünüyordu. Yarı oturur vaziyet canını sıktı ve ayağa kalktı. Elinde büyük taneli 99'luk sarı tespih, evin içinde turluyordu. Bir harita açtı:
Parmağını Trablusgarp'ın üzerine getirdi: "Burada gözünü kaybettin." Oradan Suriye'ye sürükledi: "Burada ciğerini zedeledin." Sonra İstanbul'a geldi: "Burada az daha durursan şerefini kaybedeceksin."
En nihayet Samsun'u buldu: "Şerefimi vermem. Canımı belki...
Ama burası kazandıracak sana Kemal. Burası millete kazandıracak..."
Sonra Cevad Paşa'nın geliş anını bir daha hatırına getirdi. "Müjdeyi verdin Cevad Paşa... Henüz senin de haberin yok ama bu gece bir çocuk doğdu. İsmini de bizzat ben koydum: istiklâl."
14 Mayıs 1919, Çarşamba
Sisin yine her tarafı kapladığı bu gece Mustafa Kemal Paşa yemeğe davetliydi. Davetin sahibi Devlet-i 'Aliyye'nin sadrazamı Damad Ferid Paşa'ydı.
Kemal Paşa tam saatinde Ferid Paşa'nın Nişantaşı'ndaki evine geldi. Sadrazam onu ayakta ve saygılı bir edayla karşıladı. Kemal Paşa da aynı saygıyla mukabelede bulundu. Hemen yemek masasına oturdular ve beklemeye başladılar.
İki adam bakışlarını kesinlikle diğerinin üzerine getirmeden birbirlerini tartıyorlardı. Ferid Paşa arada saatine bakıyor ama sıkıldığını belli eden nidalar haricinde ses çıkarmıyordu. Mustafa Kemal Paşa kafasındaki şeyi bozacak bir durumla karşılamaktan çekiniyor fakat kat'iyen renk vermiyordu.
Uzun süren sessizliği Ferid Paşa bozdu. "Nerede kaldı acaba?" Mustafa Kemal Paşa fazla merak etmez görünen tavrıyla sordu:
— Birini mi bekliyorsunuz?
— Evet. Cevad Paşa'yı da davet etmiştim.
Bu muhavere sürerken aşağıdan sesler gelmeye başladı. İki dakika içinde Cevad Paşa da sofradaki yerini almıştı.
Çok çeşitli olmasa da basit de sayılamayacak yemekler yavaşça yendi. Yine hiç sohbet edilmedi. Yemeğin sonuna doğru bu sisten de bıktırıcı sessizliği yine Ferid Paşa bozdu:
— Yemekten sonra biraz görüşelim.
Tatlılarını yedikten sonra ayaklandılar. Ferid Paşa kahvelerin çalışma odasına gelmesini emretti.
Çalışma odası, tam ortasında büyükçe masa bulunan, pek de geniş sayılamaz bir şekle sahipti. Masanın başına toplandılar. Ferid Paşa haritayı istetti.
— Müfettiş Paşa siz Samsun'da ne yapacaksınız?
— Efendim İngiliz raporları bile ciddi kargaşalardan bahsediyor. Yerinde göremezsek çözemeyiz.
Cevad Paşa lafa karıştı:
— Yerinde görmek ve orada çözmek gerekir.
Ferid Paşa tatmin olmamıştı. İkinci soruyu buyurgan edasını takınarak sordu:
— Peki ne kadarlık bir bölgeden bahsediyoruz? Sizin kontrolünüzde olacak yani?
Mustafa Kemal Paşa haritada öylesine birkaç yeri gösterdikten sonra, bilmezden gelerek:
— Galiba buralar olacak. Ben de tam bilmiyorum. Gidince netleşecektir.
Cevad Paşa, konuşulan meselenin lüzumsuzluğunu göstermek istercesine masanın başından çekildi. Çekilirken de söylendi:
— Evet gidince netleşir. Zaten ordu mu kaldı ki?
Bu izahat Ferid Paşa'yı yine tatmin etmese de memnun etmişti. Anlaşılan karşısında duran iki paşanın da mevcut duruma uymaktan başkasını düşünecek hâli yoktu. Bu, Ferid Paşa'nın lügatında "terslik yok" anlamına geliyordu.
O sırada kahveler geldi. Hepsi birer koltuğa oturdu ve içeceklerini tüketti. Ferid Paşa misafirlerine sigara ikram etti. Misafirler sigaralarını da içtikten sonra müsaade istediler.
...
Şimdi İstanbul'da sis ağırlığını artırmıştır. İki adam kol kola girmişler, askerce adımlarla Nişantaşı - Teşvikiye arasındaki kaldırımları çiğnemektedir. Bu adamlardan birisi düşünceli, diğeri sakindir. Düşünceli olanı samimî lisanla sorar:
— Bir şey mi yapacaksın Kemal?
Kemal Paşa ikiletmez:
— Evet Paşam, bir şey yapacağım!
Cevad Paşa, derin sise bakar, iç çeker ve nefes verircesine ünler:
— Allah muvaffak etsin!
Mustafa Kemal Paşa gözlerinden sisi kaldırmış, patlamaya hazır volkanların çıkardığı sese benzer sesle cevaplar:
— Mutlaka muvaffak olacağız!
Fazla sürmeden yol ayrımı belirir. İki asker arkadaşça kucaklaşırlar. Kemal Paşa ayrılırken sorar:
— Yarın müsait misiniz Paşam? Veda ziyareti, malûm.
— Müsaitim. İstediğiniz vakit gelebilirsiniz.
Yarın görüşmek üzere ayrılırlar. Cevad Paşa sisin içinde kaybolur. Mustafa Kemal Paşa evine doğru yollanır. Fakat bir gariplik vardır.
Türklerin tek ayak üzerinde, kedi sessizliğiyle yürüdüğü bu şehirde Mustafa Kemal kaldırımları çizmeleriyle döverek yürümektedir. O ayağını kaldırımlara vurdukça, gökteki sis hafiflemektedir. Sis hafifledikçe, Kemal Paşa midesinin sağında vücuduna yük olan ağrıyı unuturak daha da güçlü adımlarla yürümektedir. Küflenmiş kaldırımların havaya fırlayan tozları, şehrin üzerindeki sisi kovalamaya başlar. Rüzgarsız şehirde rüzgar çıkar. Kemal Paşa keyiflenmiştir. Bir sigara yakar.
Yolun biraz dışında, denize yakın bir yerde durur. Amacı rüzgarın yönünü tayin etmektir. "Güneybatıdan esiyor... Lodos bu."
Hakikaten de bu lodos, uzlaşmaz bir tavırla şehre musallat olmuş sisi süpürüyordu. Sis inadından vazgeçmişti ama bu henüz teslim olduğu anlamına gelmiyordu. Bütün sis kümeleri tek bir noktada toplanıyordu. Mustafa Kemal sis bulutlarının toplandığı noktayı iyi biliyordu. Âşiyan'da biraraya geliyorlardı. "Bunları kovalayan rüzgâr nereden geliyor olsa gerek" diye düşündü. Bolayır'ı hatırladı.
Namık Kemal'in kabri buradaydı. Rüzgâr sanki şair Kemal'in sesini, asker Kemal'e iletiyordu:
"Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini"
Rüzgârlarla gelen bu sorunun cevabını fırtınalarla verecek diğer Kemal sis bulutlarını geri dönmemecesine yırtıp atan duruşuyla tamamlıyordu:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."
İstanbul uzun zaman sonra nefes almaya hazırlanıyordu...

0 Yorumlar