Tarih yazmak zor iş. Yakın tarihi yazmak ise fal açmak gibi bir şey.
Yakın tarihle fal açmanın ne ilgisi var diye sorulabilir. Şöyle ki, bir olayı hayırla anarak kayda geçirirsiniz, henüz siz bu dünyayı terk etmeden olay lanetlenir. Sonrasında belki unutulur, belki başka bir açıdan değerlendirilir fakat olan tarihçiye olur. Önce tahkir edilir ardından unutulur.
12 Eylül 1980'i örnek verebiliriz. İlk zamanlar; "kardeş kavgasını önlemek amacıyla" yapılan ve "huzur ortamını yeniden tesis eden" bir "müdahele" şeklinde anılıyordu. Kimileri bunu böylece tarihe geçirdi.
Şimdi ise; "Amerika destekli", "milletin ruhunu bozan" bir askeri darbe olarak lanetleniyor.
Bence ikisinin de doğru noktaları var, fakat eksik. 12 Eylül'e esas "kıymeti" verilmiş değildir. Aynı durum daha yakınlarda gerçekleşen Gezi Parkı Olayları için de geçerlidir.
Bu olayları yerli yerine oturtmak amacıyla öncelikle bir Türkiye portresi çizmemiz gerekiyor:
Dağılmış bir imparatorluğun ve yarıda kesilmiş bir modernleşme projesinin çocuklarıyız. Şehirlileşme gibi bir derdimiz hiç olmadı zaten. Teknolojiyi çok iyi tüketiyor, neredeyse hiç üretemiyoruz. Kapitalizmle ise yeni tanıştık sayılır.
Şimdi tam tersi taraftan bakalım: belirli ölçülerde olsa da modernleşmeyi başardık. Tarihin en büyük imparatorluklarından birinin bakiyesiyiz. Nüfusumuz genç ve hareketli. Teknolojiye hevesimiz sayesinde dünyaya açık vaziyetteyiz. Para kazanma hırsımızla yeni tanıştık ve iyi anlaşıyoruz.
Kimiz biz? Türkler. Mahcup, muhtaç ve mes'ul Türkler. Nerede mahcup, kimlere muhtaç ve nereye mes'ul olduğumuz hakkında sürekli kavga eden Türkler!
Geç Kalmakta Acele Eden Millet
Weber kapitalizmin doğuşunu "protestan ahlakına" bağlıyordu. Demek ki, Avrupa kıtasının orta ve batı cihetlerinin kapitalizmle (hiç olmazsa nüveleriyle) tanışmasının tarihini 16. yüzyılın ikinci yarısına kadar götürebiliyoruz. 17. yüzyılda adı konulmamış kapitalizmin ruhu meydana çıkarken, 18. yüzyılda artık adıyla sanıyla kapitalizmden bahsetmek mümkün oluyor. Bu hikâye bizim değil, Batı'nın hikâyesidir.
Biz ise 1940'ların ikinci yarısında kapitalizmin nüveleriyle tanıştık. 24 Ocak 1980, kapitalizme ad verişimizin; 12 Eylül 1980 ise uygulamaya geçişimizin tarihleridir. Kabaca, dört asırlık bir farktan bahsediyoruz. Tabii ki buradan dört asır geride olduğumuz sonucu çıkmaz. Fakat imparatorluğun daha fazla yükselemeyeceğini de aynı sürede fark ettiğimiz düşünülürse, dört asırlık bir "açlık" ortaya çıkar.
Bu açlığı önceleri modernleşme çabalarıyla makyajladık. Şimdi fazlasıyla genç ve tecrübesiz nüfusumuzla açlığımızı teknoloji tüketimine ve para kazanmaya adadık.
"Batı" dört asırda tüm uçları denedi. Sömürdü, talan etti, ezdi, parçaladı, aksırıncaya kadar yedi. Düşündü, üretti, yaptı, icat etti, düzeltti.
Biz bu süreci çoğunlukla "korumak" kaygısıyla geçirdik. 'Onlar' merak ediyorlardı. Biz korkuyorduk.
Bu korku iliklerimize kadar işledi. Uzun süre korku duyan her topluluk kendisini - müthiş bir tezat gibi görünse de - cesur zanneder. Bizler işte bu anaforun içine doğduk. Bizden öncekiler gibi...
Tarihi Kurmaya Başlarken
Arka planı bitirip esas konuya dönersek; ülkemizde kapitalizmin başlangıcını 12 Eylül 1980 olarak alınca tarihi de yeniden yazmak gerekecek. 12 Eylül şüphesiz bir askeri darbeydi. Önceleri bayram olarak kutlandı. Şimdi lanetleniyor. Fakat tarih henüz hükmünü vermiş değil.
Madem tarihi yeniden yazıyoruz, madem kapanmamış defterleri açıyoruz; Gezi Parkı'nı nereye koyacağız?
"Anladığımız" Türkiye'nin ölüm saatini Gezi Parkı Olayları olarak kayda geçiyorum. Bu hadise; eski ve yeninin değil, eski ve eskinin kapışmasında, eskilerden birinin tasfiyesiydi. Nitekim peşinden bir fikir veya hareket çıkaramamış oluşu da bu tespitimi destekliyor.
Şimdi öteki eski de çöküyor. Diğeri kendisini yenilemeyi başaramadı. Kafasını kaldıran (veya kullanan) yurtdışına göçüyor. Bu tarafta da benzer işler yaşanacak muhtemelen.
Buradan baktığımız vakit "çapulcuların", "direnişçilerin" aslında süslü kelimelerden fazlası olmadığını rahatlıkla seçebiliyoruz. Gezi'den darbe teşebbüsü çıkar mı? İsterseniz çıkar. Çünkü; Gezi Parkı Olayları bir "organizasyon", "hareket", hatta "reaksiyon" değildi. Bir ölünün son nefesini verişiydi. Sezar'ın son nefesini verirken ne söylediğini hâlâ tartışıyor ve istediğimiz yere çekiyoruz. Bu yüzden iktidar da bunu istediği yere çekiştiriyor. Çünkü tarihin değişmez kuralları azdır ama bir tanesi şudur: Ölüler konuşmaz.
Bizde tarih felsefesi büyük adamlara "küçük" demekten ibaret bulunduğundan, bu yazıya tarihi kurmak başlığını verdim. Bu "kurguya" 12 Eylül ve Gezi Parkı'yla başlamam da kimseyi şaşırtmasın. Çünkü ölümünü ilan ettiğim "bildiğimiz" Türkiye aslında 12 Eylül'de sakat bırakılmıştı. Gezi Parkı bu hikâyenin son faslıydı.
12 Eylül darbesi 1980'de, Gezi Parkı hadiseleri ise 2013'ün yaz aylarında cereyan etti. Eskiden bir "nesil" 33 sene sayılırdı. Demek ki bizim sakat bırakılmış hastamız ancak bir nesil müddetince hayatta kalabilmiş – veya fal açacak olursak bundan sonraki sakatlıklarımız da eskinin bir nesli kadar hayatta kalabilecek.
Yine bu iki hadiseyi birarada okumamın sebebi; kendilerini "laik" kimliğiyle tanımlayan vatandaşlarımızın çoğunca takdirle anılmalarıdır. Hâlbuki bu iki hadisenin de laiklikle doğrudan bir ilişkisi yoktur. Laiklikle ilişkileri olsa olsa dolaylı ve kafa karıştırıcıdır. Tarihimizde elinde Kur'an'la miting yapan ilk insan Kenan Evren, yine ülkemizde namaz kılan bir cemaatin çevresini kapatarak onları "koruyan" ilk topluluk da Gezi Parkı'ndaki kimi eylemcilerdi. Hâlbuki laiklik, dini bir müessese olmaktan çok bir vicdan meselesi olarak alır. Camii dururken meydanda topluca namaz kılmak laiklikle, önünde insan varken secdeye eğilmek dinle bağdaşmaz.
Bu kadar "bağdaşmazın" üzerine kurulan hiçbir olaya doğrudan iyi veya kötü diyemeyiz. Ya da şöyle düzelteyim, "duygusal" yaklaşmazsak diyemeyiz. Duygularla tarih yazılabilir ama kurulamaz. Tarih kurmak olayları birbirlerine bağlamayı gerekli kılar. Yoksa seçilmiş olayları tek başlarına öne çıkarmak, sadece güzel "çıktığı" fotoğrafları paylaşmaya benzer. Unutulmamalıdır ki, her iki durumda da gerçeklerle sınanmak söz konusudur. Çirkine çirkin diyecek birileri illa ki bulunur.
Toparlama kaabilinden şunu söyleyebiliriz: ne 12 Eylül ne de Gezi Parkı "hesaplaşılacak" olaylar değildir. Bunak bir generali veya bir oyuncu eskisini yargılamanın tek sebebi siyaset oyununda el kazanmaktır. Çünkü bu hadiseler "yapıcılarından" büyüktür ve daha fazlasını içlerinde barındırırlar. Kişileri belki mahkeme salonuna sokabilirsiniz ama tarihî hadiselerde kararı hakimler veremez.
Herkesin ötekini yargılamayı adet edindiği, sözün hükmünün yerlerde süründüğü bir Türkiye'de tarih kurmak çok zorlu bir iştir. Fakat zor oyun bozar.
Bu "tarih kurmak" meselesi üzerine -farklı örnekler üzerinden- söyleyecek biraz daha sözüm var. O yüzden bunu bir ilk yazı olarak kabul edin. Çünkü devam edecek ve "gittiği yere kadar" gideceğim.
0 Yorumlar