Blog Notlar - 7


Birbirinden bağımsız başlıklarda toparladığım Blog Notlar'ın yedinci yazısında buluşuyoruz. 

Notlarım şunlardan ibarettir; yetmez ama evetçilerin ilginç çıkışı, nihayet başlayabilen sistem tartışmaları, ilginç bir entelektüel tanımı, Sartre'ın New York'ta New York'u arayışı, Thomas Carlyle'dan bir söz. 

Bu notun "görsel" kısmında Son Halife Abdülmecid'in "Sis" tablosunu; kitap tavsiyesi bölümünde ise Emrah Safa Gürkan'ın Sultanın Casusları kitabını konuk edeceğiz. 


1
Bir Garip "Özeleştiri"

Bir zamanların güçlüleri - yetmez ama evetçiler - Paris'te bir vesileyle buluşmuşlar ve "Pişman mısınız?" sualini cevaplamışlar. 

Cevapların biri diğerinden komik. "Özeleştiri verdikleri" söyleniyor ama böyle bir şey yapmamışlar. Şöyle yapmışlar: "Avrupa'nın sevgisizliği" (ne demekse), ülkenin kötüye gitmesi falan derken nerede yanlış yaptıklarına gelmeden sözcükleri tükenmiş, olaysız dağılmışlar. Normalde ciddiye almayacaktım fakat bir bölüm beni çok güldürdü. Büyük sosyoloji profesörümüz, ulu aydınımız Madame Göle'nin muhteşem açıklamasından bahsediyorum.

Hanımefendi ve saz arkadaşları "kullanışlı aptal" deyince kızıyorlarmış. Buna ben de çok kızıyorum. Ne kullanışlı özellikleri kaldı ki, hâlâ bu sıfat bağışlanıyor kendilerine. Aptallık bahsiyle ilgili benim bir şey söylememe gerek yok. Sosyoloji profesörü hanımefendi memlekette yakın zamanda olmuş birkaç hadiseyi sıralıyor ve "Ne oldu" diye soruyor, gayet samimi ve açıklama ister bir edayla. 

Sosyoloji profesörü soruyor. Yani, insan topluluklarını inceleyen bilimin profesörü bu kadın. Kitapları falan var. "Ne oldu" onu merak ediyor. Bakınız "Ne oluyor" veyahut "Ne olacak" hatta "Ne olmalı" değil, "Ne oldu" diyor. Yani durmuş bekliyor, birisi ona açıklama yapacak. Üstelik cevabın hanımefendi ve arkadaşlarının gözden düşmesi temelinde olması gerekiyor. Biliyorsunuz, dünya sol liberallerin çevresinde dönüyor. Şimdi bu kadın kendisini "aydın" sayıyor. "Sürgüne gitmiş" bir de. 

Unutmadan; "çok acılar da" çekmişler. Zavallılar (!) Zavallı yetmez ama evetçiler! 


2
Sistem Tartışmaları

Bizim milletin iki yüz senedir atlatamadığı bir hastalığı var: geç kaldığı ne kadar konu varsa aceleye getirerek çözmeye çabalıyor. Örnek mi? Sistem tartışmalarımıza bir göz atmak yeterli olacaktır. 

Muhalefet partileri sonunda sistem tartışmasını başlatabildiler. Şimdilik herkes farklı kafadan çalsa da, "güçlendirilmiş parlamenter sistemin" ne demek olduğunu yakında kesinleştirecekler. (Yani, inşallah.) O arada iktidar da, "Türk tipi başkanlık" sisteminin ne olduğunu açıklayabilirse, dünya tarihinin en demokratik sistem tartışmasını yapabileceğiz. 

Fakat şu anda bunu yapamıyoruz. Kendi kendine aydın diyen insanlar, muhalefetin önsöz yerine kabul edilecek çalışmalarına ayet muamelesi yapmaktan, iktidarın da sistemini - artık - açıklığa kavuşturması gerektiğini atlıyorlar. 

Unutulmasın ki bizim bugün idare olunduğumuz sistem "Türk tipi başkanlık" sistemidir fakat 2018'den buyana değişip durmaktadır. Başta cumhurbaşkanı olmak üzere hiç kimse işlerin tam olarak nasıl ilerlediğini anlayamamaktadır. Yani, esas sorun iktidar tarafındadır. 

Eğer bir sonraki adımda top iktidarın sahasına yıkılmayacaksa; muhalefetin sistem tartışmasına başlamasını kendi ayağına kurşun sıkmak olarak görürüm. Not olarak düşeyim istedim. Bir şeyler netleştikçe üzerine konuşmaya devam edebiliriz. 


3
İlginç Bir Entelektüel Tanımı

Artık ülkemizde dirinin arkasından konuşmak dedikodu, ölünün arkasından konuşmak "entelektüellik" olarak adlandırılıyor. Çok ilginç.


4
Sartre'ın New York Gezisi'nden Sorular 

Camus başından savmak istediği Sartre'ı New York'a postalamış. Paris'in kafelerine alışık olan Sartre New York'taki kafeleri gezmeye başlamış. Bakmış ki bunlar bitmiyor, barları gezmeye başlamış. Bunlar da bir türlü bitmeyince yarı hayal kırıklığı yarı öfkeyle: "Aradığım New York'u bulamadım." diye yazmış Camus'ya.  

Sartre "aradığı New York'u bulamamış". Şimdi biz taşranın, tozun, toprağın, çamurun çocuklarına şu soruyu sormak gerekiyor: "aradığımız" Ankara'yı veya daha mühimi "aradığımız" İstanbul'u bulabiliyor muyuz? Bulamıyorsak - ki, bulamıyoruz- Sartre'ın arayışı ve bizim arayışımız aynı mı? Şehirlerimizin büyümesiyle, New York'un büyüklüğü bir tutulabilir mi? Tutulmalı mı? 


5
"Bir adamın küçüklüğü hakkında şundan daha hazin bir kanıt verilemez: O, büyük adamlara hiç bir şekilde inanmaz." Thomas Carlyle


6
Abdülmecid Efendi'nin Sis Tablosu

Osmanlı hanedanı mensupları daima güzel sanatlarla da iştigal etmişlerdir. Bunun bir sebebi kafalarını rahatlatmak, bir diğeri farklı alanlarda rüştlerini ispat edebilmektir. Bence en önemli sebep ise patronajını yürüttükleri sanatlar hakkında birinci elden tecrübe edinmektir. 15 ve 16. yüzyılın gözde sanatı şiirdir. Bu yüzden dönemin padişahları (mesela Fatih, mesela Yavuz, mesela Kanuni) aruz ölçüsüyle şiirler yazmışlardır. 20. yüzyıla geldiğimizde artık Batılılaşan bir devlet vardır. Şiir eski ağırlığını kaybetmiş, resim ön plana çıkmıştır. Hanedanda bu değişikliğin yansımasını Abdülmecid Efendi'de buluyoruz. Tevfik Fikret'in meşhur Sis şiirinden esinlerek yaptığı bu tablo; şiirle birlikte bana da İnatçı Sisin Gölgesinde hikâyesinde ilham kaynağı olmuştu. Hikâye işgal İstanbul'unda Atatürk'ün faaliyetlerini anlattığı için o zaman kullanmamıştım. Şimdi paylaşıyorum. 

Son Halife Abdülmecid'in Sis Tablosu


Kitap Tavsiyesi: Sultanın Casusları - Emrah Safa Gürkan 

Türkiye, 93 Harbi olarak isimlendirilen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'ndan buyana, tek kelimeyle "güvenlik" diyebileceğimiz alanı konuşuyor. Bu alanın iki temel unsuru ise: askerlik ve istihbarat. Maalesef yakın zamana kadar; askerî tarih askerlerin, istihbarat çalışmaları da istihbaratçıların insafına bırakılmıştı. Şimdi her iki konuda da müthiş işler yapılıyor. Emrah Safa Gürkan'ın "16. yüzyılda istihbarat, sabotaj ve rüşvet ağlarını" ele aldığı Sultanın Casusları kitabı, daha şimdiden Türk istihbarat tarihi alanında önemli bir yer tutacağını belli etti. 

"Bilginin devlet tekelinden çıkıp kamusal alana mâl olmaya başladığı"(s.19), 16. yüzyılda Avrupa'da iki büyük gücün kapışması yaşanıyordu: Osmanlılar ve Habsburglar. 

Bu kapışma yalnızca savaşı değil; siyaseti, diplomasiyi, kültürü, sanatı ve tabii ki istihbaratı da kapsıyordu. Peki Osmanlı bu savaşı nasıl yürütüyordu? 

"Osmanlıların gözünde müttefikliğin şartlarından biri bilgi paylaşmaktı"(s.140) diyen Gürkan; coğrafî uzaklığı itibarıyla "olaylara direkt müdahale edemeyen İstanbul'un", "metotlardan çok sonuçlarla ilgilendiğini" açıklıyor. (s.157)

Nasıl açıklıyor? Alman, İtalyan, İspanyol ve Fransız arşivleriyle Osmanlı arşivlerini mukayese ederek! İstihbarat tarihi alanında - saydığım memleketlerin dillerinde - yazılmış eserleri inceleyerek. Bu, kitabın kıymetini anlatmaya yeter bir bilgidir. 

Ayrıca kuru bilgi verip geçmektense, dönemin ruhunu verecek örnekler de kitabın içinde kendisine yer buluyor. Mesela şu cümle yazarın "Osmanlı'nın kapsayıcı anlayışı" adını verdiği şeyi açıklamasının yanında 16. yüzyılın dünyası hakkında da fazlasıyla ipucu sunuyor: "Venedikli bir mühtedi olması hasebiyle Batı'da Hasan Veneziano adıyla bilinen ve eski esiri Cervantes'in eserlerinde ölümsüzleştirdiği Kapudan-ı Derya Uluc Hasan Paşa ile Venedik balyoslarından Lorenzo Bernardo beraber top oynayarak büyümüş çocukluk arkadaşlarıdır." (s.175) Bu bilgiye dipnot olarak verdiği Venedik arşiv belgesinde "beraber top oynadıkları" bilgisinin geçtiğini sanmıyorum. Bu da yazarın konuyu esprili bir dille kolay anlaşılır kılan üslubunun bir parçası. Yani 16. yüzyıl istihbarat tarihi gibi ağır bir konuyu, çok da ağır olmayan bir dille anlatıyor ki, bu da kitabı geniş kesimlerin sevmesinin esas nedenini teşkil ediyor. 

93 Harbi'nden beri "dışını" konuştuğumuz konunun "içine" meraklıysanız, okumanızı öneririm. 

Yorum Gönder

0 Yorumlar