Tarihi Kurmak-3: Tarih Ne İşe Yarar?


Arus-ı tarihin tutuk-ı nazını küşad eylemeye devam ediyoruz cânım efendim. (Günümüz diline belki, "Tarih isimli gelininin nazlı duvağını aralamak" diye çevirebiliriz.)

Bugünkü tarih algımız paramparçadır. O derece bir parçalı tarih anlayışına sahibiz ki, millet olarak tarih hususunda tek anlaşabildiğimiz konu bir tarihimizin olduğudur. Gerisini herkes kafasına göre hikâye eder. Bu, tabii ki yanlıştır. 

Renan, "millet olmanın parçalarından" birisinin de "tarihin bilerek yanlış yazılması" olduğunu söylüyordu. Aydınlanma sonrasının "efkârlı" adamı bu sözü söylerken yalnızca üzerinde düşündüğü millet kavramını tanımlamıyor, tarih isimli "geline" dair de bir şeyler söylüyordu. Mesela; kolayca çarpıtılabileceği, hatta düpedüz doğrularla yanlışları yer değiştirebileceği ve daha tehlikelisi bunları ikna edici kılabileceği... 

Aydınlanma "modern bilimlerin" ortaya çıktığı dönemin adıdır. İki farklı disiplin ise bu kalıba tam uymaz. Birincisi felsefedir, ki kuruluşu itibarıyla kalıp kabul etmez. İkincisi ise tarihtir. 

Tarihtir, çünkü; Aydınlanmanın ortaya çıkardığı tüm modern bilimler, aslında işe yaramaz hâle gelmiş öncülerinin yerine ikâme edilmişlerdi. Fakat tarih, Aydınlanma'nın başında da işe yarıyordu. Hatta tarih çok daha "cilveli" bir iş edinip "kader" kılığına bürünüyor ve insanoğlunu Aydınlanma'ya kadar getiriyordu. Yani Aydınlanma'yı bir eleğe benzetecek olursak; tüm işe yaramazları eleyen bu alet eğer tarihi aradan çıkarırsa, kendi meşruiyetini de sorgulamak zorunda kalacaktı. Buna cesaret edemezdi. Bu yüzden hesabı sonraya bıraktı. 

Fakat hiçbir şey yapmadan da duramazdı. "Metod" denilen bir şeyi tarihe enjekte etti. Böylece "modern tarih" doğdu. Çok zaman geçmeden bu modern tarihin ne kadar tehlikeli olabileceği ortaya çıktı. 

Aydınlanma'yı doğuran unsur, Batı medeniyetiydi. Batı medeniyetinin özünde ciddi oranda eski Yunan ve Roma vurgusu bulunsa da, temeli kesinlikle Hristiyanlıktı. Yani, Hazreti İsa'nın öğretileri... Batı Medeniyeti'nin Aydınlanma öncesi tarihi (hatta Aydınlanma'nın meşruiyet sağlamasına sebep olan retoriği de) tamamen "İsa'nın ideallerine lâyık olma" amacına dayanıyordu.

Metodolojik tarih ilk iş olarak ne yaptı biliyor musunuz? "İsa'nın gerçekte yaşayıp yaşamadığını" tartışmaya açtı! Tehlikeli kelimesini neden tercih ettiğim anlaşılmıştır umarım. (Aslında geniş hacimli argomuzdan çok daha "hoş" benzetmeler çekip alırdım da, argoyu küfür zannedenlerin çoğunlukta olduğu bir ülkede bu tarz hareketlere girmeyi düşünmüyorum – şimdilik.) 

"İsa'yı tartışmak" yalnızca İsa'yı tartışmak değildi. Toptan Batı Medeniyeti'ni tartışmaya açmak demekti. Tüm dünyaya ihraç edilmesi gereken Aydınlanma'nın, içine doğduğu medeniyet bile yalansa, insanlar neden onun ideallerini kabul etsinlerdi? Aydınlanma'ya bağlı olanlar sorunu hemen teşhis ettiler ve metodolojik tarihe birkaç arkadaş eklediler: tamamı "modern" olan; antropoloji, arkeoloji, az sonra da sosyoloji...
Bu arkadaşları yanına kattılar ki, içip içip sapıtmasın. Ama "mizahı bile tehlikeli hâle getirmeyi" kafasında kuran bir insan topluluğunun üyeleri, tarihin bu yıkıcılığını çok sevdiler ve onu kendi yanlarına çekmeye çalıştılar: feylesoflar. 

O günden buyana konumlanmada bir değişiklik yok. Tarih isimli gelini isteyen iki talip yerli yerinde duruyor ve taleplerinden vazgeçeceklerine dair bir emare de bulunmuyor: Aydınlanma'nın cici çocuğu sosyal (beşerî bilimler) ve üvey çocuk felsefe. 

Tarih yıkıcı olması gereken anlarda felsefeyle, yapıcı olması gereken anlarda da beşerî ilimlerle flört ediyor. Hiçbiriyle nikah kıymış değil. Herhalde kimin "pörsüdüğüne de" kendisinin karar vermesinin rahatlığıyla "karta kaçmaktan" çekinmiyor. Ama belirli aralıklarla "taliplerini" kepâze ettiği hepimizin malûmudur. 

Tarih, bir sarkaç gibi beşerî ilimler ve felsefe arasında sallanmayı sürdürdüğü günümüzde, çok önemli bir "işlevi" de yerine getiriyor: Bilginin tepemize yağdığı zamanımızda, yağan bilgileri filtreliyor. (Aynı işlevi Instagram filtreleri de görüyor. "Filtre" deyip geçmeyin, çağımızın kelimelerindendir.) 

Böylece, kuruluşu itibarıyla insanları yanıltmaya teşne olan tarihin yeni vazifesi, bugünün insanlarına "neyin doğru olduğunu öğretmek" olarak kodlanıyor. "Neden sağlam distopya yazılmıyor" diyenlere bir cevap da buradan geliyor. Bunun "hikâyesini" yazsan, kimse okumaz. "Olur mu canım" deyip, kaldırıp bir köşeye atarlar. (Biraz aşağıda tutacak bir kitap fikrim var, isteyen bu fikri bilâ-bedel kullanabilir.) 

Bu distopyanın esas kötülüğü şuradadır ki, "insanın değiştirmeye gücünün yettiği tek şey geçmiştir". Hani, bizim tarihin kardeşi olan geçmiş...

Modern tarih, metodoloji sahibi olmasının yanında bir başka "eksikle" de gündeme gelir: vicdanı yoktur. Kaybedene acımaz. Oysa modern olmayan tarihte kaybedenlere geniş bir yer ayrılır ve hatıraları onurlandırılır. 

Dikkatli bakarsanız bugünkü kavgalarımızın çoğu geçmişte kaybedenlere bugün kazandırmak üzerinde yükselir. Bu tabii ki zamanı zorlar hatta kırar. Dün ve bugünü kavga ettirenler, yarını kaybederler. Yarından korkanlar dünü bugüne kırdırmaktan çekinmezler. (Yalnızca bir parantez olarak da olsa, İran İslâm Devrimi öncesindeki Kerbela anmalarıyla, Humeyni'nin yeniden kurguladığı Kerbela motifini örnek olarak belirtmeliyim. Devrim öncesinde hakikaten bir "matem" yani ölümü hatırlama ve üzülme varken, devrimden sonra Kerbela anmaları "intikam" sloganlarıyla özdeş oldu. İyi bir "tarihi kurma" örneği, değil mi?) 

Tarih özgüven problemimizi çözeceğimiz, korkularımızı cesarete çevireceğimiz alan değildir. Hesaplaşılacak bir yer hiç değildir.

Feylesof kimliği de bilinen Marx'a atfedilen meşhur bir söz vardır: "Tarihte her ne olması gerekiyorsa, o olmuştur" şeklinde. Bu hiçbir şeyi açıklamayan kolaycı bir bakıştır. Ama cümlenin şart kipini değiştirirsek muhakkak çok işimize yarayacaktır: Tarihte her ne olmuşsa, olmuştur. Aradaki virgüle dikkatinizi çekmek isterim. Duraklamadan okursanız anlam kayması yaşarsınız. Neden şart kipiyle, virgülle uğraştırıyorsun bizi diyenler olacaktır. Fakat tarih tam olarak budur. 

Tarihi yapanlar, bunu neden ve nasıl yaptıklarını asla kesin olarak açıklamazlar. Daha doğrusu açıklayamazlar. İsterseniz bunun üzerine gizem ilave ederek, hepsinin Tanrı'nın bu işe memur ettiği kulları olduğu sonucunu çıkartabilirsiniz. İsterseniz ne yaptıklarını tam anlamıyla anlayamadıklarını da iddia edebilirsiniz. Gerçek ikisi de olmaz. İkisinin arasında bir şey olması ihtimali ise çok kuvvetlidir. 

Burada bir çeşit "ortayolculuktan" bahsetmiyorum. Sarkacın uçlarının baskısıyla "orta sahada" geçen mücadeleden bahsediyorum. Ama bizim ligi takip ediyorsanız ne demek istediğimi anlamanız çok zor çünkü Türk futbolu orta saha diye bir yer yokmuş gibi oynanıyor. Bunun da tarihsel bir sebebi var mıdır acaba? (Uydur uydur 200 sayfalık kitap yaz. Tanesi 30 papelden 10 baskı garanti. Ücretsiz fikir, gerisi "arka tarafınızın" ve bileğinizin kuvvetine kalmış.) 

Yanına mesela sosyolojiyi koymadan bir çatışma alanının ötesine geçemeyen, felsefeden destek almadan devrimi geçin evrime bile karar veremeyen tarih, tarifini kimsenin bilmediği bir büyü gibi insanları peşinden sürüklüyor.

...

Bu yazı, içerisinde "Tarih ne işe yarar" sorusuna birkaç farklı cevap barındırsa da; bence tarihin en mühim faydası yalanla gerçeği ayırma yetisi kazandırmasıdır ki, bir sonraki yazımızda bu özelliğin ne kadar hayatî olduğunu konu edeceğiz. 




Yorum Gönder

0 Yorumlar