Atsız İçin


Bugün, eğer sosyal medya kullanıyorsanız, içinde; "Fikir ve düşünce hayatımızın önemli isimlerinden...", "Yolbaşçımız", "Fikir kubbemiz", "Irkçı, faşist" ve benzeri ibareler geçen çokça "paylaşım" gözünüze ilişecektir. Çünkü; 11 Aralık, Hüseyin Nihal Atsız'ın ölüm yıl dönümüdür. Sizi bilmem ama ben, bu tarz basma kalıp yargılardan veyahut katır kutur "şurada doğdu, burada öldü" yollu derin biyografik (!) bilgilerden hoşlanmıyorum. Bu yüzden; benim de üzerimde etkisi bulunan Atsız'ı, kendi anladığım şekliyle ve konuyu lastik gibi çekip uzatmadan konuşmak istiyorum. Bu aynı zamanda, ufak çaplı da olsa, bir muhasebe yazısı hüviyetinde olacaktır. Başlayalım. 

Yazı yazmak dünyada öğretmensiz yapılan nadir mesleklerdendir. Gerçi çağımızda bir kısım yazı kursları verilmiyor değil fakat bu kurslardan meslek haricinde bir şey öğrenilmez. Yazı yazmak, ilk etapta öykünmeyle başlayan, sonra sonra kişinin üslubunu bulduğu bir yolculuğa dönüşen "sıkıntılı" sürecin adıdır. Belki de değildir ama şimdi bu tartışmaya vaktimiz yok. 

Benim ilk yazılarımda, ilk hikâyelerimde hep Atsız vardır. Tabii sonrasında yazılarıma ruhu sinenlerin sayısı arttı. Şimdi bunlar kaybolmaya başladılar. Ya üslubumu buldum veyahut delirdim, emin değilim. Fakat her halükarda "ustalarımı kaybetmiş" durumdayım. 

Atsız, ustalarımdan birisidir. Bu arada "yazılarım, hikayelerim, ustalarım" vs. deyince çıldırdığım düşünülmesin. "Büyük adam" kompleksiyle konuşmuyorum, samimi bir muhasebe yapmaya çalışıyorum. 

Atsız'a dönersek... Bir sefer Atsız dönecek adamlardan değildir. Bunu biliyoruz. Fakat "dönülecek" bir yazardır. Çünkü Türkçe yazmıştır ve daha önemlisi Türkçe düşünmüştür. Bu, onun çağımızda - belki yaşadığı dönemden fazla - sevilmesinin sebebidir. Üslubu olan yazarlar her dem hatırlanır, yoksa "vatan haini" Refik Halid'i hâlâ ne diye okuyalım? 

Refik Halid, mütareke döneminde bakanlık yapmıştı. Yağmur Atsız'ın, babasının zihin dünyasını anlatırken ısrarla işaret ettiği mütareke döneminde... Hakikaten mütareke dönemi İstanbul'unu bilmeden Atsız'ı anlayamayız. Doğrusu İstanbul'u bilmezsek Atsız'ı anlayamayız. Aslında İstanbul'un "sırrını" çözmeye gayret göstermezsek hiçbir şeyi anlayamayız ya, bu bahis bu yazının konusu değildir. 

Atsız'la devam edelim... Şiire kaabiliyeti açıktır. Ne yazık ki "şair" diyeceğimiz kadar şiir yazmamıştır. Fakat burada Bican Ercilasun'un kıymetli bir tespiti hatırıma geliyor. Şiirlerinin çoğunda sanatsallık olmamasına rağmen, çokça okunmasından bahsediyordu. Örnek olarak; "Uzak uzak ülkelerden döndüm seferden / Yaralarım ağır fakat mestim zaferden" dizelerini veriyordu. Hakikaten bu iki mısrada hiçbir söz sanatı, imge, sembol yoktur. Ama çok sevilirler. Zannımca "ritim" kelimesi bunu açıklamamıza yardımcı olur. Atsız Türkçe düşünüyordu demiştim. Türkçe düşünürseniz, ritim duygunuz da Türkçe olur. Böylece insanlar sizi anlarlar. Bunu milliyetçi bir çıkış olarak da yapmıyorum. 

Ritim demişken, Atsız'ın şiirlerinde de çokça tesirini gördüğümüz Yahya Kemal'e temas etmemek olmaz. Neden bu "etki" yazılmamıştır merak ediyorum. Muhtemelen slogan tekrar etmekten vakit bulunmadı veyahut tepkiden çekinildi. Hâlen bana Güntülü yazısı nedeniyle tepki gösteren insanlar var, nedenini anlayabiliyorum ama nedenini anlayınca Atsız'ı anlamaktan uzaklaşıyorum. Beni kıymet verdiğim kişileri anlamaktan uzaklaştıran hiçbir duruma müsamaha gösteriyorum, hiçbir insana saygı duymuyorum. 

Yazının gerilim dozu arttı. İçinde Atsız geçecek de "gerilim" olmayacak? Zaten eşyanın tabiatına aykırı olurdu. 

Bir de üzerine yazılmış ama keşke daha fazla eğilen bulunsa dediğim Sabahattin Ali meselesi var tabii. Atsız'a "gergin" bir adam demiştim. Sabahattin Ali, ikircikli kelimesinin sözlükteki karşılığıydı. Birbirlerini çok etkilediler. İyi anlaştılar ve sonra dövüştüler. Bu kavga, kavgayı verenler haricindeki her şeyin, herkesin "materyal" malzemesi gördüğü, sert bir dövüştü. Devlet babamız, asi evlatlarını ezerek kavgayı bitirdi. Birinin canını aldılar, ötekinin hayatını kaydırdılar... Yağmur Atsız "Bir avuç insan" diyor onlara, belki bir avuçtular ama bizi kültürümüze bağladılar. Sırf bunun için bile binlerce teşekkür etmemiz gerekiyor, hepsine... Evet, hepsine! 

Kültürümüze bağlamak demişken, kültür kelimesini hepimize öğreten Ziya Gök Alp'in de sıkı bir müridiydi Atsız. Ziya Bey'in fikirlerinin tamamı hayata geçmemiştir. Bu yüzden Atsız'a - değişik laflar etme ihtiyacıyla - yöneltilen "neden fikir üretmedi?" sorusu da hükümsüzdür. Çünkü o, Ziya Bey'in onun yaşadığı çağda da geçerliliğini sürdürdüğünü düşünüyor, henüz uygulanmamış fikirlerini hayata tatbik etmeye uğraşıyordu. Bir fikir "eskimeden" yenilenmez. Atsız hayattayken Gök Alp henüz eskimemişti. Veyahut Atsız, Gök Alp'in eskidiğini düşünmüyordu. 

Zaten sürekli yenilik övünülecek bir şey değildir. Öncesi olmayanlar daima yenilik peşinde koşarlar. Öncesi olanların, eskinin sesini duyanların yapacakları ilk iş bir silsileye dahil olmaktır. Sonra o silsilede eksik gördüklerini tamamlar, "ustalarını" aşarlar ve yerlerini "yeni gelenlere" bırakırlar. Bu, Atsız için de böyleydi. 

İnsan çevresinden etkilenir. Kimileri bunu inkâr eder ve "çok özel" olduklarını düşünerek ölürler. "Çok özel" fikirleri de onlarla beraber ölür. Kimileri bu etkiyi kabullenir ve aşmaya gayret ederler. Bu yıkıcı değil, yapıcı bir aşma faaliyetidir. Onlar ölse de fikirleri ölmez. Ölümünün 46. yılında anma yazıları yazılan bir insanın fikrinin öldüğü söylenemez. 

Sabahattin Ali'ye dedik ama Atsız da herkes kadar ikircikli bir adamdı. İlginçtir, bu durum onda ikircikli bir hâle sebep olmadı. İki hayat yaşamasına sebep oldu. İki kere evlendi. İki çocuğu oldu. İki sefer okuldan atıldı. İki defa hapse girdi. İki hayat yaşadı: Birinde asla taviz vermez bir ülkücü, ötekinde affedemediği aşkını itiraf etmeye cüret edecek bir "günahkar". Birinde Tanrı'ya bile kafa tutacak kadar dik, öbüründe henüz ölmeden kendini Tanrı mahkemesinde mahkûm edecek kadar mütevekkil... Fakat ikisi de Atsız'dı. Çağa ait olmadığını hissediyordu ama aynı zamanda tepeden tırnağa kadar yaşadığı çağın çocuğuydu. 

Atsız, "yolbaşçımız" mıdır, "deli" midir bilmiyorum ama bu satırların yazarı da dahil olmak üzere birçoklarını ziyadesiyle etkilemiş bir kalemdi. Kalem ve kılıç. Bunlar Atsız'ın "iki hayatlı" hâlinin belki de müşahhas temsilleriydi. 

Bunları Atsız'ın ölüm yıldönümü vesilesiyle yazdım. Fakat klasik bir "anma" yazısı olmadı. Memnunum. Sanki daha önceden yapmam gereken bir görevi ancak yerine getirmiş gibi hissediyorum. Taşları yerine oturtmak gibi... Burası da ilginç, çünkü ben genellikle tam tersini murad ederim: taşları yerinden sökmeyi... İki hayat hâli bana da bulaştı herhalde. Belki de hepimizde vardır ama yazarlara bu hâli açığa çıkardıkları için kızıyoruzdur, kim bilir? 

Atsız sökülemeyen taşlardandır. Başkaları nasıl ifade eder bilmiyorum ama ben yaşadıkça - hatta üzerimdeki etkisi sıfıra inse bile - yine de yaşayacak gibi hissediyorum. 

Atsız'sa Tanrı Dağları'nın tepesinde Kür Şad'la dertleşiyor... 

Yorum Gönder

0 Yorumlar