Tarihi Kurmak-4: Alternatif Tarihçiliğin Ekonomisi


Refik Halid, Bir Ömür Boyunca'da şöyle yazıyordu:

"Ne olurdu, Sultan Reşad dört sene evvel vefat edemez miydi? Enver Paşa Trablus'ta şan ve şerefiyle şehadet rütbesine kavuşamaz mıydı? Mahmud Şevket Paşa yerine Talât Bey bir suikaste uğrayamaz veyahut tabiî ecelle ölemez miydi? Padişah için bir "Çanakkale" şiiri yazmaya lüzum görmeden, Enver için meccanen bir "Sarıkamış" felâketi geçirmeden ve Talât için de çökmüş bir devletin cesedi üstünden atlayarak firar üzüntüsü çekmeden ölmek elbette daha iyi olurdu, olacaktı. Üçü de beş-altı yıl daha yaşamakla ne kazandılar ve memlekete ne kazandırdılar? Üçünü de gözyaşları dökerek toprağa verecek bir millet bulunacaktı arkalarında...

Yukarıdaki satırların 60'lı yılların başında yazıldığını varsayabiliriz. Minelbab İlelmihrab isimli anı kitabının devamı niteliğinde olan Bir Ömür Boyunca, R. Halid'in vefatından sonra yayınlanmıştı. Minelbab İlelmihrab'ın ilk baskısı 1964'te yapıldığına göre, R. Halid 60'lı yıllarda öleceğini anlamış olacak ki, bu kitapları peş peşe hazırlamış. Bu lüzumsuz bilgi bizi neden ilgilendiriyor denilebilir, açıklayacağım.

Ama önce 50'li yıllarda açığa çıkan ve yıllar boyunca etkisini artıran alternatif tarih yazımını anlamak için biraz arka plan bilgisi vermem gerekiyor. 

Zorunlu, Zorlayıcı Bazen de Zoraki Bir Devrim: Türk Aydınlanması

Türkiye, cumhuriyet idaresine hızlı ve sert devrimler serisiyle başladı. Tanzimat'tan beri süregelen "ikili ve ikircikli" hâl terkedildi, Atatürk'ün tabiriyle "muasır medeniyetin üstü" hedef olarak belirlendi. (Kimi ahmaklar bu hedefe inanmamış olacaklar ki, Atatürk öldükten sonra "muasır medeniyet seviyesi" şeklinde tevil ettiler. Hatta kimileri muasır medeniyeti de yeterli görmeyip çoğalttı ve "muasır medeniyetler" dediler. Bunu yapanların kendilerini Kemalist olarak tanımlaması garabeti de seride yerini bulacak, ama şimdi değil.) 

Muasır medeniyetin üzerine çıkmak için evvela onun seviyesine yükselmek gerekiyordu. Böylece Türk Aydınlanması başladı.

Türk Aydınlanması'nın hedefi, insanoğlunun en ileri birlik aşaması olan "modern milleti" kurmaktı. Bunun için; kültür, dil, sanat, siyaset birliği şarttı fakat yeterli değildi. Tarih birliği de gerekiyordu. Böylece tarih yeniden yazılmaya başlandı. Bu iş gizlice yapılmadı. Açık açık, milletin gözünün içine bakarak gerçekleştirildi. (Bunun neden önemli olduğuna döneceğiz.)

Atatürk'ün ölümüne dek tarihi yeniden yazma işine kimse cepheden karşı çıkmadı. Zeki Velidi, 1. Türk Tarih Kongresi'nde Türklerin Orta Asya'dan göç etmelerinin sebebinin kuruyan göller olduğu tezine itiraz etti, Kazım Karabekir Kurtuluş Savaşı'yla ilgili bazı hususlarda tenkitten çekinmedi. Fakat bunlar cepheden saldırılar değil, teferruat üzerindeki tartışmalardan ibaretti. Yalnızca bu itirazlara bile çok sert tepki gösterildi.

Zeki Velidi'yi Avrupa'ya kovaladılar, Karabekir'in peşine hafiye takıp evini tarassut altına aldılar. Bunların sebebi Atatürk'ün veya "başkanın adamlarının" bu isimlere karşı olan nefretleri değildi. Şaka değil yeni bir rejim kuruluyordu. Rejim mevzubahis olduğunda -tıpkı vatan meselesinde olduğu gibi- gerisi teferruattı. Nitekim Karabekir ve Z. Velidi bu duruma içerleseler de, "rejim düşmanı" olmadılar. Atatürk'ün ölümünden sonra Zeki Velidi İstanbul Üniversitesi'nde kürsü sahibi olurken, Karabekir Meclis Başkanlığı yaptı. 

Atatürk'ün ölümü onun hayatında "devlet için" gadre uğramış elitleri yeniden sistemin içine soktu. Fakat devrimlerin esas yıprattığı kitle elitler değil, Anadolu insanıydı. Nitekim Karabekir Paşa Atatürk'e muhalefet etmesinin sebebi olarak "cumhuriyetin ilan edileceğinin kendisine haber verilmemesi" olduğunu açıklıyordu. Dikkat buyurun; cumhuriyetin ilanı değil itiraz ettiği, kendisine haber verilmemesi... Fakat bir kısım vatandaşlar başka türlü düşünüyordu. 

Kimdi bu vatandaşlar, nerede otururlardı, Anadolu nasıl bir yerdi? Fikir edinmek için, 1916'da Ankara'ya sürgün giden Refik Halid'e yeniden müracaat ediyoruz:

"Ağaçsız, bahçesiz, yolsuz ve şekilsiz bir kasabadır Ankara; renkten, tenasüpten, ahenkten yoksundur. Bir ‘âraf’tır Ankara. Hükûmetin en küçük himmetinden, muhabbetinden uzak kalmış bir gamlı kasaba… Bu kasaba, kirli bir dere kenarına yarı gömülmüş, unutulmuş yatıyor; kayıtsız ayaklar altında eziliyor.

Ağaçlı, bahçeli, yollu ve şekilli Anadolu kasabaları da vardı. Ama Anadolu'da doğru dürüst şehir yoktu. Devletin üzerine doğru devrilmesi sebebiyle; bırakın hükûmetten himmet beklemeyi, hükûmeti ayakta tutan güçtü Anadolu. Değişime inanıyordu belki ama başarabileceğine inanmıyordu. Anadolu "enerjisiz" kalmıştı. 

Atatürk işte böyle bulduğu Anadolu'nun toparlanmasını bekleyemezdi. Bu yüzden süratle hareket etti. Bu süratin reaksiyon doğurması kaçınılmazdı. Fakat Atatürk'ün rejimin oturmasını sağlarken en yakın arkadaşlarını bile gözden çıkarabileceğini anlayanlar, direnişlerini "susarak" sergilediler. 

Atatürk'ün vefatından sonra Millî Şef olan İsmet Paşa, daha fazla devrim yapmayarak hatta kimi noktalarda tavizler vererek karşı devrimcileri yatıştırmaya çalıştı. Olmadı. Böylece 1940'ların sonuna gelindi.

Demokrat Parti hükümet olduğu vakit, CHP'nin "kültürel iktidarını da" yıkmak istiyordu. Fakat İsmet Paşa iktidarının çoğunluğu İkinci Dünya Savaşı'na denk geldiğinden ve Paşa'nın ekonomi bilgisi kıt bulunduğundan Demokratlar İnönü'nün yaptıklarından çok yapmadıklarına vuruyorlardı. 

Kültürel iktidarı elde etmek için "hesaplaşmak" gerekiyordu. İsmet Paşa'nın yaptıklarında vuracak yer bulamayanlar; çok sürmeden "devrimler" bahsini açtılar. 

İsmet Paşa'yı eleştiriyormuş gibi yapıp Atatürk'e çıkışmak o dönem başladı. Bazılarının iddia ettiği gibi, bu zoraki akrobasinin sebebi 5816 sayılı Atatürk'ü Koruma Kanunu değildi. Atatürk'ü Koruma Kanunu esas işlevini İsmet Paşa'nın siyasetten çekilmesinden sonra göstermeye başlamıştır.

Demokratların CHP'yi tamamen silme istekleri, "susarak direnenlerin" ağızlarını açmalarına yaradı. Atatürk, vatandaşlar devrimleri özümsemeden ölmüştü. Bu demek oluyordu ki, devrimlere yüklenecek bir hatip dinleyici bulmakta zorlanmayacaktı. Fakat bunun için doğru strateji belirlenmeliydi. 

"Çok Özgün" Bir Fikir

İşte burada parlak zekâlar "çok özgün" bir fikir buldular: Atatürk nasıl milletin önünde tarihi yeniden yazmışsa, aynı yöntemle, başkaları da bunu yapabilirdi. 

Bu fikir Hristiyan çocuklarını devşirip sonra yine Hristiyanlarla savaştırmaktan sonra, tarihimizin gördüğü en acımasız düşünce olabilir. Çünkü; Atatürk'ün kurduğu devletin karşısına, cumhuriyetin nimetleriyle oluşmuş milletin bir kısım mensubuyla çıkılacaktı. Sistemin "bugı" bulunmuştu! 

Böylece resmî tarih anlatısının tam karşısına alternatif tarih yazımı kuruldu. Resmî tarihi hırpalayan; kahramanların aslında hain, hainlerin kahraman olduğunu anlatan alternatif tarihler peş peşe  piyasaya sürüldü. Cevat Rıfat Atilhan'lar, Cemal Kutay'lar "başka bir tarih" yazmaya başladılar. Böylece geleneksel vak'anüvislerin yerine ikâme edilen tarihçiler de tasfiye edilmiş oluyordu. Çünkü "alternatif tarihçiler" müthiş paralar kazanıyordu. Üstelik ülkece kabul ettiğimiz yeni ekonomik sisteme göre; bir işten para kazanılması onu meslek yapmaya yetiyordu. Yeterlilik, doğruluk veya ahlâk gibi kıstaslar devre dışı bırakılmıştı. 

"Alternatif tarihçiler" tarih metodolojisini bilmiyorlardı. İçlerinde; askerler, gazeteciler, siyasetçiler vardı. Her biri farklı saiklerle yazıyorlardı. Fakat kısa zamanda bir grup tüm alternatif tarih yazımını domine etmeye başladı. Yazarlar da "mallarını müşteriye göre" düzenlediler. Bu grup İslâmcılardı. 

Neden İslâmcılar? 

Bu yazıda tartıştığım olgu, resmî tarihin karşısına oturan ve çoğunlukla siyasî kavgalarda meze edilen alternatif tarihtir. Aslında her ideoloji, her kimlik hatta neredeyse her arkadaş topluluğu bir "alternatif tarihe" sahiptir. Bunun sebebini toplum psikolojisinde bulabiliyoruz. İnsan toplulukları birarada durabilmek için yalan söylemeye mecburdur. Bu yalan her seferinde "şimdiki zamanda" söylenmez. Bazen doğrular geriye doğru bükülür. Bu çeşit bir "alternatif tarih" anlatısı çoğunlukla zararsızdır. Örnek vermeye gerek duymuyorum. Nefes alıp veriyorsanız, kendi hayatınızdan bolca örnek bulabilirsiniz. 

Yazının konusunu teşkil eden alternatif tarih ise sistemin boşluklarından beslendiği için oldukça tehlikelidir. Bu derece tehlikeli bir alanı yalnızca bir grubun -İslâmcıların- ele geçirmesi şaşırtıcı gelebilir. Gelmesin! Çünkü Türkiye'de alternatif tarihe sahip tüm ideolojik gruplar (ki hepsinin vardır) bir noktada devletle aynı hizada buluşabilmişlerdir. Devletle aynı hizada buluşmanın ön şartlarından birisi de resmî tarih anlatısına tabi olmaktır. 

İslâmcıların devletle aynı hizaya gelmesi çok uzun zaman aldığından, alternatif tarih yazımının değişmez aktörleri oldular. Bu "başarıda" pay sahibi olan iki ismi zikretmemiz gerekiyor: Necip Fazıl ve Kadir Mısıroğlu. 

Fakat bu "üstadlar" geçidinden evvel, artık R. Halid'le vedalaşalım. Türkçe'nin en büyük kalemlerinden olan Refik Halid Karay çok iyi bir gözlemciydi. Yazdıklarının her dönem okunmasının bir sebebi duru Türkçesi ise, öteki sebebi de daima gündemi izlemesiydi. Gündemdeki bir kavramı alıp yazısına oturtur, sonra bu kavramı "Türkçeleştirirdi". Derdim R. Halid'i anlatmak değil. Yazının başında verdiğim alıntının 60'larda yazıldığını hatırlatmak. "Alternatif tarih yazımının", ölümü yaklaşmış bir dil ustasını bile nasıl etkisi altına aldığını açıklamak. Bu notu düşerken R. Halid'in Kurtuluş Savaşı aleyhine yazılarını, 150'liklerden oluşunu da gözardı etmiyorum elbette. Yukarıda da değindim, her kültürde olduğu gibi, bizimkinde de birçok alternatif tarihler vardır. 

Fakat R. Halid'in yazdıkları bunlardan çok, resmî tarihe alternatif olan yazımdan etkilenmiş gibi görünüyor. Bir zamanların meşhur yazarını etkilemesi bizi ne ilgilendirir diyen inatçılar bulunabilir. Onlara da şunu söylemek gerekiyor: Neden "resmî" tarih veya en az yanlışı olan metodolojik tarih yazarlarımızı bu derecede etkilemedi de alternatif olanı etkiledi? Bu etkinin yalnızca R. Halid'de görüldüğünü sanmayın. Şevket Süreyya'ya, Yakup Kadri'ye ve hatta Falih Rıfkı'ya bakın. Onların yazılarında bile bu esintileri görürsünüz. Her biri "devrimlerin kalemi" olarak ortada gezen adamların bu kervanda işleri neydi?

İslâmcılar bir numaralı alıcı olsa da, aslında herkes alternatif tarihe teşneydi. Çünkü resmî tarih takır tukur bir dille yazılırken; alternatif tarih yazarları doğru düzgün bir Türkçe kullanıyorlardı. Atatürk'ün ısrar etmediği "dilde devrim" takıntısı yüzünden resmî tarih geniş kesimlerin ardından okur-yazar kitleyi de kaybetti. 

Bu şüphesiz bir kayıptı. Şimdi kazananları bir daha hatırlayalım; Mısıroğlu ve şair Necip Fazıl. 

Kazananların "Kökü"

Necip Fazıl'ın nesri hiçbir zaman şiiri kadar kuvvetli olmadı. Alternatif tarih üzerine yazdıklarına ise özellikle özendiğini anlayabiliyoruz. N. Fazıl iyi bir şair olduğu kadar, iyi de bir tüccardı. Müşteriyi yakaladı ve bırakmadı. 

Çile kitabının sonuna eklediği Poetika'sında fena hâlde Baudelaire'den etkilenen N. Fazıl, anlaşılan tarih görüşünde de Fransız şiirinin tanrısından esinlenmişti. Kötülüğü şiire sokan Baudelaire: "Sonsuz içinde tarih uyuşmazlığı olabilir mi?" diyordu Fransız lirik şair Théodore de Banville'e dair bir yazısında.  

Necip Fazıl ve takipçilerinin günün olaylarını başka şartlarda değerlendirme heveslerinin temeli burada yatıyor. Buna anakronizm derler. Fakat Baudelaire'in dediği gibi; "Sonsuz içinde tarih uyuşmazlığı olabilir mi?" Olamaz.

Sistemin açıklarından beslenen bu yazımın tehlikeli olduğunu söylemiştim. Sadece gerçekleri çarpıtması sebebiyle değil. Aynı zamanda kendi ürettiği yalanların yegâne meşruiyet kaynağı olması yüzünden! Türk yobazının alternatif tarih yazımında; mesela Rıza Nur'un ne işi olduğunu anlayabiliriz ama Baudelaire'i nasıl açıklayacağız? Neden Fuzulî'ye yaslanıp da kültür üzerinden bir muhalefet kurmak yerine modern dönem Fransa'sından, Almanya'sından, İngiltere'sinden ve - yıllarca dozunu artırmakla beraber esasen 80'lerden beri - post-modern Amerika'sından meşruiyet buluyor bu yazım biçimi? Cevap, soruya oranla çok kısa ve net: Köksüzlük

Bu topraklarda kök salamamış, buna rağmen; kitleleri etkisi altına alan, kolayca sistemin içine sızabilen bir "anlayıştan" bahsediyoruz. Örnekse FETÖ bu tabire uymuyor mu? Cuk diye oturuyor. Demek ki, tarihi kurmak yalnızca tarihi yazmakla sınırlı kalmıyor. Onu değiştirme şansını da veriyor. 

Doğruyla yanlışa bu kadar kolay takla attırabileceğini düşünmek insana müthiş bir haz verse de, gerçekte ne kendisine ne de topluma bir fayda sağlıyor. Alternatif tarihlerin en zararlı yanı; geçmişteki bir kavgayı bugüne taşımaları değildir. Bugünkü kavga üzerinden hiç olmamış bir tarih yazmalarıdır. Çünkü yazabilirler

Metodolojik tarihi ne kadar eleştirirsek eleştirelim neticede "yanlışlanabilir" bir disiplinden bahsederiz. Oysa alternatif tarihler yanlışlanamazlar. Çünkü kontrol edilebilir kaynaklara değil, bir grup insanın "duygu dünyasına" yine "tamamen duygusal" sebeplerle dayanarak yazılırlar. 

Gelelim Mısıroğlu'na... Onun şahsıyla özdeşleşen İslâmcı alternatif tarih yazımıyla ilgili çok şey söyleyebiliriz. Nitekim belli başlı olanları da söyledik. Fakat Mısıroğlu'nun ne dediğinden bağımsız olarak sergilediği "başarı" ve "ticari zekâsını" göz ardı edemeyiz. Bugün ortalıkta kafasına püskül takarak gezen ufak çocuklar varsa, bunlara "ihtiyaç" olmasındandır. Çünkü bir pazar var ve bu pazar gayet muhafazakâr. Öldüyse eski püsküllü ne çıkar? Yenileri var! 

"Şiir tadında" tarih kurulur mu demeyin. Burası vezinsiz kafiyesiz şiire hasta olanların memleketidir. 

Koca Fuzulî "Kâfir ağlar bizim ahvâl-i perîşânımıza" diyordu. Nereden estiyse aklıma geldi.

Serinin sonraki yazısında edebiyat tarihimizin üzerinden tanklarla geçeceğiz. 



Yorum Gönder

0 Yorumlar