Bir Zihin Yapısının Tahlili (Erol Güngör)

Erol Güngör (Fotoğraf Pinterest'ten alınmıştır.)

İlmî namus zor kazanılan, çok daha zor korunan bir payedir. Ama bu payeyi muhafaza edebilenler öldükten sonra da hayırla yâd edilirler. Erol Güngör bu tarz adamlardandır. Kısa sayılabilecek ömrünü (45 sene); velûd bir yazar, farklı sahalarda ama metodolojiden kopmadan çalışan sıkı bir akademisyen ve her daim Türk milliyetçisi olarak geçirdi. Hâlen istifade ettiğimiz bereketli bir ömürdü bu. 

Biraz fazla övdüysem akılda kalması içindir. Erol Güngör'ü yanlış da olsa tanımak, tanımamaktan iyidir. Çünkü; Erol Güngör, Ziya Gök Alp'la başlayıp Mümtaz Turhan'la süren "sosyolog milliyetçilerin" üçüncü neslini temsil eder. Aşağıdaki makaleyi okurken bu bilgiyi gözönünde bulundurmanızı salık veririm. 

"Bir Zihin Yapısının Tahlili" başlıklı bu makaleyi Güngör'ün "Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik" kitabından aynen alıntılıyorum. (Ötüken, 1990 baskısı. s. 47-51) Kitabın tamamını da gönül rahatlığıyla tavsiye ediyorum. 


"İnkılâpçı aydınların kalkınma ve gelişme meselelerinde takındıkları tavır tam mânâsıyla entellektüalist denilebilecek bir tavırdır ve sosyal-psikolojik bir problem olarak incelenmeye değer. İnkılâpçılar sosyal ve iktisadî hayatın "kitaba uygun" tedbirlerle istenilen biçimi kazanacağına inanmışlar, bütün icraatlarını masa başında düşünerek plânlamışlardır. İnkılâpçının dramı kitap ile hayat arasında daima hayatın lehine sonuçlanmak üzere sürüp giden çatışmadan doğmaktadır. İnkılâpçı sosyal olayı bir zihin olayı olarak ele alan ve, bu yüzden, zihinden geçenlerle cemiyette meydana gelen olaylar arasında bir intibak bulunması gerektiğini zanneden adamdır. Russell "Batıda teori tatbikatı takip eder, Doğuda ise bütün tatbikatın teoriden çıkarılmasına çalışılır." diyor. Bu düşünce Doğulu ülkelerin Batılılaşma hareketleri için çok geçerli görünüyor. Bu karakter sadece Türkiye'de değil, başka ülkelerin inkılâpçılarında da -derece farkları olmakla birlikte- görülebilir. Bu özelliği ile inkılâpçı, egosantrik düşünce tipinin çok ilgi çekici bir örneğini vermektedir. Bilindiği gibi, egosantrik düşünce esas itibariyle çocukluk çağına mahsustur ve daha çok zihinde geçen şeylerle realitede olanlar arasındaki farkı ayırdedememe şeklindedir. İnkılâpçı bir şeyin doğrusunu nasıl düşünüyorsa aynı şeyin başkaları için de doğru olduğunu düşünür; sonra bu "doğru" bildiği şeyleri ardı ardına emirnâmeler halinde yayınlar; kendi kudreti yetmiyorsa aynı şeyi bir başkasının yapmasını bekler. Bu emirnâmeler realite ile uyuşmadığı zaman -pekçok örnekleri görüldüğü gibi- bazan bir millet için felâketli neticeler doğurur ve şiddetli direnmelerle karşılanır. Fakat egosantrik düşünce tipi kendi kafası ile realite arasındaki uzlaşmazlığın kökünde objektif sebepler arayacak yerde, ortada bir "fesad"ın döndüğünü veya başkalarının kafalarının arızî sebeplerle yanlış işlediğini zanneder. Herkesi cahillikle veya fesat karıştırmakla suçlar. Onun için dünya düzeltilmesi gereken kafalarla bertaraf edilmesi gereken fesatçılardan ibarettir; fesadı ortadan kaldırır ve insanlara "doğru yol" istikametinde yeteri kadar baskı yaparsa işlerin düzelmemesi için sebep kalmaz. 

Bu zihniyetin kaçınılmaz kaderi, istediklerini yaptıracak kadar zora başvurulmadığı takdirde, yaptığı herşeyden kısa zaman sonra vazgeçmesidir. Birbiri ardınca plânlar yapar, bunların hiçbiri de tutmayacağı için, aynı konuda devamlı ve çok defa birbirine zıt uygulamalar yapmak zorunda kalır. Amerikan usulü tutmazsa Fransız metodu getirir; o tutmazsa Sovyet usulünü dener. Merkantilizmden liberalizme, devletçiliğe ve kollektivizme kadar yenilik saydığı herşeye büyük bir aşkla sarılır. Kendi içinde mantıklı olduğu takdirde herşey onun hayranlığını çekebilir. Halbuki tam bir mantıki tutarlılık içinde baştanbaşa saçma sistemler kurmak mümkündür. 

Bazan orijinal, yani başka bir ülkeden alınmamış çözümler getirdiği de olur, fakat bu orijinal çözümler dışarıdan daha başarılı değildir. Egosantrizmden dolayı, başkalarının niçin şimdiye kadar böyle basit ve kolay bir çözümü denemediğini düşünemez. Öyle bir fikir, son derece basit olduğu için, pekâlâ başkalarının aklına da gelebilirdi; ama herkes entellektüalist olmadığı için, akla uygun görünmekle birlikte, tatbikatta hiçbir işe yaramayacak çözümlerle uğraşmaz. Bu yüzden egosantrik kafa bunları ilk defa kendisi tarafından keşfedilmiş zanneder. 

Entellektüalistin vazgeçilmiş bir başka özelliği de lâfçılık (verbalisme)dir. Lâfçılık çok defa politikacılara mahsus bir ahlâk zaafı zannedilir; onların halkı parlak sözlerle, plânlarla avutmaya çalıştıkları ve dolayısiyle bolca lâf kullandıkları düşünülür. Politikacının lâfçılığı böyle bir siyasî taktik vasıtası olarak kullanması pek mümkündür; ama politikacı olmayan çok kimse de böyle hareket etmekten kurtulamaz. Bunun sebebi entellektüalistin ahlâkında değil, zihnindedir. Onun dünyası bizim yaşadığımız gerçek dünya değil, kendi kafasında kurduğu dünyadır. Saatlarca konuşur, fakat bu konuşmanın sonunda dinleyenin aklında hiçbir şey kalmaz. Çünkü konuşulan şeylerin realitedeki müşahhas (konkre) münasebetlerle hiçbir ilgisi yoktur. Bu sözler, entellektüalistin kullandığı kelimeler gerçek dünyanın objelerini ifade eden semboller değil, sadece kendi kafasında varlığı olan soyut, hayalî dünyanın unsurlarıdır. Bu unsurlar arasında istenilen münasebetin kurulmasına, hepsinin istenildiği gibi kullanılmasına hiçbir engel yoktur; yumak çözer veya bağlar gibi saatlerce bunlarla oynamak mümkündür. Zihin hayâlleri arasındaki münasebetler, orada meydana gelen olaylar tamamen sembolik olduğu için, bunların sözden başka yolla ifadesi daha ziyade kendi üzerine kıvrılmış olan bir düşünce, başarısızlıkları da entellektüel bir olay olarak yorumlar ve onlara yine entellektüel mahiyette açıklamalar, hâl çareleri bulur. Objektif şartlardaki değişmeleri hesaba katacak yerde, kendisiyle başkaları arasındaki uyuşmazlığın zihniyet farkından ibaret bulunduğunu zanneder. Kendisini beğenmeyenler, zihinleri onun zihni gibi çalışmayan kimselerdir. Böylece, yukarıda belirtmiş olduğumuz gibi, entellektüalistin rakipleri sadece iki zümreden ibaret kalır: Cahiller ve hâinler. 

Böyle düşünen bir kimsenin siyasî mücadeleleri sadece şahsî mücadele olarak görmesi pek tabiidir. Hayatın gerçek problemlerini bir tarafa bırakarak -zaten onları göremez- insanlarla uğraşmayı iş edinir. Tabiat karşısında normal olarak teşekkül eden soğukkanlı ve düşünceli tavrın yerini insanlar karşısındaki kaprisli ve öfkeli tavrın alması yine bu zihniyetin kaçınılmaz neticelerindendir. Bütün mesele insanların kaprisinden ibaretse, onlara karşı kaprisli davranmamaya imkân yoktur. Halktan insanlar çok defa okumuşlar arasındaki geçimsizliklere bakarak, hayret içinde kalmaktadırlar; çünkü onlar böyle davranışları ancak cahillere yakıştırırlar. Bu şiddetli çatışmalar her zaman menfaat ayrılığından değil, tarafların bu anlaşmazlıkları sadece şahsî bir mesele halinde görmelerinden doğmaktadır. 

Entellektüalistin düşünce ve davranış sistemi onun ahlâkî şahsiyetine de elbette yansıyacaktır. Dışardan ona bakanlar kendisini utanma duygusundan mahrum gibi görebilirler: Devamlı hatâ işleyen, hiçbir iş başaramayan, bu başarısızlığına rağmen kendini bir türlü düzeltmeyen, üstelik bir de yaptığı beceriksizlikler büyük felâketlere yol açınca hiçbir şey olmamış gibi pişkin davranan bir insan, eğer geri zekâlı değilse, mutlaka ahlâk karakteri çok zayıf biri demektir. Şüphesiz, entellektüalist tavrın zekâ azlığı ve karakter bozukluğu ile birlikte gittiği haller bulunabilir; ama normal zekâlı ve özü itibariyle dürüst birinin sırf zihnî tavrı yüzünden böyle bir çehre ile karşımıza çıkması bizi hiç şaşırtmamalıdır. 

Entellektüalist aydının bir başka özelliği, bürokratik zihniyeti yüzünden, ister-istemez sosyalist görüşlere kolayca kapılmasıdır. Kalkınmakta olan ülkelerde değişmenin başlıca yapıcısı, yol göstericisi devlet olmaktadır; modernleşmenin hemen tek temsilcisi odur. Devletin yanında modern bir ülkeye mahsus faaliyetleri temsil eden sektörler, özellikle iktisadî sektör, hem yaygın değildir, hem de kolayca intibak edilemeyecek kadar değişik, girift özellikler taşır. Bu yüzden kalkınmakta olan ülkelerin aydınları iktidar ve itibar arzularını tatmin etmek, ideal edindikleri şeyleri gerçekleştirmek üzere devleti tercih eder ve memuriyet -yahut politik mevkî- yoluyla yükselmeye çalışırlar. Sosyolog P. Berger bu bürokratik mevki hevesini eksik modernleşme veya eksik sosyalleşme olarak görüyor. Ona göre, bürokrasinin uygulayıcıları ile ondan iş bekleyenlerin -teknolojik üretimdekilerin aksine- aynı zihniyete sahip olmaları gerekmez; yani vatandaş devletten iş beklerken devlet görevlisi gibi düşünmek zorunda değildir. Bu yüzden çok kimse devletten, -nasıl yapılacağı hakkında hiç bir fikre sahip olmaksızın- hârikalar yaratmasını bekler. Gerçekten, birşeyi benimsemek için onu anlamak şart değildir ve devletin gücünün derecesini veya mahiyetini anlamaksızın kendini o güçle özdeşleştirmek çok kolaydır. Böylece, kalkınan cemiyetlerde politikacılık iktisadî -veya ilmî ve teknik- mesleklerden daha önemli görünür. Bu ülkelerde mevkiini bürokrasiden alan bir orta sınıf ortaya çıkar ki, bu orta sınıf geçen devrin burjuvazisinden çok farklıdır; bu yenilerin zihinleri teknolojik üretimden ziyade bürokrasi tarafından şekillenmektedir." 


Yorum Gönder

0 Yorumlar