(İlgilisine not: İkiye bölünmek suretiyle "taraf" olduğunu zanneden ve 25 sene önce kapanmış olması gereken bir hesabın lüzumsuz kavgasını veren topluluklardan ikisini de tutmuyorum. Hiçbirine sempati duymuyorum. Bir santimetre bile yakın değilim. Bunu bir tarafsızlık ilanı olarak da yapmıyorum. Aksine bu işi aptalca bulduğum için kararımı ortaya koyuyorum. Tepinmek isteyen tepinsin. Hayatı bütünüyle bir kavga olarak gören ben, edeceğim kavgalarda yalnızca zekâ parıltısı ararım. Aptalca kavgalarda vakit kaybetmek ise insan zekâsına olumsuz tesirleri görülen bir hâldir. "Lüzumsuz meseleler hakkında konuşmak lüzumsuzluktur."
Okuyacağınız yazıya gelince "gündemden" hareketle kaleme alınmamıştır fakat gündemi de kapsamaktadır.)
"Bu, Türkçülüğün çemberin dışına çıkışının hikâyesiydi. Arada yaşananlar, Türk milliyetçilerinin kovuldukları gettodaki mutlu yaşantısı, bir yırtma yöntemi olarak yalnızca deri koltukları görenler vs. hepsi için en az bir yazı daha gerekiyor. İlk fırsatta yazacağımı söylememe gerek yok zannederim."
Bu satırlar, 24 Nisan günü yayınladığım "Çemberin Dışındaki Milliyetçilik" yazısından. "İlk fırsatta" dememin üzerinden kocaman bir yaz geçmiş, ziyanı yok. Ama arada milliyetçilikle ilgili yazmayı sürdürdüm. Mesela bu yazıyı doğrudan ilgilendiren bir diğer bölümü "Milliyetçilik: Siyaset Sahasına Yıkılmak" ara başlığıyla Blog Notlar - 4'de bulabilirsiniz.
Şimdi geçmişi bir kenara bırakalım ve Çemberin Dışındaki Milliyetçilik yazısından bir başka alıntıyla başlayalım:
"Diğerleri" devlet ve millet nazarında yoğun faaliyetlere girişirken, milliyetçiler bayrağı teslim sorunu yaşadıkları için geride kaldılar. Devleti de karşılarına alınca kapalı bir gruba dönüştüler. Fikri kritik edemeyince aksiyon üretemediler. Reaksiyoner bir öfkeye tutuldular."
Bu somut durumun somut tahliliydi. Şimdi teşhis aşamasına geldik.
Milliyetçilik 1940'lı yıllardan sonra "ideoloji" olma hüviyetini yitirmiştir. İkinci Büyük Savaş sonrasında tüm dünyada milliyetçiliklerin lanetlenmesi bunda etkiliydi. Fakat Türkiye'ye özel şartlar da vardı. Milliyetçilik "milleti yaratmak" vazifesini yerine getirmiş, artık millete "yön tayin etmek" aşamasına geçmişti. Burada başka rakiplerle karşılaşacaktı. Artık batıcılar veya İslâmcılarla değil; Türk bürokrasisi ve siyasetçileriyle kapışması gerekiyordu. Nitekim, 3 Mayıs'ın bürokrasi ve siyasetin tek vücut olduğu -adı üzerinde- Tek Parti döneminde yaşanması sürpriz olarak geçiştirilemezdi.
3 Mayıs'ta tutuklananların tamamı milliyetçi olmakla beraber; bütün milliyetçiler de tutuklanmış değildi. Fakat milleti bir hedef etrafında toplamak artık tehlikeli oyunlardan sayılıyordu ve içeri tıkılmamış olanlar bunu içeridekilere oranla daha iyi anlıyordu.
Davanın isminin Irkçılık ve Turancılık olması da bizi doğruluyor. Devlet, ırkçı ve Turancıları milliyetçi ana gövdeden koparıyor, yerlerine "ne lâzımsa" onu koymaya hazırlanıyordu.
Lâzım olanlar; serbest piyasayla barışık bir ekonomi anlayışı, millete hedef çizen değil bürokrasiye tabi olan bir "toplumculuk" ve dış politikada belirsizlikti. Gördüğünüz gibi her şey olmak ama hiçbir şey olmamak gibi bir şey...
Buna "sağ Kemalizm" diyoruz. Tasarlayanlar ise bürokrasi veya siyasetçiler değil, aydınlardı. (Lafın tam burasında, 3 Mayıs sanıklarının hiç durmadan Falih Rıfkı'yı suçlamasını hatırlatmak gerekiyor. Haksız değillerdi.)
Fakat sağ-Kemalizm, üvey kardeşi (sol-Kemalizm) kadar uzun ömürlü ve etkili olamadı. Çünkü; Türk milliyetçileri bu "kimliği" kabul etmediler. En az bunun kadar önemli bir başka şey daha oldu: "Aydın" kavramı ülkedeki vazifesini tamamladı.
Yani, ideoloji olarak milliyetçilik çökerken, "aydın" sıfatıyla tanımlanan grup da çöküyordu. Çünkü Türkiye'de siyaset kurumu istediği zaman "aydınlanma" olur, istemezse olmaz. Ülkemizde Atatürk'ten sonra kimse bunu istemediği için, e biraz da dünyanın dönüşüyle alakalı sebeplerden (zaman etkisi), aydın tasfiye edildi. (Rahmetli Süleyman Demirel "memleketin her tarafını aydınlattık" diye köylere elektrik bağlanmasını anlatıyordu. Muhakkak müthiş bir hizmetti. Fakat "aydınlanmadan" murat edilen hakikaten Edison'un ampulü müydü?)
Aydın; Türkiye'de belirli kalıplar içinde tanımlayabildiğimiz son kavramlardandır. Diploma sahibi, dil bilen, yazıya kabiliyetli, oturup kalkmasında dikkatli ve ayrı bir "sınıf" teşkil ettiğinin bilincinde olan ve tek bir vazifesi bulunan insana aydın deniyordu: Halkı eğitmek.
Aydın kavramı milliyetçilik için çok önemliydi. Çünkü bu kavramı icat edenler de, bu sıfatı çoğunlukla isimlerinin önüne "hakkedenler" de milliyetçilerdi.
Türk milliyetçiliği adıyla sanıyla var olmasına izin verilmeyen fikir hayatından, aydınların ortadan kalkmasıyla uzaklaştırıldı. Nihai kovulma için, sürekli ertelenen bir kavganın başlaması gerekecekti. Batıcılar ve milliyetçilerin kavgası...
Engellenemeyen Kapışma
Cumhuriyet idaresinin başlarında garpçılar (batıcılar) ve milliyetçiler ayrışması vardı. Bu ayrışma kavgaya dönüşmesin diye çok şey yapıldı. Hüseyinzade Ali Bey (Turan) ve Ziya Bey (Gök Alp) milliyetçi çizgiyi Batıcılığa; Sadri Maksudi ve Akçuraoğlu Yusuf Beyler de batıcılığı milliyetçiliğe yanaştırmaya çalıştılar.
Atatürk ise bu kavganın başlamamasının yegâne sebebiydi. Hem batıcılar hem de milliyetçiler için liderdi ve her iki görüşün de "müşahhas" temsiliydi. Sonra Atatürk öldü. Bir müddet kafa karışıklığı yaşandıktan (İkinci Dünya Savaşı), Türkçüler ezildikten (3 Mayıs) sonradır ki, batıcılık isim değiştirdi. Önce Kemalizm oldu, tutmayınca batıcı kamp neredeyse istisnasız "sosyalist" kimliğini edindi. Böylece başlamaması için çok çaba sarf edilen kavga nihayet başladı.
Ülkenin batı kampına dahil oluşu ve batılılaşmanın yavaş yavaş toplumun alt kesimleriyle temas etmesiyle (ki burada şehirlere göç önemli bir etkendir) batıcılığa karşı çıkmak "deli olmakla" eşdeğer görülmeye başlandı. Biliyorsunuz eskiden "yabancılaşma" denilince, delilik hâlinden bahsedilirdi. Yani batıcılığın karşısına oturanlar milletine de yabancı olmak tehdidiyle karşı karşıyaydılar.
("Siyaset etmek" terimi de eskiden katletmek anlamında kullanılırdı. Bazı tabirler anlam değiştirse de özünden bir şey kaybetmiyor gibi, ne dersiniz?)
Milliyetçiler batıcılığı engellemek değil ama denetlemek istediler. Hâlen süren siyaset sahasına yıkılma hevesinin arkasında da bu düşünce yatmaktadır. Fakat köprünün altından akan sular sebebiyle önce siyaset kurumunu "ele geçirebileceklerine", ardından batıcılığı "denetleyebileceklerine" dair inançlarını kaybettiler. Böylece, "hiç olmazsa yakın çevremizi kurtaralım" diyerek içe kapandılar.
Avantajı ele geçiren sosyalist ve liberalistler saldırılarına gaz verince içe kapanma hızlandı. Evet, başlıktaki konuya geldik: Bu, öyle bir içe kapanmaydı ki, gettolaşmak kaçınılmazdı.
Çünkü Türkiye tarihinde hiç içe kapanmamıştır. Çökerken bile Musul petrollerinin kavgasını veren bir imparatorluktan bahsediyoruz! Ondan sonra da çok şey değişmedi. Afganistan Kralı'nın ülkemizi ziyaretinde Atatürk ona "Genelkurmay Başkanı" tavsiyesinde bulunmuştu: Fahrettin Altay. Medine Müdafii Fahrettin Paşa (Türkkan) yıllar sonra aynı coğrafyaya Suudi Arabistan ordusunu eğitmek maksadıyla gönderilmişti. Yine Atatürk tarafından... Bu meseleye epey örnek verilir. Fakat içimize kapanma hâline örnek bulmak çok zordur.
İşte "bu milletin" milliyetçileri içlerine kapandılar.
Bir de "getto" kelimesinin TDK'daki karşılığını okuyalım da başlıktaki ironi yerli yerine otursun:
"1. isim, eskimiş, toplum bilimi: Avrupa ülkelerinde Yahudilerin gönüllü olarak veya zorlanarak yerleştirildikleri ve her türlü gereksinimini başka yere gitmeden karşılayabildikleri mahalle, Yahudi mahallesi.
2. isim, eskimiş: Bir yerleşim bölgesinin, aynı şehirden gelen insanların yerleştiği bölümü."
Getto her zaman azınlıkların meskeni olmuştur. Gettonun sosyal ilişkileri ilkel ve durağandır. Yenilik kabul etmez. Getto muhafazakâr veya gerici değildir. Apaçık zamanın durduğu yerdir. Gettodakilerin mekân algısı gördüklerinden ibarettir. Bir getto "sakininin" gördüğü ve tanıdığı insanlar, yine kendi gibi olanlardır. Dışarıyla ilişki kurmak tehlikeli ve yasaktır.
Turancılık hedefinden sapmamak için gettoya kapanmak! Hapiste bile ilmî ve edebî çalışmalarını sürdüren, daima toplumun içinde yaşayan milliyetçi aydınların herhâlde hiç anlam veremeyecekleri bir tutum olurdu. Fakat oldu. Yine de kimse bir anlam veremiyor.
Sosyalist kampın içindeki kimileri, özü batıcı olanları beğenmeyip, "doğucu" olunca; milliyetçilerin gettodan farklı bir yöne (doğuya) yaslanarak çıkma ihtimali de ortadan kayboldu.
Gettoya tıkılmanın, şimdi çoklarına hikâye gibi gelen "komünizmin yıkıcı etkisini" göstermesi açısından ufuk açıcı bir hadise olduğu ise su götürmez. Marks'ın "tâlibânı" var güçleriyle tarihe, kültüre ve millete saldırdılar.
Tarihî şahsiyetleri "baskıcı" diye aşağılamaya, kültürel değerleri "gericilik" diye yaftalamaya, milleti "tarihi bir yanlış olarak" ufaltmaya çabaladılar. Tüm bu çabalarında biraz olsun mesafe alabildilerse bunu milliyetçilerin gettoya kapanmasına borçludurlar. (Burada bahsi geçen "başarılar" entelektüel alanda kazanılmıştır. Aynı anda sokakta, "milleti sokağa düşürmek" kavgası yürüyordu. Milliyetçiler bu sahada üzerlerine düşeni yaptılar.)
Fakat bu saldırılardan haberdar olup da, getto psikolojisiyle bunlara teşne olanları da saymak gerekiyor.
Mesela bugün Nazım Hikmet okumak bir mesele olmaktan çıkmıştır. Şairin yaşarken komünist olması ve "vatan hainliği" eskimiş, şiirleri ise eskimemiştir. Tüm dünyaca tanınır, ülkemizde de bir hayli seveni vardır. Demek ki Nazım Hikmet artık Türk kanonunun bir parçası hâline gelmiştir.
Kanon edebiyatın, edebiyat kültürün ayrılmaz parçalarıdır. Kendi kanonuna düşman milliyetçi olmaz. Kültürün dışında kalan hiçbir durum ve kişi milliyetçiliğe hizmet etmez.
Kanonu oluşturanlar her zaman milliyetçiler olmaz. Fakat bir milletin kanonunu ilk önce o milletin milliyetçileri savunur. Bizim milliyetçilerimiz ise bu topa pek girmez. Çünkü gettoda zaman, oraya tıkılınca durmuştur. Lafın kulağını bükerek söylersek; milliyetçiler Nazım Hikmet'in ölümünü kabul etmiyorlar diyebiliriz. Kulağını bükmezsek de bir şey söyleriz ama şimdi daha önemli bir dipnot düşmem gerekiyor: Gettodaki milliyetçilerin ölümünü kabul etmediği tek insan bir komünist şair olabilir mi? Şimdi yazıyı okuma zahmetine katlanan milliyetçi arkadaşlara bir kontra sorum var: Sizce Alparslan Türkeş ölmüş müdür? Bu faslı burada kesiyorum. (Ömrüm olursa yine burada biyografik kritik olarak bir Türkeş yazısı yazmayı planlıyorum. Şimdilik zamanını bekliyorum diyeyim, siz bu yazıyı ve milliyetçiliğe dair birçok başka yazımı onun öncüsü kabul edin.)
Gettoda Doğanlar
İnsanlar sokaklarda çatışır, birileri vurulup ölürken hayat devam ediyordu. Evlilikler yapıldı, nur topu gibi çocuklar doğdu. Bazı çocuklar dünyaya gözlerini gettonun içinde açtılar, bazıları da henüz bir bebekken bu "mahalleye" taşındılar. ("Bir de sonradan gelenler var" diyecekler için, burada bahsi geçen çocukluğu, fizikî büyüme çağı olarak değil, davranış tipleri olarak almalarını rica ederim. Bu hâlde, sonradan gelen bir tanıdığınız varsa lütfen bana yazın, ben de öğrenmek isterim.)
Arada ihtilal oldu, cezaevleri doldu-boşaldı, insanlar asıldı, kimileri uzun yıllar hapis yattı ama bu arada hepsinden daha önemli bir şey oldu: gettoda doğan çocuklar büyüdüler.
Dünyayı; doğdukları zamanki gibi duran ve hiç dönmeyen, insanları çevresinde gördüklerinden ibaret sayan ve merak etmeyen, maddî ve manevi zenginliği ayıp addeden ve kültürü büyüğünün yanında bacak bacak üstüne atmamak zanneden bu çocukların suçu, gettoda doğmuş olmaktan başka bir şey değildi. Onlar gördüklerini uyguladılar. Onlara bir şeyler öğretebilecek olanlar ise ya ölmüş ya kaçmış yahut da kendi derdine düşmüş bulunuyorlardı. Böylece birinci nesilden ikinciye geçerken bayrağı devredemeyen milliyetçiler aynı sıkıntıyı üçüncü nesilde de yaşadılar.
Aslında Türkeş bu sıkıntıyı teşhis etmişti. "Ülkücü Hareket" ismiyle bizzat kurduğu ve kurguladığı yapının hızlıca toplumsallaşmasını da sağladı. Fakat ülkedeki iç savaş ortamı ve bu toplumsallaşmanın bir süre sonra "içe dönük" bir siyasî araç hâlini alışı bayrağı teslimde yine sıkıntı çıkardı. Bu yüzden ülkücü hareketi "tek nesil üzerine kurgulanmış mükemmel bir hareket" olarak tanımlıyorum. Mükemmelliği - Türkeş dahil - kişilerde değil, sistemin bizzat kendisindeydi. "Hayır Türkeş dönemi harikaydı" diyenlerin yine içe dönük siyasî hesapçılık yaptıkları artık bu yazıyı okuyana sır değildir. Koltuk sevdamız, başka bir zamanın konusudur.
Günümüzde
Bugün gettonun dışında doğmuş veya daha fecisi gettonun dışına çıkmış aklı başında milliyetçi bulmak kadar zor bir iş yoktur. Dışarı çıkabilenler zaten azınlıktadır, çıktıktan sonra milliyetçi kalabilenler ise yok denecek kadar azdır. (Bu satırların yazarı kendisini dışarı çıkabilmiş ve milliyetçi sıfatlarıyla tanımlamaktadır. Fakat aklının başında olduğu gibi bir iddiası bulunmamaktadır.)
Yazıyı bir sınıf olarak "aydının" ve bir ideoloji olarak milliyetçiliğin çöküşüyle açmıştık.
Aydınların tasfiyesi yani devletin tepesinden "ittirilmesinin" olumsuz bir yönü varsa, ideolojik siyasetin gidip kimlik siyasetine teslim olmasıdır. Her ikisi de yüzde yüz doğruyu vermez. Birbirleriyle iç içe de geçebilirler. Ama kimlik siyaseti ideolojik siyasetin yerini alırsa saldırganlaşır. Yıkıcı bir hüviyet alır. Nitekim bugün almıştır.
Aydınlarımız Gramsci'nin "organik entelektüel" tabir ettiği makama da razı olmadıkları için topluca yok olmuşlardır. Zaten bizim toplum yapımızda "aydın" çıkmaz, münevver çıkar. Bunların biri öbüründen üstün değildir. Yalnızca, her hâlde devletinin yanında yer alan münevverin Batılılaşmak gibi bir amacı yoktur. Aydın, Aydınlanma'dan türer ve devleti eğer kendisi idare ediyorsa savunur.(Bkz: Aydının çöktüğünü kabul etmeyen kimi post-aydınların AKP sonrası tavırları) Milliyetçilerin; - batıcılıkla kavgayı kaybettikten sonra - tamamen düşünceye küsmeyenlerinin, münevver çizgisini benimsemiş olması tam da bu yüzden şaşırtıcı değildir.
Milliyetçiliğin "ideolojik olarak" çöküşünün de olumlu ve olumsuz sonuçları oldu. Olumsuz sonuçları arasında; ideolojinin katılığından yoksun kalışı sebebiyle kimin milliyetçi olduğunun kesin bir şekilde belirlenemiyor olmasını ve yine kesin bir hedefin tayin edilemiyor oluşunu başa yazabiliriz. Olumlu sonuçlar arasında ise; esneklik kazanma kabiliyetini ve az zamanda geniş kesimleri etkisi altına alabilme özelliklerini sayabiliriz.
Ahmed Hikmet Müftüoğlu "Tarihte Türkler kadar bağımsızlığı hak etmiş" millet olmadığından bahsediyordu. Ben de, buradan hareketle, "Türk olmayı hak etmek gerektiğini" söylemiştim. Bunun yolu çökmüş kavramlardan, çürümüş kurumlardan, geri dönülmez olgulardan geçmez. Türk milliyetçiliği bugün içine düştüğü gettodan, katı bir ideoloji eliyle kurtulamaz. Aslında bu bir kriz hâlini işaret etmekle birlikte bir şanstır: Milliyetçilik, kendi gettosunu yıkacak kadar esneklik ve hareket kabiliyeti kazansa yetecektir. Ne eksik ne fazla... Esasen milliyetçiliğin gettodan çıkmaması için hiçbir geçerli sebebi de kalmadı. "Düşmanlar" artık gettonun içine değil, dışına saldırıyorlar. Tarihte bağımsız olmayı en fazla hak eden millet ise hızla eriyor. Kültürümüz aşınıyor. Dilimiz yok oluyor.
Bu kadar çok düşmanla uğraşmak için hakikaten iyi hazırlanmalı.
"Zafer hiçbir zaman, mahvolduklarını sananlar tarafından kazanılmaz."

0 Yorumlar