Ziya Paşa'nın meşhur Abdullah Biraderler'de alınmış bir fotografı |
Daha önce Ömer Seyfettin'in Ali Cânip'e Mektubu'nu paylaştığım vakit söylemiştim. Biz, özellikle yazılı kültür tarihimizi ilgilendiren parçaları, internet adını verdiğimiz şeyden ayrı düşünüyoruz. Bu parçaları paylaşmıyoruz, kendimize saklıyoruz, herhalde bir kısmımız da bunların turşusunu kuruyorlar.
Bir vesileyle, merhum Ziya Paşa'nın yalnızca edebiyat değil genel olarak dilimizin tarihinde önemli bir nirengi noktası teşkil eden "Şiir ve İnşâ" isimli makalesini aramaya koyuldum. Kolay bir internet aramasıyla bulacağımı umduğum için Google hazretlerine danıştım. Karşıma çıkardıkları şundan ibaretti: makalenin maddi hatalarla ve anlam kaymalarıyla dolu sözde özgün hâli ve iki-üç paragraflık anlaşılmaz özetler. Ziya Paşa'nın makalesinde en fazla eleştirdiği konu sözcüklerin anlamlarının bilinmemesi ve kaydırılması, bu yüzden sadeleştirilmeleri gerektiğiydi. Bunu hatırlayınca feleğin Ziya Paşa'ya şaka yaptığını düşünmedim değil. Sonra Paşa'nın meşhur terc-i bendini anımsadım:
"Pek rengine aldanma felek eski felektir
Zira feleğin meşreb-i nasazı dönektir"
Elhak, öyledir.
Konumuza gelirsek; Tanzimat dönemimizin önemli adamlarından olan Ziya Paşa, 1868 yılında, arkadaşı Namık Kemal'la birlikte Londra'da bulunuyordu. Mustafa Reşid Paşa'nın himayesinde yetişen ikili, Paşa'nın ölümünden sonra daha da güçlenen rakibi Âli Paşa'nın gazabından kaçarak buraya gelmişlerdi. Fikirlerini yaymak, seslerini duyurmak için Hürriyet isminde bir gazete çıkarmaya başladılar.
Neredeyse her şey hakkında yazdıkları bu gazetenin konuları arasında dil meselesi de bulunuyordu. Gazetenin 7 Eylül 1868 tarihli 11. sayısında yayınlanan Ziya Paşa'nın "Şiir ve İnşâ" başlıklı makalesi de Türkçe'nin geleceğini dert ediniyordu. Bu dert o kadar geniş kesimleri etkisi altına almış ve bu yazı o derece ikna edici olmuştur ki, hâlen edebiyat tarihimiz ve müfredatımızda bu makaleye atıf yapılır.
Fakat makalenin tam metnini günümüz diline uyarlayıp internet ortamına aktarmak yine de burun kıvrılan bir iş olmuş, edebiyat tarihimizin en meşhur yazılarından birisini günümüzün diline aktaran çalışmalar da kitapların sayfalarında kalmıştır.
Google hazretlerinin gösterdiği "tıpkı metinlerde" bazı maddî hatalar bulunduğunu söylemiştim. Bu yüzden makalenin Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi'nin (hazırlayanlar: Mehmet Kaplan, İnci Enginün, Birol Emil) ikinci cildinde yer alan şeklini esas kabul ettim. (s. 45-49) Sonra da üşenmeyip bunu Türkçe'den Türkçe'ye "tercüme" ettim.
150 sene önce "dilimizi kurallara bağlayalım" diyen Ziya Paşa'nın yazdıklarının bugün çoğunluk tarafından anlaşılamaması dilimiz adına iyi şeyler söylemese de, biz bu mühim makaleyi okumaktan geri kalmayalım.
Sonsöz olarak; makalenin özünü bozmadan uyarlamaya gayret ettim. Daha rahat anlaşılması için paragrafların sayısını arttırdım.
"Bizim memleketimizde edebî üretim ve eğitim, yalnız şiir ve inşâ (düzyazı) yönündedir. Bu konudan biraz bahsetmek faydalı olacaktır.
Genel tanımıyla şiir ölçülü (vezinli) sözcükler sanatıdır. Yani iki satır sözün her birinde sessizlik ve hareketin eşit olmasından ibarettir. Uyak bile yokken ölçü vardı. Eski Yunanlılar yalnız ölçüye uyar, uyak kullanmazlardı.
Şiir her millette doğaldır. Yeryüzüne ne kadar millet ve kavim gelmişse hepsinin de kendilerine özgü şiirleri vardır. Osmanlıların şiiri acaba nedir? Necâti, Bâkî ve Nef'i divanlarında gördüğümüz çeşitli aruz ölçüleriyle yazılan soysuz kasideler, gazeller, kıt'alar ve mesneviler midir? Yoksa Hâce ve Itrî gibi musikişinasların besteledikleri Nedîm ve Vâsıf'ın şarkıları mıdır?
Hayır, bunların hiçbirisi Osmanlı şiiri değildir. Zira görülüyor ki Osmanlı şairlerinin İran'a, İranlı şairlerin de Araplara öykünerek aldıkları bu nazım türleri melezdir. Ve eski şairlerimiz bu taklidi yalnızca nazımda bırakmayıp; düşüncede, manada, söylemde, hâyâlde de Arap ve İran'a öykünmeyi marifet bilmişlerdir. Acaba bizim mensup olduğumuz milletin de bir dili ve şiiri var mıdır, bunu düzeltmek mümkün müdür gibi soruları asla akıllarına getirmemişlerdir.
Düzyazı alanında da durum aynıdır. Feridun, Veysî ve Nergisî gibi itibarlı yazarların düzyazıları incelendiğinde içlerinde üçte bir oranında bile Türkçe kelime bulunmadığı görülür. Bir durumu ifade ederken, eski ve yeni kavramları öyle karmaşık ve birbirini kovalayan cümleler halinde yazmışlardır ki; Türkçe ve Farsça sözlükler olmadan, Arapça dilbilgisi kurallarına hakim bulunmadan ve bir ders öğrenir gibi çok zaman emek harcamadan, ne yazıldığını anlamak mümkün değildir.
Bugün resmî belgelerde kullanılan dil, gerçi kâtiplerin eskisi kadar bilgili olmaması sebebiyle eskiler gibi zor anlaşılır değilse de, bunlar da aynı babanın piçi olduklarından hâlâ anlaşılmaz kavramlar ve şüpheli (garip) ifadelerle doludur.
Eski yazılarımızda da Arapça kelimeler ve kavramlar çok fazla olmakla beraber; bu kelimelerin ve mecazların en azından bir anlamı vardı. Şimdi ise asrımızda düşünce ve politika basitleşmiş olduğu hâlde, bazı fermanlar, devlet yazışmaları ve önergelerde öyle ibareler görülüyor ki, kelimeleri herkes bilse de, anlamları anlaşılmıyor.
Garip olan şurası ki, böyle anlaşılmaz şeyler yazabilmek, yazarların nitelikli oluşuyla açıklanıyor. Mesela; Maliye, Sayıştay ve Yargıtay'ı dolaşıp nihayet Başbakanlık'a gelmiş tımar veya âşâr maddesine dair ayrıntılı bir emir yazmak gerekmiş olsun. Bu emir, ki iki üç yüz satır sözdür, bu meselede yeteneği olan akıllı bir kişinin eline geçsin ve okutulsun. Sonunda şu okuduğunuz maddeyi lisânen değerlendirin denilsin. O zaman yazımız ne yazıdır ve kâtibimiz ne kâtiptir meydana çıkar.
Şiiri ve düzyazıyı bu hale getiren çağımız değildir. İranlılar müslüman olduktan sonra şeriatla ilgili bilimleri kavramak için önce Arapçayı öğrenmeye başladılar, sonra kendi şiir ve düzyazılarında da Arapçaya öykündüler. Biz de Osmanlı Devleti'ni kurarken başlangıçta İran ulemasını getirtmek zorunda kaldık ve onların verdiği eğitim nedeniyle de kendi dilimizi bırakıp İran diline öykünme hatasına düştük. Anadolu bilginlerinin bu husustaki ihmal ve kusurları bağışlanmaz bir yanlıştır.
Zira insanoğlunun iletişim kuracağı nesne dildir. Bir milletin dili yazılı kurallarla belirlenmeyip, her eline kalem alanın keyfine göre yazılır ve doğal hâlinden çıkarsa, o milletin iletişim kurma aygıtı bozulmuş olur.
Şu anda ilân edilen resmî metinler sokaktaki vatandaşların önünde okunursa, bir şey anlaşılır mı? Bu metinler yalnızca devlet görevlilerine mi özeldir yoksa sokaktaki vatandaşın da devletin emrini anlaması için midir?
Anadolu'da ve Rumeli'nde sokaktaki vatandaşlardan herhangi birine, devletin bir ticaret düzenlemesi var mıdır, âşâra zam gelmiş midir, vergi nasıl toplanacaktır ve şuna buna dair fermanlar ve emirler var mıdır, sorulursa, görülür ki, hiç kimsenin hiçbir şeyden haberi yoktur. Bu yüzden bizim memlekette Tanzimat'ın ne olduğu ve hangi yenilikleri getirdiği ahali tarafından bilinmez. Çoğu yerde atanmışlar, valiler ve memurlar eliyle, Tanzimat öncesindeki gibi yoldan çıkmış zulüm usulleri altında ezilir ve kimseye dertlerini anlatamazlar. Ama Fransa ve İngiltere'de herhangi bir memur kuralların birazcık dışında hareket edecek olsa, vatandaşlar tarafından hemen dava edilir. Çünkü kurallar halkın anladığı dilde yazılmış ve layığıyla açıklanmıştır.
Tunus vilayeti bundan birkaç sene evvel Düstûr'un (Tanzimat'tan itibaren yayınlanan kanunları toplayan kitap-SA) Arapçaya tercümesini arzu ederek bu hizmeti Arapça bilir ve Türkçe anlar bir zata havale eder. O zat iki üç sayfada bir, yirmi kadar zorlukla karşılaşınca, müracaat için bir meclise gelir. Orada Türkçe'ye hâkim, şiir ve inşâda (düzyazı) yetenekleri ile tanınan yedi sekiz kişiye tesadüf eder. Zorlandığı yerleri onlara sorar ama hiç kimse cevap veremez. Hatta zorlanılan yerlerin çözümünde sekiz kişinin açıklamaları birbirine zıt çıkar. Çaresiz mütercim "Meğer bizim Düstûr diye tercümesini başladığımız şey bilinmezler kitabıymış" diyerek çıkar gider. Nihâyet tercümeyi bitiremez. Sonra başka bir zâta havale olunur, o da yapamaz. Sonuçta Tunus vilayeti bağlı bulunduğu devletin kanunlarından habersiz kalır.
Yazım kurallarının bu derece belirsiz olması devlet ve millet için daha pek çok fenalıklara sebep olmaktadır.
Yalnız şeriat düzeni değişimden müstesna bulunduğundan, şeriat mahkemelerinin bu zamana kadarki şekilde (usûl-i sakk) yazmaya devam etmesi kabul edilebilir. Ancak diğer mahkemelerden verilen kararlar o derece karmaşık ibarelerle doludur ki, hükümlerin kâh davada, kâh uygulamada bile anlaşılamadığı olur. Bu yüzden meydana gelen haksız hükümlerin tamamı devletin adaletsiz oluşuyla yorumlanır.
Hâlen geçerli olan ceza kanunnamesi; öyle bozuk ifadelerle öyle karmaşık ibarelerle doludur ki, mahkemeler gördükleri davayı onun bendlerinden biriyle hükme bağlamak için yaş deri gibi çekiştirmeye ve çoğunlukla haksız hüküm vermeye mecbur olurlar. Daha fenası dava, bendlerin hiçbirine uydurulamazsa, bu sefer de bendler davaya uydurulur.
Mesela bir adam zanparalıkta tutulup sorgulanırken böyle bir bend açıklanmadığından, bekâr birisinin evine girmek hakkındaki bendden işleme alınır. Temyiz mahkemesi ise önündeki davanın esasından haberdar olmayıp, gelen mazbata üzerine hükmü onayladığından ve yerel mahkemelerde zabıtlar çeşit çeşit garazlarla yazıldığından; mesela gerçekte üç ay yeterli olacak bir zavallının on sene küreğe konulduğu, on sene küreğe gidecek bir caninin üç ay hapisle kurtulduğu yaşanmış olaylardandır.
Kezâ sorgu memurlarında da durum böyledir. Sorgulanan zavallı derdini bildiği lisanla söylerken, sorgu memuru 'olduğundan' kelimesine aşağıda bir de 'bulunduğundan' ve 'bulunmakla' gibi bir bağlantı ekleyip ötekinin hiç aklından geçmeyenleri cebinden yazar. Sonra keyfi gelirse bir kere de yüzüne karşı okur ve 'Bunu sen söylemedin mi, getir mührünü yoksa parmağını bastır' der. Sorgulanan adam okunan şeyi Arapça gibi dinleyip bir şey anlamadan, sadece memuru gücendirmeyelim düşüncesiyle mührünü ya da parmağını basar. İşte bu sorgu metni bazı zamanlarda zavallının idamına bile sebep olur. Belki onun dediği yolda yazılsa kurtulmak ihtimali bulunurdu.
Ne acayiptir ki bizde yazı bilmek başka yazı yazabilmek başkadır. Oysa diğer dillerde yazı ve imlâ bilen yazı yazmayı da bilir. Her yerde yazar olmak için hayli bilgi gerekirse de, niyetini açıklamak için başka dillerde yazı yazmak yeter. Bizde ise hem yazıyı öğrenmek hem de daha çok, birçok şeyleri bilmek gerekir.
Evvelâ Türkçe imlâ bilinmelidir. Halbuki en güç şey budur. Zira vaktiyle Türkçe'ye özgü bir sözlük yapılmamış ve Osmanlılar çeşitli milletleri hükümleri altına aldıkça her birinde gördükleri yeni şeylerin isimlerini o milletin dilinden alıp, az çok bozarak kullanmış ve her yazar bu kelimeleri kendi işine geldiği şekliyle yazmış olduğundan, imlâ öğrenecek birisi bu yazımların hangisinin doğru olduğunu şaşırır. Hele yirmi seneden beri Babıali'deki büyük memurlar - yürüyen sözlük olma hevesine düşerek - gittikçe birbirlerinden farklı yazmaya başlamışlardır. Kimisi "ya" ile bildirir, kimisi "ya'sız" bildirir. Yazmaya başladıklarından beri küçük katipler ne yapacaklarını şaşırdılar.
İkinci olarak: Arapça ve Farsça yazım kurallarını öğrenmek gerekir. Bu iki dilin imlâsını bilmek, dil bilgisi kurallarını bilmeye bağlı olduğundan en azından grameri görmeden doğru yazmak mümkün olmaz.
Üçüncü olarak; tüm bunlardan sonra devlet dairelerinden birinde birkaç yıl çalışmak gerekir. Bu olmadıkça "idüğüne"yi "olduğuna"ya bağlayamazsınız. Ve bu nükte Kemankeş Sırrı Bey gibi katiplerin son dersi olduğundan, ne zaman bu yeteneğiniz kabul edilirse o zaman Babıali'nin kullandığı katipler sırasına geçebilir, güya bir yazı makinesi olursunuz. Lakin bu kadar çabayla şu yeteneği elde eden kişi, düşünme kudretine sahip ise, bu eğitiminden memnun olacak yerde üzüntü duyacaktır. Çünkü alıştığı terkipler onu sınırlı bir dairenin içine sokmuştur. Birdenbire zihnine gelen sözlerden yalnızca eğitimine uygun olanları yazıp kalanını, ki yazımları belirsiz ve alışılmamış olduğundan zordur, terk ve fedaya mecbur kalır. Çünkü bu zincirin içinde bağlıdır, benzerlerinden ileri gidemez, mağdur olur. Bu sebeplerle gerek şiirimiz ve gerek kitâbetimiz geri kalmıştır. Yazınımızı ileri götürmesi gerekenlerin suçu; kitaplarda, matbuatta yeteneklerini ortaya koyarken, "olmakla, bulunmakla, ecilden, hasebiyle, mebnî, dolayı, derkâr, âşikâr" fasid dairesine girmeye tenezzül etmemeleridir. Edebiyatta büyük bir devrime sebep olan kişilerin çoğu bu yüzden devlet dairelerinde çalışamadılar. Yine aynı suçun devamı olarak; Ali gibi, Müştak gibi, İsmail Paşazade Galib Bey gibi birçok kıymetli yazar, doğuştan gelen yeteneklerine layık olan saygıyı göremediler. Kimisi delirdi, kimisi kendini içkiye verdi.
Vah bize...Yazık bize...
Bu durumda, milletimize özgü şiir ve düzyazı yok mudur? Vardır. Bizim olan şiir ve düzyazımız taşra ve İstanbul'da sokaktaki vatandaşın beyninde hâlâ durmaktadır.
Bizim şiirimiz; şairlerin ölçüsüz diye beğenmedikleri halk şarkılarıyla; taşralarda ve ozanların arasında deyiş, üçleme ve kayabaşı dedikleri şiirlerdir. Ve bizim doğal düzyazımız Kamus Mütercimi'nin (Mütercim Âsım Efendi'den bahsediyor-SA) ve sonradan Muhbir gazetesinin (Ali Suavi'nin çıkardığı gazete-SA) kabul ettiği yazı dilidir.
Bu şiir ve düzyazı istenilen derecede güzel ve tumturaklı değilse bunun nedeni, Osmanlıların ilerleme dönemlerinde bunlara rağbet etmemeleridir. Bu yüzden şiir ve düzyazı oldukları yerde kalmışlar, büyüyememişlerdir. Hele bir kere rağbet gösterilsin, kısa zamanda akıllara hayret verecek derecede şairler ve yazarlar yetişir. Kısacası, doğal şiir odur ki, şair kalemi eline alıp bir düşünce üstüne anında kırk, elli beyit yazabilmelidir. Millî yazı odur ki eli kalem tutan kişi zihnindeki muradını iyi kötü kağıt üstüne koyabilmelidir.
Şimdiki şiir ve düzyazımızda ise sözcüklerin ve anlamların düzenlenmesi derdi zihni meşgul etmekte; bu yüzden ne şiir ne de yazıda içten gelenin aktarılması mümkün olmamaktadır. Her milletin şairleri, hatta bizim ozanlarımız çok kolayca şiir söylerler. Biz ise beş beyit bir gazeli dokuz ayda doğurur gibi söyleriz.
Diğer milletlerde büyükler ve hatta kitap yazarları ellerine kalem alıp mektup ve eserler yazmazlar, belki yanlarındaki kâtiplerine ağızdan söylerler, onlar da yazarlar. Nitekim bizde dahi köy ağaları imamlara söyleyip yazdırırlar. Bu yüzden onlarda haberleşme hızlı olur ve eserler kolayca oluşur. Ama biz mektup yazdığımızda, bir iki kere karalama yapıp sonra onları temize çekmeden istediğimiz gibi olmadığından; hem haberleşmemizde yavaşlık ve bozukluk, hem de ifadelerimizde eksiklik ve tutukluk bulunur.
Bu kötülüğü defetmek için özümüze dönmeliyiz."
0 Yorumlar