Vakanüvisler sultanın yanında durur ve tarihi "sultan için" yazarlardı. Paralarını da sultan verirdi, itibarlarını da o bağışlardı. Tarihçi başka bir şey olarak ortaya çıktı. O yorumluyor ve değerlendiriyordu. Hitap ettiği kitle kamuydu.
Bu değişim ülkemizde yaşanmıştır. Tarih, sultanın tekelinden alınıp, tarihçiler vasıtasıyla, millete sunulmuştur. Fakat bu durumu tamamlayacak "alan tarihçileri" bir türlü yetişemediği için milletimiz aynı tarihi alıp kahvehane sohbetine meze etmiştir.
Çünkü tarih sadece geçmiş olaylar üzerinden anlatılan bir "alan" şeklinde algılanmıştır. Oysa alanların da tarihleri vardır. Matematiğin, fiziğin, kimyanın ve edebiyatın...
Alanın Önemi ve Müfredat Problemi
Alan tarihçiliğine iltifat edilmemesinin bir sebebi müfredattır. Fakat müfredatı da insanlar yazdığına göre sorun bir maarif problemi olmaktan öte bir kültür sorunudur.
Ülkemiz müfredatı "memleketi kalkındıracak" mühendisleri yetiştirmekte başarı gösterirken; sosyal bilimlerde kendi vasatını aşamıyor. Daha doğrusu aşmamakta direniyor. Esas problemin ana kodda olduğunu düşünüyorum. Bizler "memleketi kurtaracak" sosyal bilimciler yetiştirmeye çalışıyoruz. Oysa sosyal bilimler anlamak üzerine kuruludur. Dolayısıyla "memleketi anlaması" gerekenlere - üstelik tam anlayacakları dönemde - memleket kurtarıcısı rolü verirseniz, sahne çöker. Nitekim çökmüştür.
Ülkemizde alan tarihçisi sıfatıyla gayet başarılı olacak birçok insan, siyasetle kafayı bozup delirdi. Onlara göre "şu siyasi meseleler bir hallolsa..." gerisi gelecekti. Oysa siyasi meseleler hallolmamak için vardır. İnsan demek biraz da sorun demektir. Her çözüm yeni sorunlara gebedir. Garip bir tezat: bunu da en iyi tarihçi bilir. Nitekim öfkesinin sebebi budur. Bildiği hâlde yanılmak. Suç onun değil, suç "her sabah aynaya baktığında kendini Atatürk görenlerde"...
Hepimizin içinde büyüdüğü kültürü anlamadan tarihi değerlendirmek eksik kalacaktır. Edebiyat ise hiç anlaşılamayacaktır. Memleketimizde alan tarihçiliğinin profesyonel bir meslek olarak inkişaf edememesi, edebiyat tarihini edebiyatçıların insafına bırakmıştır.
Mefluç Bir Alan: Modern Türk Edebiyatı Tarihi
Her alanın tarihini, ismine tarihçi denilen insanlar yazar. Yalnızca edebiyat sahasında bu usûl kaybolur, edebiyat tarihini edebiyatçılar yazar. Bu durum bir taraftan aptalca yanlış anlamaların önüne geçerken, öteki taraftan bilinçli çarpıtmalara veya siyaseten doğruculara alan açar. Üstelik her insan gibi edebiyatçının da "sosyal çevresi" ve siyasi mülahazaları vardır. İnsanların günlük yaşamına etki eden "arka planın" yazımı etkilememesi mümkün değildir. Bu durum "normal" tarih yazımında da böyledir. Edebiyat tarihini konuşmamın bir sebebi de budur zaten.
Fakat burada normal tarihten daha büyük bir sıkıntı var. Şöyle ki, tarih yazılırken aynı isimlere farklı kostümler giydirirsiniz. Fakat bir Stalin değilseniz, bu isimleri kareden çıkartamazsınız.
Edebiyat tarihinde ise birisini görmezden gelirseniz onu yok etmiş olursunuz. İşte yazının laneti! Bir şey yazarsınız, 500 sene sonra okurlar, bir şey yazarsınız 5 dakikada unuturlar. Hele Türkiye gibi yazıların daima suyun üzerine yazıldığı memleketlerde bir kalem darbesiyle kaybolmanız işten değildir. Aynı şekilde hiçbir şey yapmadan tarihe takılı kalmanız da ihtimal dahilindedir.
Hasbelkader Eleğin Üstünde Kalanlar
Mesela bize Fecr-i Ati dönemi/akımı vs. diye öğretilen şey ne bir dönemin, ne bir akımın adıdır. Fecr-i Ati bir frankofon kulübünden başka bir şey değildir. Ahmed Haşim dışında bir şairi veya yazarı da yoktur. Ahmed Haşim bu kadar büyükse - ki büyüktür-, biz bu adamın adını doğrudan nakşetmek yerine neden Fecr-i Âti'nin gölgesine saklıyoruz? Gerçi her şeyi gölgelere saklamaya meraklı Ahmed Haşim'e iyi oluyor ama yine de bunu bir düşünmek gerekir.
Esas garabet ise edebiyat tarihimizin bir başka merhalesinde peydahlanıyor: Yedi Meşaleciler. Edebiyat profesörü olup da, bu yedi ismin üçünü sayabilen çıkarsa öpüp başımıza koyalım. Yanlış anlaşılmasın burada suç edebiyat profesörünün değil, edebiyat tarihçisinindir. Çünkü; Türk edebiyatında Yedi Meşaleciler diye bir topluluk bulunmamıştır.
Meşale isimli dergide yazan yedi arkadaşın olduğu doğrudur. Bunlar bazen edebiyat da yazmışlardır. Fakat - o da yalnızca 1940'lar ve 50'leri etkileyen Ziya Osman Saba haricinde - hiçbirisi edebiyatçı değildir. Eğer Yedi Meşalecileri Türk edebiyatının içine alacaksak, yanına birkaç kişi bulan herkesi edebiyat tarihimizin içine almamız gerekir ki, bu imkansızdır.
Yine bir garabet olarak bizim şiir tarihimizde "Garip akımı" diye bir şeyden bahsedilir. Garip akımı denilen zırvalık, Dadaizmi -üstelik 20 sene geç olarak- ülkeye sokmaya gayret eden bir sergerdeliktir. Bu serserilik, bırakın şiir akımı olarak değerlendirilmeyi, şiirin içinde bile sayılamaz. Çünkü şiirin, dolayısıyla, sanatın karşısındadır. Fakat serseriliği "bizimkiler" yaparsa sanattır, "ötekiler" yaparsa görmezden gelinir. Nitekim Oğuz Atay'ı erkenden götüren de bu ikiyüzlülük değil midir? Garip -hakikaten garip- bu şairleri çok seviyorsanız ayrı ayrı ele alın. Yok tek tek bir anlam ifade etmiyorlarsa, topluca anlamsızlığı oluşturduklarından; adamları da rahat bırakın, bizi de.
Bir de güdümlü edebiyata toplumcu-gerçekçi deme adetimiz var ki, tam evlere şenlik. Buna Sovyetler sosyalist-gerçekçi diyordu. Lenin'in verdiği isimdir. Esasen yazarları komünist partinin talimatına uygun yazmaya zorlayan bir edebiyat mühendisliğidir. Adına da - illa edebiyattan sayacaksak - güdümlü edebiyat denilir.
Herkes her istediğini edebiyat tarihimizin içine atıyor. "Garipçilerden" Oktay Rifat'ın babası Dil Kurumu'nun başkanı olmasaydı, "Garip bildirisi" bu derece ses getirecek miydi? Ya da "Putları Kırıyoruz" kampanyasını düzenleyenler; aile üyelerinin yarısı imparatorluk ve cumhuriyet dönemimizin bürokrasisini teşkil eden Nazım Hikmet ve sürgünde ölen şair İsmail Safa'nın oğlu Peyami Safa olmasaydı, bu derece gümbürtü koparabillir miydi? Yanlış anlaşılmasın, özellikle son iki ismin edebî yeterliliğini tartışmıyorum. Memleket beş şair çıkardıysa biri Nazım Hikmet; üç romancı yetiştirmişse birisi Peyami Safa'dır. Burada edebî eserlerini değil, "edebiyat tartışmalarını" gündeme alıyorum.
Herkes her istediğini edebiyat tarihimize alıyorsa, Florinalı Nâzım'ı neden saymıyoruz o zaman? Peyami Safa ona dalga geçmek amacıyla "Şiir Kralı" demişti. Edebiyat mahfillerinde Abdülhak Hamid'in vasat bir ikizi gibi dolanan Florinalı, şiire yeteneği varsa da, kesinlikle bir kral değildi. Megalomanisi yüzünden dalga geçmek amaçlı verilen lakabı benimsedi, cenazesine ise hiçbir edebiyatçı gitmedi. Ama bu Florinalı'nın güzel bir özelliği vardı: meşhur edebiyatçıları anma toplantıları düzenlerdi. Gerçi bunları biraz "kendi reklamı" için kullanmıyor değildi ama olsun, yine de bir hizmetti. (Florinalı'ylı merak edenler, Beşir Ayvazoğlu'nun aynı isimli kitabına bakabilirler.)
Şimdi, şair olup olmadığı tartışmalı veya Fransız şairlerinin dizelerini çalan, yani hırsızlık yapan bu kadar edebiyatçıyı tarihimize kaydediyorsak Florinalı'yı neden yazmıyoruz? Florinalı Nâzım'ın hayranı değilim. Fakat ötekiler varsa, bu adam neden yok?
"Olması Gereken Şekilde Yazmak"
Cenap Şahabettin sanat görüşünü açıklarken söze şöyle başlıyordu: "Sanatın güzellikleri gerçeği olduğu gibi ve olduğu yerde değil de olması gereken şekilde ve olması gereken yerde gösterir; gerçeğin vereceği olağan etkiye bir de sanatın etkisini ekler."
Cenap kendi hayatında bu tarife ne kadar uydu tartışabiliriz. Pek tabii ki, tarifin kendini de tartışabiliriz. Fakat sanat anlayışı yerine "edebiyat müfredatı yazımı" deseymiş, aslında turnayı gözünden vuracakmış. Dikkatli okuyucular "edebiyat tarihi" yerine müfredatı kelimesini kullandığımı fark etmişlerdir. Çünkü uzun bir müddettir ülkemizde "toplu edebiyat tarihi" yazılmıyor. Bu iş okul kitapları üzerinden görülüyor. Böylece lisede edebiyat dersi alan bir genç, üniversitede - üstelik edebiyat bölümünü de bitirse - Türk edebiyatına dair lüzumsuz ezberden başka bir şey bilmiyor. Ağzı laf yapıyorsa iki mısra şiir okuyor, kültürle teması bu kadarla kalıyor. Basit bir sorum var: Coğrafya tamam ama bu kepâzelik kader midir?
Edebiyatçılar bu derece donanımsız olursa, yayıncılar da durur mu? Yapıştırıyorlar "sadeleştirmeyi"(!)
Budama Faaliyeti
Her yirmi senede başka bir dil konuşulan ülkemizde, 30 sene önce ölmüş yazarlar hiyeroglif yazmışlar gibi algılanıyor. Sadeleştirme ismi verilen budama faaliyeti yüzünden mananın kaybolduğu edebiyatımız, o anki dili konuşanlara hafif gelirken; hakikaten kültüre yaslananlara çok "ağır" geliyor. Bu yüzden 400 kelime kıskacında yuvarlanıp duruyoruz.
Önceden liseliler anlamıyor diye yapılan budamalar, şimdi üniversiteliler anlamıyor seviyesine kadar geriledi. Bu çılgınlığın uzun yıllardır sürdüğünü hesaba katarsak, şimdi muhasebe yapabiliriz.
Mesela Yahya Kemal'i, Ahmed Hamdi'yi sadeleştiriyoruz. Soru basit: Anlamaları için sadeleştirdiğimiz nesiller Yahya Kemal'i veya Ahmed Hamdi'yi aşabildiler mi? Estağfurullah! Peki, aşamasalar bile o ayarda bir şeyler üretebildiler mi? Hayır. Öyleyse şunu söylemeye hak kazanıyoruz: Okuyucu Yahya Kemal'den aşağıdadır. Doğanın basit bir kanunu vardır. Aşağıdaki yukarıdakine öykünür. Yukarıdaki aşağıya indirilmez.
Siz edebiyatçılarınızı, tarihinizi, dilinizi ve cümle kültürünüzü aşağıya çekerseniz, insanlar da azıcık kafasını çıkartanın ayağına yapışırlar. "Vasatın diktatörlüğü" böyle kurulur. Türkiye uzun yıllardır bu diktayla idare edilmektedir.
Sanat, insanları günlük dertlerin dışına çıkarmak veya günlük dertlerine dışarıdan bakmak, veyahut da soyuttan somutu bularak hayatı yaşanılır kılmak gayelerine hizmet eder. Fakat hayır! Türkiye'de bir kısım "çok bilen" bu özellikleri sanata çok gördükleri için, edebiyatımızı da "kurguladılar". Tarihi Kurmak diyorum ya bu seriye, belki de doğrusu, "Tarihi Yeniden Kurmak" olacak. Çünkü baksanıza zaten kurulmuş ve birbirimizi sürekli dövmemiz üzerine tasarlanmış bir şeyden bahsediyoruz, mesela edebiyat derken. Tarih derken de aynı şeyden bahsediyoruz. Sosyoloji de aynı şeyi tekrar ediyor, hatta arkeoloji bile...
Tek eksik olarak toplanıp birbirimizin kanını içeceğimiz "yerler" kalıyor. Yalnızca bu amaçla kullanılan yerler ise bizi mekân sıkıntısı hakkında konuşmaya zorluyor.
Serimiz tarih anlatımızdaki mekân sıkıntısıyla sürecek.
0 Yorumlar