Tepedeki Ay, Dünya'nın gölgesine sığınmak üzereydi. Ay tutulması, birazdan yaşanacak tek hadise değildi.
Bir adam yeni yaktığı sigarasından uzun bir nefes çekiyordu, bir kadın eskimiş bluzunu çekiştirerek uzatmaya gayret ediyordu, bir kuş kanatlarını açmış uçmaya hazırlanıyordu ve bir köpek tüylerini dikmiş sessizce bekliyordu... Pat... Bir el silah sesi duyuldu. Birisi vuruldu. Ay tutuldu.
24 saat önce
Kenan sigarayı ağzından ayırmadan konuşuyordu. Bu daha çok bir söylenmeydi. 3 gündür evin içindeki eşyaların yerini değiştirip duruyordu. "Bir türlü yerleşemedim" diye söylenirken kapı çalındı.
Sigara ağzında olduğu hâlde, kapıyı açtı. Karşısında alt kat komşusu Kâmil Şükrü Atabey duruyordu. Kenan, sigarasının kelimelerin çıkışını engellemesi yüzünden boğuk ve anlaşılmaz bir sesle sordu:
– Hayırdır Kâmil Şükrü Bey?
– Hayırlı günler efendim. Sizi bir belge takdim etmek için rahatsız etmiştim.
Kâmil Şükrü Atabey kibar bir adamdı. Ama bu derece kibarlık gösteriyorsa bir hinlik yapacağı beklenirdi. Komşusunu tanıyan Kenan, kim bilir ne çıkacak diye beklerken, sigarasından bir duman daha çekmeye fırsat buldu. Kâmil Şükrü devam ediyordu:
– Buyurun efendim. "Yüzdeyüz Türklük" belgeniz.
Kenan, kendisine uzatılan belgeyi aldı. Bir müsvedde kağıdıydı. Üst tarafında hiçbir kurala dikkat edilmeden ve yamukça "Yüzdeyüz Türklük Belgesi" yazıyordu. Altında yine düzensizce bir paragraf kadar yazı ve en aşağısında "Rahatsız Türkler Derneği adına Kâmil Şükrü Atabey" imzası bulunuyordu.
– Bu ne demek Kâmil Şükrü Bey?
– Efendim üç seneye yakındır altlı üstlü oturuyoruz. Fakat siz bir türlü yerleşemediniz. Biliyorsunuz atalarımız da bir türlü yerleşemedikleri için göçebe yaşıyorlardı. Sabah sizin üç ayaklı koltuğun cırtlak sesiyle güne uyanınca düşündüm. Dedim ki, zaman makinesi icat olsa ve dedelerimizden birisi bu zamana teşrif etse ne yapardı?
Biraz durakladı. Kenan da sigarasını bitirmiş, yarı hayretle bu nutkun devamını bekliyordu.
– Ne yaparmış?
– Ne yapacak efendim? Sürekli eşyaların yerini değiştirir bir türlü yerleşemezdi. Bendeniz de bunun üzerine size mahsus bu belgeyi hazırladım ve mürekkebi kurumadan teslim etmek istedim.
Kenan şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemiyordu. Galiba anlamsızca bir teşekkür etti. Bu teşekkür Kâmil Şükrü Bey'i güldürdü. Sonra her ikisi de işlerine dönmek üzere vedalaştılar.
Kenan'ın işi belliydi. O akşama kadar yerleşik hayatla kavgaya devam edecekti. Kâmil Şükrü Atabey'in ise önemli işleri vardı.
"Tamı tamına 1 metre 66 santimetre" boyunda olan Kâmil Şükrü Atabey, babasından kalan ve orta halli denilebilecek bir evde yaşıyordu. 38 yaşına gireli henüz iki hafta olmuştu. Hiçbir işte çalışmamıştı. Doğru düzgün bir kız arkadaşı olmamıştı. Hobileri yoktu. Esasen ölüm haricinde bir korkusu da yoktu. Kendi tabiriyle "açık siyah" gözlere sahipti. Elleri şekilsiz, vücudu ise orantılıydı. Hayatta bir tek arkadaşı vardı: Küçük bir çocukken tanıdığı ve bir türlü kopamadığı Osman.
Kâmil Şükrü Atabey'in bir de hayat amacı vardı: Büyük eser yazmak. Türüne, konusuna vs karar vermemişti fakat büyük bir eser yazarak ölümsüzler kervanına katılmayı istiyordu. Daima bu eseri düşünüyor, düşüncelerini yalnızca Osman'a açıyordu. Cin Ali serisini sıkıcı bularak yarıda kesmiş bulunan Osman, her eleştirmen gibi tenkit ediyor, Kâmil Şükrü de derhâl o konudan uzaklaşıp yeni düşünceler geliştiriyordu.
Mesela "Entelektüeller neden sevişmez?" başlıklı bilim dünyasını sarsacak "araştırmasını" Osman'ın "Bunu yayınlayacak mecra bulamazsın" yorumu sebebiyle başlamadan rafa kaldırmıştı.
Şimdilerde roman yazmayı kuruyordu. Aklındaki konuları paylaşmak için Osman'a ihtiyacı vardı. Onu nerede bulacağını çok iyi biliyordu.
Osman bir banka oturmuş gelene geçene sövüyordu. Hayat amacı da buydu. Her durum karşısında ilk tepkiyi küfürle verir, esas düşüncelerini küfürlerle bezedikten sonra, yine hakaretamiz bir ifadeyle söylevini bititirirdi.
Kâmil Şükrü'nün geldiğini uzaktan görmüştü. Tipiyle ilgili birkaç "komplimanda" bulunduktan sonra ayağa kalktı. Sarıldılar.
– Naber Osman?
– Çok iyiyim. Bugün hep değişik insanlar geçti yoldan.
– Bu seni neden iyi yapıyor?
– Daha farklı insanlara sövebiliyorum. Bu beni iyi ve mutlu bir adam yapmaya yetiyor.
Kâmil Şükrü arkadaşını iyi tanıdığı için sohbeti tam burada kesmesi gerektiğini biliyordu. Yoksa Osman'ın özgün küfürlerinden nasibini alabilirdi.
Biraz sessizlikten sonra hafifçe öksürdü. Osman'ın dikkatini çektikten sonra konuşmaya başladı:
– Yeni bir projem var. Vaktin varsa anlatmak isterim.
Osman, 50 metre ötede yere tüküren adama dalmıştı. Adamın tükürük bezlerine biraz sövdükten sonra ciddiyetle arkadaşına döndü:
– Şimdi müsaitim. Seni dinliyorum.
– Müthiş bir roman üzerinde çalışıyorum şekerim.
– Öyle mi? Konusu nedir?
– Konusunu henüz belirlemedim ama karakterler gerçek hayattan.
– Kimler var?
– Türkeş var.
– Oo siyasi bir roman olacak desene.
– Alakası bile yok. Davudi sesiyle dublaj yaptıracağım ona. Evet, Türkeş bir dublaj sanatçısının yaşadığı zorlukları anlatacak.
– Vururlar seni abicim.
– Yaa... Öyle mi diyorsun?
– Evet, kesin.
Kâmil Şükrü kısa bir müddet düşündükten sonra ikinci fikrini açtı:
– Peki Marx'ı bir genelev işletmecisi yapsam, o zaman ne olur? Kapital'i orada yazsa falan..
–Yine vururlar.
Kâmil Şükrü "ne zor iş bu memlekette bir şeyler yazmak" diye düşündü. Fazla sesini çıkarmadı. Tepkiden korkmasa yazı yazacak, ölmekten korkmasa yaşayacaktı.
İçindeki bu "güvercin tedirginliğini" arkadaşına belli etmemek ve edebiyat sohbetinden de fazlaca çıkmamak için yeniden konuşmaya başladı:
– Bir hikâye okuyorum.
Osman, bu sefer gözüne köpekli bir kadını kestirmişti. Köpeğin bir bankın dibine işemek için tek ayağını kaldırmasıyla Osman'ın ağzını açması bir oldu. Köpek işini bitirip sahibesiyle beraber evine doğru yollandığında Osman'ın küfrü henüz bitmişti. Damağı kuruyan insanların yorgun sesiyle sordu:
– İsmi nedir?
– Efendim?
– Hikâye okuyormuşsun ya, onu diyorum. İsmi nedir?
– Haa...Mavi Papağan.
– İlginç bir isim. Ne anlatıyor?
– İki amele var, çalıştıkları mıntıkaya mavi bir papağan takılıyor. Genç olanı bunu çalmayı hesaplıyor falan...
– İşçi filan diyorsun. Yazarı komünist miymiş?
– Hayır. Faşistmiş.
– Öyleyse boşver. Onlar edebiyattan anlamaz.
Kâmil Şükrü Atabey bu büyük eleştirmenin her zaman net oluşuna bayılırdı. Ona göre net olan hiçbir şey yanlış olamazdı. Arkadaşına hak vermekte gecikmedi:
– Doğru söylüyorsun. Bence de birinci sınıf bir şey değil.
Bu kadar "çok" edebiyat konuşmak Osman'ı sıkıyordu. Belki konu değişir umuduyla sordu:
– Neyse bırak şimdi bunları. Sen ne yapıyorsun?
Kâmil Şükrü Atabey derin nefes aldı. Üzüntüye karışık ünlemeyle ve yorgun bir edayla cevapladı:
– Yaratma sancısı çekiyorum.
Osman bankta hafifçe öne kaykılarak arkadaşına sert bir bakış attı. Ardından gülerek:
– Geçmiş olsun, dedi.
– Bu geçecek hastalıklardan değil... Bazen Tanrı'nın işini elinden alıyormuşum gibi düşünüyorum.
– Tanrılık sınavla alınacak mesleklerden değil ama yine de sen bilirsin.
Bunu söyleyerek; biraraya geldikleri ortamlarda, lise zamanı girilen her sınavda kendisini geçmekle övünen arkadaşına inceden dokundurmuş oluyordu. Kâmil Şükrü kendi derdiyle meşgul olduğundan bu münasebetsizliğe aldırmadı. Konuyu başka yöne çekmek istiyordu:
– Yarın mühim bir gün. Ay tutulacak.
– Yani?
– Ay, Dünya'nın arkasına saklanacak. İnsanlar ise bu muhteşem görüntüyü izlemekle yetinecekler.
– Başka ne yapsınlar?
– Ay'ın yaptığının tam tersini...
– Ne diyorsun birader bulmaca gibi!
– Ay saklanıyor. İnsanlar saklanmasınlar. Tabii ki bu muhteşem manzarayı izlesinler, ben de izleyeceğim. Ama izlemek yetmez. Sakladığımız şeyleri açmak gerekir, Ay'ın yaptığının tam aksine...
– Bravo Kâmil Şükrü. Sen öyle yaparsın.
– Yapacağım Osman. Bu seferki Ay tutulması benim kaderimde yazıyor. Bu sene Ay tutulmasını farklı bir gözle izleyecek, kaderimin isteğini yerine getireceğim.
– Getir kardeşim.
Bu verimsiz diyaloğun ardından yaklaşık beş dakika sessizce oturdular. Ardından Kâmil Şükrü Atabey "Aptal insanlar bana acı veriyor" dedi. Osman bunu kime söylediğini de neden söylediğini de anlayacak durumda değildi çünkü kalaylanacak yeni bir hedef bulmuştu. Kâmil Şükrü arkadaşına "Allahaısmarladık" derken, Osman ilerideki bankın ucuna oturmuş şişman adamın sindirim sistemine küfretmekle meşguldü.
Kâmil Şükrü Bey, arkadaşından beklediğini - yine - alamamıştı. Osman ne yapmaması gerektiğini çok iyi söylüyordu. Ayaküstü iki roman taslağını kafasından sildirmiş, okuduğu bir hikâyeyi yarıda bıraktırmıştı. Fakat ne yapacağını söylememişti.
Böyle düşünceli bir şekilde yürürken köşedeki marketten çıkan Reyhan'ı gördü. Reyhan; Kâmil Şükrü'ye yakın boylarda, onun akranı sayılacak yaşlarda, kafasını kullanmayı sevmeyen bir kadındı. Kâmil Şükrü'yü ise severdi.
Kâmil Şükrü de Reyhan'ı severdi. Hatta bu sevgi değil, düpedüz aşktı. Fakat bunu nasıl söyleyeceğini bilemiyor, reddedilmekten korkuyordu. Üstelik bugün kafası fazlasıyla karışıktı.
– Benimle Robin Williams arasındaki benzerlikler nedir biliyor musun Reyhan?
Kâmil Şükrü bu sözleri söylemiş, Reyhan'ın kol hizasında yürümeye başlamıştı. Selamsız sabahsız girişilen bu sohbet Reyhan'ın hoşuna gitmese de Kâmil Şükrü'nün değişik hâllerine alışık olduğundan ses çıkarmadı. Fakat soruya da cevap vermedi. Kâmil Şükrü kendi sorusunu yine kendisi cevapladı:
– Her ikimiz de büyük yeteneklere sahibiz ve maalesef her ikimiz de yalnızız. Her ikimiz de hayatın bir sahne olduğu konusunda hemfikiriz. Bu yüzden her türlü şebekliği yapıyoruz. Yalnız, bilinçli bir şebeklik bu... Bilincimizi kaybedersek ölmek zorunda kalacağımızın farkında bir şebeklik...
Reyhan şaşkın bakışlarla Robin Williams'ın ruh ikizine bakıyordu. Bu adam bir şey söylemeye çalışıyordu ama ne?
– İyi misin Kâmil?
Kâmil Şükrü soruyu duymamış gibi şu cevabı verdi:
– Türkiye'deki en talihsiz azınlığın üyelerinden birisiyim.
– Hangi azınlık?
– Önsöz okuyanlar azınlığı.
Reyhan'ın içinden gülmek geliyordu. Neyse ki kendini tutmayı becerdi.
Kâmil Şükrü'nün içinde ise fırtınalar kopuyordu.
– Yarın bu saatlerde işin var mı?
– Bildiğim kadarıyla yok. Neden?
– Seninle bir şey konuşmak istiyorum.
– Konuşalım şimdi.
– Şimdi olmaz, kafam biraz bulanık. Yarın derdimi daha kolay anlatırım. Hem Ay da tutulacak, birlikte izlemiş oluruz.
– Peki. Nerede buluşalım?
– Bizim apartmanın önünde. Karşıdaki parkta biraz yürürüz. İşler yolunda giderse belki bir şeyler yaparız.
– Tamam.
Reyhan evine doğru yollanırken "yolunda gidecek işin" ne olduğunu düşünüyordu.
Kâmil Şükrü ise bir an önce eve koşup yarın yapacağı "ilan-ı aşk" konuşmasını ayna önünde prova etmeyi planlıyordu.
Cinayet Saati
Osman, Kâmil Şükrü'nün evinin tam karşısındaki parkta, arkadaşının apartmanını cepheden gören bir banka mevzilenmiş küfür savaşını sürdürüyordu. Bir ara yorulmuş olacak ki, mola vermek düşüncesiyle, sigara yaktı.
Reyhan kendisine kısa geldiğini düşündüğü bluzunu çekiştirerek Kâmil Şükrü'nün apartmanına doğru yürüyordu.
Kâmil Şükrü on beş senedir giymediği takım elbisesini üzerine geçirmiş, iki senedir bitiremediği parfümünden "epeyce" sıkmıştı. Evinin kapısını çektiği anda üst kattan gelen seslere dikkat kesildi.
Üst kat komşusu "Yüzdeyüz Türklük Belgeli" Kenan Bey, evinin kapısını açmış, bir taraftan eşyaların yerini değiştiriyor, diğer taraftan beğenmediklerini kapının önüne çıkarıyordu. Apartmanda lüzumsuz kirlilik yaratmaması için onu uyarmak amacıyla üst kata yöneldi.
Banktaki Osman sigarasından uzun bir nefes aldı, Reyhan eskimiş bluzunu çekiştirdi, güvercin kanatlarını çırparak uçmaya gayret etti, dün banka işeyen köpek tüylerini dikti ve Kenan biraz önce bulduğu dededen kalma tabancayı kapının önüne doğru fırlattı. Kim kurduysa kurulu olan silah patladı, merdivenin son basamağına ayağını atmış olan Kâmil Şükrü Atabey vuruldu ve merdivenlerden yuvarlandı.
Zavallı adam oracıkta öldü. Kaderinde yazılı olduğuna inandığı Ay tutulmasını ise kendisi değil ama arkadaşları gördü.

0 Yorumlar