Yeni Türkiye (Troçki)


Türkiye, biliyorsunuz, belirli aralıklarla "yenilenen" bir ülkedir.

Bu yenilenmenin yaşandığı tarihlerden birisi de 1908'dir. Meşrutiyet'in yeniden ilan edilmesi üzerine "2. Meşruiyet" olarak tanımlanan bu olay, tarihimizin en fazla tartışılan noktalarındandır. 

1908'den sonra durumumuz nasıldı? İmparatorluğun önündeki alternatifler nelerdi? İçeride asla barışmaz düşmanlıklarımız sürerken dışarıdan nasıl görünüyorduk? 

Tüm bu soruların cevabını kendi ismiyle anılan bir ideolojinin de sahibi olan "meşhur komünist" Troçki'den soracağız. 

Troçki her şeyi açıklamıyor. Fakat keskin gözlem yeteneğiyle, beklenenden çok daha fazlasını görüyor ve yorumluyor. Türkiye'nin bugün de devam eden problemlerinin yüz sene önceki hâli ilginizi çekiyorsa, bu makaleyi okumalısınız. (Troçki'nin Türk Devrimiyle ilgili bir dizi makalesi var ama devrimin dahili sebeplerini tespit eden ve açıklayan en iyisi budur.) 

Troçki ortalamanın üzerine çıkmış nadir solculardandır. Dehası kabına sığmayan bu adam, hayatını kavganın içinde geçirdi ve nihayetinde bir suikastla öldürüldü.

Devrimden (1917) önceki sürgün döneminde Viyana'da gazetecilik yapan Troçki'nin, özellikle o dönemin meşhur "Balkan Sorunu" üzerine yazdığı makaleler bir kitap büyüklüğündedir. 

Nitekim Rus Devrimi'nden sonra bu yazıları yayınladı. Türkçe'ye "Balkan Savaşları" adıyla çevrilen kitabı, Balkan Harbi'yle ilgili okunması gereken eserler arasındaki yerini aldı ve hâlen de muhafaza etmekte.

"Balkan Savaşları" kitabı 2012'de Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları serisinden yayınlandı. Kitabın çevirisini Tansel Güney yaptı. Aşağıdaki makaleyi, adı geçen kitabın 8-17. sayfaları arasından aynen aktarıyorum. Kitabın tamamını da gönül rahatlığıyla tavsiye ediyorum.


Yeni Türkiye

Jön Türkler etkilerinin doruğuna ulaştılar. Parlamentoda çoğunluğa sahipler. Parlamento başkanı bir Jön Türk. Padişah eski asileri durmak yorulmak bilmeksizin bağrına basıyor. Avrupa diplomasisi de onları candan kucaklamaya hazır… Ahmet Rıza’nın, Paris’te yaşayan bir göçmen ve bir yeraltı gazetesinin editörü iken, Türk halkını İstanbul'un azgın zorbalığından koruması için Birinci Lahey Barış Konferansı’na başvurduğu günden bugüne kaç yıl geçti? Kendisine kabaca kapıyı göstermişlerdi. Hiçbir diplomat onu dinlemek niyetinde değildi. Hollanda hükümeti, kendisine “sorun çıkaran bir yabancı” olarak ülkeden kovulacağı tehdidini yöneltti. Ahmet Rıza, nüfuzlu parlamenterlerin kapılarını boşuna çaldı: Kendisini kabul etmeyeceklerdi. Sadece sosyalist Van Kol ona destek verdi, başkanlığında bir toplantı düzenlendi. Ahmet Rıza bu toplantıdakilerin desteğini elde etmeye çalıştı. Oysa şimdi, Avrupa hükümetlerinin yarıresmi organları, Türk parlamentosunun başkanına, Avrupa'nın bütün kabinelerinin, hak ettiği iyi niyetle yaklaştığı teminatını vermekte acele ediyorlar... Bülow, Reichstag’da [Almanya parlamentosu], devrimci bir darbenin kahramanları olan Türk subaylarına duyduğu saygıyı dile getirmekte tereddüt etmiyor. (Parvus, bu konuşmayla ilgili olarak, “Söylediklerinizi unutmayacağız, Herr Reichskanzler!“ diye yazdı.)

Zafer, savların en etkilisidir, başarı da önerilerin en ikna edicisi. Peki, bu zaferin sırrı nedir, bu göz kamaştırıcı başarının anahtarı nerede?

Bu konu hakkında Reç, solu kınayarak şunları yazdı: Türkiye’de, farklı sınıflar ülkenin ekonomik hayatında kendilerini birbirlerine bağlayan hiyerarşiyi koruyarak savaşa giriştiler; ekonomik olarak hâkim sınıflar, devrim sırasında kitleler üzerindeki hegemonyalarını korudular- işte böylece zafere ulaşıldı.

Novoye Vremya [Yeni zamanlar] ise, ahlak dersi veren ikiyüzlülüğüyle, Kadetlere, Jön Türklerin, Rusya doktriner liberallerinin tersine, yurtsever milliyetçilik bayrağına sıkı sıkıya sarıldıklarına ve bir an bile halkın monarşist ve dini inançlarından kopmadıklarına dikkat etmeleri çağrısında bulunuyor- iktidara gelmelerinin sebebi buymuş. Özel hayatta olduğu gibi politikada da ahlak dersi vermekten daha ucuz hiçbir şey yoktur- daha ucuz ve daha yararsız. Yine de, pek çok kişi bu ders verme işinden kendini alamaz, çünkü böylece olayların nesnel mekanizmasını incelemek zahmetinden kurtulurlar.

Jön Türklerin göz kamaştırıcı zaferini, neredeyse hiç çaba veya fedakârlık göstermeden kazandıkları zaferi açıklayan şey nedir?

Nesnel anlamıyla devrim, iktidarı ele geçirme mücadelesidir. İktidar doğrudan doğruya orduya dayanır. Bundan dolayı, tarihteki her devrim soruyu açık seçik ortaya koymuştur: Ordu kimin yanında? Ve bu soruya şu veya bu yönde cevap vermiştir. Türk Devrimi'nde- ki bu, devrimin özel fizyonomisini oluşturur- bizzat ordu özgürleştirici fikirlerin temsilcisi olarak ortaya çıkmıştır. Yeni bir sosyal sınıfın, eski rejimin silahlı direnişinin üstesinden gelmesi söz konusu olmamakla kalmamış, tam tersine, yeni sınıf, sadece, padişah yönetimine karşı askerlerin başında isyan eden devrimci subaylara alkış tutan koro rolünü oynamıştır.

Türkiye, kökenleri ve tarihsel gelenekleri bakımından askeri bir devlettir. Bugün ordusunun görece büyüklüğü açısından Avrupa devletleri arasında ilk sırayı alır. Büyük bir ordu, çok sayıda subay gerektirir. Bunlardan bir kısmı, neferler arasından hizmet süreleri sayesinde rütbe kazanarak subay olmuş kimselerdir. Ama Yıldız Sarayı, tarihsel gelişime barbarca direnmesine rağmen, ordusunu bir ölçüde Avrupalılaştırmak ve ülkenin eğitim görmüş kesimlerine de orduya katılma fırsatı vermek zorunda kalmıştı. Bu ikinci grup da orduya katılmakta gecikmemiştir. Türk sanayisinin önemsizliği ve şehir kültürünün düşük gelişme düzeyi, Türk entelijansiyasına, subay veya memur olmaktan başka imkân bırakmıyordu. Böylece devlet, kendi içinde, oluşum halindeki burjuva ulusunun militan öncüsünü örgütledi: Düşünen, eleştirel, hoşnutsuz bir entelijansiya. Son yıllarda Türk ordusunda maaş ödenmemesi veya terfilerin gecikmesi yüzünden sürekli huzursuzluk çıkıyordu. Askerler bir telgraf istasyonunu ele geçirdiler ve Yıldız'la doğrudan görüşmelere başladılar. Padişahın etrafındakiler onların isteklerine boyun eğmekten başka çıkar yol bulamadılar. Böylece, birlikler birbiri ardına ayaklanma okulundan geçtiler. 

Ayaklanmanın başarısından sonra, birçok Avrupalı politikacı ve gazeteci, gizemli bir hava içerisinde, Jön Türklerin olağanüstü kurulmuş organizasyonu hakkında konuştular, bu organizasyonun her yerde kollarının olduğunu söylediler. Bu nahif nosyon, sadece, onların başarıyla karşılaşınca gösterdikleri fetişist batıl inançlılığı yansıtmaktadır. Gerçekte subaylar, özellikle İstanbul ve Edirne garnizonlarındakiler arasında devrimci bağlantılar son derece yetersizdi. Bizzat Niyazi Bey ile Enver Bey'in de kabul ettikleri gibi, ayaklanma Jön Türklerin “çok hazırlıksız” oldukları bir anda patlak verdi. Ama ordunun kendisinin otomatik organizasyonu imdada yetişti. Aç, çıplak askerlerin kendiliğinden doğan hoşnutsuzluğu, tabii ki onları da, hükümete politik olarak muhalefet eden subayları desteklemeye itti; böylece ordunun mekanik disiplini, doğal olarak devrimin iç disiplinine dönüştü.

Ordunun isyanıyla ilintili olarak bürokratik mekanizma da çöktü. Sırpların eski bakanı Vladan Corceviç’in küçük kitabında şöyle bir ifadeye rastlıyoruz: İsyanın başında üç Makedonya vilayetinin kaymakamları ve mutasarrıfları, o vilayetlerde yaşayanları Yıldız'a 1876 Anayasası’nın tekrar yürürlüğe konması için telgraf çekmeye yöneltmiştir. Bu koşullarda Abdülhamid için, kendisini Şûra-yı Ümmet Cemiyeti'nin onursal başkanlığına getirmelerini teklif etmekten başka yapacak hiçbir şey yoktu.

Türk Devrimi, önündeki görevler (ekonomik bağımsızlık, ulus ve devletin birliği, siyasal özgürlük) bakımından, burjuva ulusunun kendi kaderini kendisinin tayin etmesi niteliğindedir ve bu anlamda 1789-1848 geleneklerine aittir. Ama subaylarının önderliğindeki ordu, ulusun yürütme organı olarak işlev gördü, bu da olaylara aniden askeri manevraların planlı niteliğini verdi. Ne var ki, Türkiye’de geçen temmuzda meydana gelen olayları sadece bir pronunciamento olarak görmek ve Sırbistan’daki bir ordu-hanedan darbesine benzer saymak tamamen saçmadır. (Birçok kişi bu saçmalığı savunma suçunu işlemiştir.) Türk subaylarının gücü ve başarılarının sırrı, olağanüstü hazırlanmış herhangi bir "plan"da veya şeytani zekânın eseri bir komploda değil, ileri sınıfların onlara gösterdiği aktif sempatide aranmalıdır: Tacirler, zanaatkârlar, işçiler, memurlar ile din görevlilerinin bazı kesimleri ve nihayet köylü ordusunda cisimleşmiş kırsal alan.

Ama bütün bu sınıflar, “sempati”lerinin yanı sıra, çıkarlarını, taleplerini ve umutlarını da beraberlerinde getirirler. Uzun süredir bastırılmış bütün sosyal özlemleri, bugün, parlamento, taleplerini yöneltecekleri bir merkez olarak karşılarında dururken, iyiden iyiye açığa çıkıyor. Türk Devrimi'nin artık sona erdiğini sananları derin bir hayal kırıklığı beklemektedir. Bu hayal kırıklığını yaşayacaklar arasında, yalnızca Abdülhamid değil, aynı zamanda öyle görünüyor ki bizzat Jön Türkler de bulunacak.

Her şeyden önce ulusal sorun geliyor. Türkiye nüfusunun milliyet ve din bakımından farklılıklarla dolu oluşu güçlü merkezkaç eğilimler doğuruyor. Eski rejim, bu eğilimleri, sadece Müslümanlardan oluşan ordunun mekanik ağırlığıyla ortadan kaldırabileceğini sanmıştı. Ne var ki bu, devletin parçalanmasına yol açtı. Türkiye, sadece Abdülhamid devrinde, Bulgaristan'ı, Doğu Rumeli'yi, Bosna-Hersek'i, Mısır'ı, Tunus'u ve Dobruca'yı kaybetti. Küçük Asya, çaresizlik içinde Almanya’nın ekonomik ve politik diktatörlülüğü altına girdi. Avusturya, Makedonya’ya stratejik bir geçiş yolu elde etmek için Yenipazar (Novi Pazar) sancağından geçen bir demiryolu inşa etmek üzereydi. Öte yandan İngiltere, Avusturya’ya karşı, Makedonya'ya otonomi sağlama projesini bizzat oluşturup geliştiriyordu... Türkiye’nin parçalanmasıyla hiçbir hedefe ulaşılamaz. Geniş ve ekonomik olarak birleşmiş bir toprak parçası endüstriyel kalkınmanın zorunlu önkoşuludur. Bu, sadece Türkiye için değil, bir bütün olarak Balkan yarımadası için de geçerlidir. Balkanlar'ın üzerine bir lanet gibi ağırlığı çöken şey, buradaki ulusal çeşitlilik değil, yarımadanın pek çok devlete bölünmüş olmasıdır. Gümrük duvarları Balkanlar'ı yapay olarak parçalara ayırmaktadır. Kapitalist güçlerin çevirdikleri dolaplar, Balkan hanedanlarının kanlı entrikalarıyla iç içe geçmiştir. Bu koşullar böyle devam ederse, Balkan yarımadası bir Pandora kutusu olmayı sürdürecektir. Ancak bütün Balkan milliyetlerinin, İsviçre veya Amerika modelinde, demokratik, federal bir temel üzerinde kuracakları tek bir devlet Balkanlar'a iç barışı getirebilir ve üretici güçlerinin esaslı bir gelişimi için gerekli koşulları yaratabilir.

Ne var ki, Jön Türkler bu yolu kesin bir biçimde reddettiler. Hâkim milliyeti temsil etmelerine ve kendi ulusal ordularına sahip olmalarına dayanarak ulusal merkeziyetçi olmak ve öyle kalmak istiyorlar. Jön Türklerin sağ kanadı, eyaletlerin özyönetimine bile sürekli karşı çıkıyor. Güçlü merkezkaç eğilimlere karşı mücadele, Jön Türkleri "kuvvetli bir merkezi otorite"nin taraftarı haline getiriyor ve padişahla quand même [her ne pahasına olursa olsun] anlaşma yoluna gitmeye zorluyor. Bu da, ulusal çelişkilerin düğümü parlamenter ortamda çözülmeye başlar başlamaz, Jön Türklerin sağ kanadının açıktan açığa karşıdevrim saflarına geçeceği anlamına geliyor.

Ulusal sorundan sonra sosyal sorun geliyor. 

En başta köylülük var. Militarizmin ağır yükünü taşıyan, yarı-serfliğe tabi, beşte biri topraksız olan köylüler şu veya bu şekilde yeni rejimden taleplerde bulunacak. Henüz sadece Makedonya ve Edirne'de bir örgüt (Sandanski'nin Bulgar grubu) ve Ermeni devrimci örgütleri (Taşnaklar ve Hınçaklar), az çok radikal tarım programları ortaya koydular. Toprak sahibi beylerin ağırlıklı bir konumda bulunduğu iktidardaki Jön Türk partisine gelince, bu parti, ulusal-liberal körlüğü içinde, bir köylü sorununun varlığını bile bütünüyle inkâr etmektedir. Anlaşılan Jön Türkler umuyorlar ki, idare mekanizmasının yeniden örgütlenmesi, parlamenter sistemin getireceği biçim ve işlemlerle birlikte, köylüyü tatmin etmeye yetecektir. Yanılıyorlar. Dahası, kırsal alanın yeni düzenden duyacağı hoşnutsuzluk, kaçınılmaz olarak, köylülerden oluşan orduda da yansımasını bulacaktır. Askerler kendilerini son aylarda çok daha iyi tanımış olmalılar. Ve eğer subaylara dayanan bir parti, köylülere hiçbir şey vermedikten sonra, orduda disiplini sıkılaştırmaya başlarsa, askerler tıpkı Abdülhamid'e karşı ayaklanmış olan subaylar gibi, kendi subaylarına karşı başkaldıracaktır.

Köylü sorununun yanında işçi sorunu var.

Türk sanayisi, söylediğim gibi, çok zayıftır. Padişahın rejimi, izlediği politikayla ülkenin ekonomik temellerinin altını oymakla kalmamış, proletaryadan duyduğu korku yüzünden fabrikaların kurulmasını da bilinçli bir şekilde engellemiştir. Yine de, rejimi bu tehlikeden bütünüyle korumanın imkânsız olduğu görülmüştür. Türk Devrimi'nin ilk haftalarına, İstanbul'da fırın işçilerinin, matbaacıların, dokumacıların, tramvay çalışanlarının, tütün işçilerinin, ayrıca liman ve demiryolu işçilerinin grevleri damgasını vurmuştur. Avusturya mallarının boykotu, Türkiye’nin genç proletaryasını daha da kaynaştırmış ve ona ilham kaynağı olmuş olsa gerektir, çünkü işçi yığınları, özellikle liman işçileri bu boykot kampanyasında belirleyici bir rol oynamıştır. Yeni rejim işçi sınıfının politik uyanışına nasıl karşılık verdi? Greve gitmeye angarya cezası getiren bir yasayla. Jön Türk programında işçilere yardım etmek için hiçbir açık tedbir yoktur. Ancak, Türk proletaryasına bir quantité négligeable [göz ardı edilebilir bir kuvvet] diye bakmak, bazı ciddi sürprizleri göze almak demektir. Bir sınıfın önemi, asla sadece sayısına bakılarak anlaşılamaz. Günümüz proletaryasının gücü, sayıca küçük bile olsa, ülkenin yoğunlaşmış üreteci gücünü ve en önemli iletişim ve ulaşım araçlarını elinde tutmasından kaynaklanmaktadır. Jön Türkler, kafalarını, kapitalist ekonominin bu temel gerçeğine şiddetli bir şekilde çarpabilirler.

...

Bunlar, Türk parlamentosunu bekleyen temeldeki derin, ama henüz gizli sosyal çelişkilerdir. Jön Türkler, parlamentonun 240 üyesinden yaklaşık 140'ının desteğine sahipler. Yaklaşık 80 parlamenter, esas olarak Araplar ve Rumlar “ademimerkeziyetçiler” blokunu oluşturuyor. Prens Sabahattin onlarla ittifak kurarak politik nüfuz için bir taban bulmayı hedefliyor: Kendisinin pek zeki olmayan, işin acemisi bir hayalperest mi, yoksa elini henüz göstermemiş bir entrikacı mı olduğunu şimdiden kestirmek bir hayli güç. Aşırı solda ise, içlerinde birkaç Sosyal Demokrat da bulunan Ermeni ve Bulgar devrimcileri yer alıyor.

Türk meclisinin dışsal -hatta fazla dışsal- fizyonomisi böyle. Ama Jön Türkler ve “ademimerkeziyetçiler” şu anda, belirsiz politik "lekeler" durumunda, bunlar sosyal sorunlarla karşılaşarak şekil alacaklar. Türk parlamentarizminin kaderi için daha da önemlisi, parlamentonun dışında çalışan güçler: "Dışarıda kalanlar", köylüler, işçiler, askerler. Bu grupların her biri, yeni Türkiye’nin çatısı altında kendisine olabildiğince büyük bir yer kapmak istiyor. Her birinin kendi çıkarları ve kendi devrimci çizgisi var. Türk parlamentosundaki bütün bu kuvvetlerin bileşkesini spekülasyon yoluyla, yani bir çalışma odasında veya ofiste yapılan hesaplarla önceden saptamak, sonra da bunu evrensel uzlaşma için sağlam bir temel saymak, ancak liberalizmin ütopyacı doktrinerlerine layık bir plandır. Tarih asla böyle işlemez. Tarih, bir ülkenin canlı güçlerini acımasızca birbirine çarptırır ve onları zorlu bir mücadeleyle bir “bileşke”ye ulaşmaya zorlar. Makedonya'da geçen temmuz ayında çıkan ve parlamentonun toplanmasına yol açan askeri ayaklanmayı, devrimin sadece proloğu saymamın nedeni budur: Dram hâlâ gerçekleşmeyi beklemektedir.

Yakın gelecekte Türkiye’de nelere tanıklık edeceğiz? Bunun hakkında tahminler yürütmek boşunadır. Sadece tek bir şey kesin, o da şu: Devrimin zaferi demokratik bir Türkiye demektir; demokratik bir Türkiye bir Balkan federasyonunun temelini sağlayacaktır; bir Balkan federasyonu da, Yakındoğu'nun "bela yuvası"nı, sadece talihsiz yarımada üzerinde değil, bütün Avrupa üzerinde kara fırtına bulutları gibi duran kapitalistlerin ve hanedanların entrikalarından kesin olarak temizleyecektir.

Padişahın despotizminin restorasyonu ise, Türkiye'nin sonu ve Türk devletinin leşinin parçalarının kapanın elinde kalması demektir. Öte yandan Türk demokrasisinin zaferi barış anlamına gelecektir.

Dram hâlâ gerçekleşmeyi beklemekte! Avrupa diplomasisinin Türk parlamentosuna yönelik kusursuz "hoş geldin gülümsemesi"nin arkasında, kapitalist emperyalizmin Türkiye'nin içinde çıkacak ilk zorluklardan onu parçalamak için yararlanmaya hazır saldırgan dişleri gizlenmişken, Avrupa demokrasisi, yakınlık ve desteğinin bütün ağırlığıyla yeni Türkiye'nin yanında duruyor - henüz mevcut olmayan, sadece doğmak üzere bulunan yeni Türkiye'nin.

Kievskaya Misl, No. 3, 3 Ocak 1909

Yorum Gönder

0 Yorumlar