Edebiyat bir milletin aynadaki izdüşümüdür. Dili olmayan, kültürü olmayan, vatanı olmayan millet görülemeyeceği gibi; edebiyatı olmayan millet de olmaz. Bizim "köklü" bir edebiyatımız vardır.
Rusların ifrat-tefrit sarkacında sallandıkları söylenir. Türkler de - en azından edebiyat mevzu bahsinde - onlardan aşağı kalmazlar. Klasik edebiyatımızda bize dair bir şeyler muhakkak vardır. Ama ya Farsça ifade edilmiştir ya da ritme gizlenmiştir. Daha fenası klasik dönem edebiyatımız, bazı anlarda, bizden bahsetme lüzumunu bile duymaz.
Geçiş dönemi edebiyatımız ivmeyi bir nebze değiştirmiştir. Belki edebiyatımız en fazla bu devrede bizimle meşgul olmuştur. Buradaki sıkıntı ise, bu meşguliyetin: ya Arapça veyahut Fransızca kelimelerle Türk'ü tarif etmekten ileri gidememesidir. Tutmayınca, bari "basitleştirelim" diyen muharrirlerimiz bayağılaşırken; basitleşmekten korkanlar ise yabancılaşmıştır.
Modern edebiyatımız böylesi bir mirası tevarüs etti. Bu da, ötekiler gibi, bizimle ilgili bir şeyler barındırdı içinde fakat çokları derdini "başka dilde" ifade etti. Hatta eser, şiir, imge, sembol tanımadan hırsızlık yapanlar da bu devirde türedi.
Neticede bizler hakikaten eski bir edebiyata malikken; kanonumuz bir avuç ismi ve eseri aşamadı. Bu sorun tespitinin parçasıydı. Esas soru ortada duruyordu: Neden?
Geçen asrımızın en büyük şairi Yahya Kemal, bu soruyu "memleketten yani bizden bahsetmiyorlar da ondan" diye cevapladı.
Şiirlerini mükemmelen ama gayet yavaş yazan Yahya Kemal, bazı nesir parçaları da kaleme almıştır. Okuyacağınız "Memleketten Bahseden Edebiyat" yazısı da bunların, konusu itibarıyla, en başarılı örneklerinden biridir.
Bu makale; ilk kez Kültür Haftası Dergisi'nin 15 Ocak 1956 tarihli birinci sayısında neşredildi. Daha sonra, Yahya Kemal'in ölümünün ardından yayınlanan ve onun yazı ve konferans metinlerinden derlenen Edebiyata Dair isimli kitapta da yer aldı. Edebiyata Dair kitabının 139-44. sayfaları arasında yer alan şeklini aynen aktarıyorum.
"Evde, sokakta, her yerde, işlerimizi görürken, düşündüğümüzü anlatırken, içimizi dökerken konuştuğumuz Türkçe, acabâ bir gün, bizi ifâde eden bir yazı kâinâtı olacak mıdır? Bu suâli bir ecnebî işitse garip görür: "Acabâ Türkler konuşurken kendilerinden, yazarken başkalarından mı bahsederler?" diyebilirler. Bu ecnebîye gerçek bir mâlûmat verebiliriz: Türkçe'de, yazarken, onda dokuz mikyasta, ecnebî memleketlerinden, onların müelliflerinden, sanatkârlarından, siyasîlerinden, onların tarîhî çehrelerinden, hâsılı onların olmuş ve olan işlerinden, onların geçmiş ve geçen hayatlarından bahsederiz. Maamâfih konuşurken de eğer bahis ilme, edebiyâta ve sanata dâirse gene kendimizden çok fazla onların bahsine dalarız. Bir ecnebîye vereceğimiz bu mâlûmat harfi harfine bir hakîkat değil midir?
Acabâ, bizim vatanımız gibi, geniş bir memleketi olup da, onu aslaa görmeyen, edebiyatta, gözleri ecnebî bir âleme dalmış ve yalnız o âlemden bahseden başka bir millet var mıdır?
Yalnız edebiyâta dâir bir görüşü kurcalarken, bu görüşe çok taalluku olan bir fıkra nakletmek istiyorum: Gazete sâhibi bir arkadaşım vardı. Bir gün görüşüyorduk: "Bizim gazeteyi okuyor musun?" dedi. Hayır, dedim: "Niye?" dedi. "Sizin gazeteyi bir gün okudum. İlk yazıdan haberlere kadar ve haberlerden sinema sahîfelerine kadar hep Amerika'dan ve Avrupa'dan bahsediyordu; Türkiye'ye dâir birşey görmedim. O zamandan beri okumuyorum" dedim.
Arkadaşım güldü ve bu zeminde çok düşündüren îzâhâtı verdikten sonra, sözünü, mühim bir cümle ile bitirdi; dedi ki:
"Türkçe gazete, tıpkı bildiğimiz gibi, Avrupa gazetesinin bir kopyasıdır. Gazetenin yazı odaları vardır. Orada bir masanın üstünde Avrupa'dan gelen gazeteler yığılı durur, onların bâzı bahislerini mütercimler seçerler ve tercüme ederler. Bizim gazetenin birçok sahîfelerini işte bu tercümeler doldurur; sonra, edebî muharrirlerimiz, ekseriyetle Fransa'nın son durumunun edîb ve feylesoflarından bâhis makaaleler getirirler; ben de Avrupa siyâsetine dâir bir baş makaale yazarım. İşte böylece âlâ bir nüsha çıkar. Senin istediğin gibi, büyük mıkyasta Türkiye'den bahseden bir gazete bu memlekette çıkamaz. Çünkü her sabah, şu koca Anadolu'nun ve Trakya'nın, bu geniş İstanbul'un bütün hayâtını aksettirecek bir memleket gazetesini yaratmak lâzımdır!"
Yaratmak lâzımdır!.. İşte bütün düşüncelerin sonunda tecellî eden hüküm! 1277 de yâni şimdi kullandığımız târihle 1860'da, Şinâsi ve Âgâh Efendi gibi, iki yetişmiş Türkün, ilk defâ, yeni Türkçe yazılışla, yeni düşünüşle, millî görüşle çıkarmış oldukları, ilk müstakil Türk gazetesini, şimdi, yetmiş altı sene sonra, tekrar yaratmak lâzım geliyor! Yâni geçmiş olan yetmiş altı seneyi bir kopye devresi saymak zarûreti vardır.
Kopye ihtiyâcı, taklid iptilâsı, hulâsa mektep devresi ne kadar uzun sürerse sürsün, hüviyeti olan bir millet, elbette bu devreden çıkmağa mecburdur. Bünyesi sağlam insanda bir rüşd saatinin çaldığı gibi, hüviyeti olan bir millette de olgunluğun, yaratmak ihtiyacının belirdiği bir zaman mutlakaa gelir.
Türk edebiyâtında mutlakaa bu saatin çalması uzak mıdır? Yakın mıdır? Yoksa bu saat, yaratıcı oldukları şüphe götürmeyen asıl şâir ve edîblerin el birliğiyle, Türk edebiyâtını bir memleket çerçevesi içine almağa başlamasıyle mi çalar?
Lâkin bu suâli hale ortaya atarken bu suâlin bundan önce, kaç defâ ve kaç türlü ve kaç kişi tarafından ortaya atılmış olduğunu hatırlamak, yalnız bir vicdan ve insaf vazîfesi değil, çözmeğe çalıştığımız kör düğümün mâhiyetini az çok îzâh etmek için lüzumludur. Edebiyatta millet ve memleketin ifâde edilmek ihtiyâcından ne kadar zamandan beri bahsedilir! Bu iddiâ ne kadar eskidir! Denebilir ki bu arzû yeni edebiyâtın doğması ile berâber doğmuştur. Daha Abdülazîz devrinde, her işimizde milliyyeti nîsyân ederek Frenk fikirlerine teba'iyyet ettiğimizden teessüfle bahseden şâir, o vaktin en büyük bir müceddidi addolunuyordu ve onun bu fikri, o zaman yenileşen milliyetçilerin, alafrangaya karşı bir müddeâsı gibi görünmüştü; ondan sonra kaç şâir, kaç mütefekkir, kaç nâsir, kaç romancı, kaç defâ, hem de yalnız kuru iddiâ ile değil, nümûneler göstererek, eser vererek; kimi şiirde milletin zevkini, sesini, duygusunu lisan hâline getirerek, kimi, milletin İstanbul'da ve taşradaki hayâtından en gerçek sahîfeler parıldatarak, kimi târihimizin sahîfelerini en doğru vesîkalarla canlandırarak, bu özlediğimiz gelecek edebiyâtın vücûdunu tebşîr ettiler; bir meraklı çıksa da, şimdiye kadar, nazımdan ve nesirden bu parçaları toplasa, az çok, millî bir edebiyâtımız varmış gibi bir vehim verebilir; millî edebiyâtın izleri bu kadar vardır. Lâkin geniş bir bakışla, bu nümûnelere rağmen, asıl cereyan, yâni alafranga, bütün hayâtımızda olduğu gibi, edebiyâtımızda da dâimâ daha ziyâde yükselen bir med hâlinde, galebe etmiştir. Halbuki rüşt, olgunluk saati çalsaydı, demin zikri geçen, ilk millî ve yerli zevki vermiş sanatkârların galebe etmeleri iktizâ ederdi.
1870'den sonra, edebiyatta, Şark'dan çıkmak zarûreti vardı, çıktık, bu çıkış çok iyi oldu. Avrupa kültürünün mektebine girdik, orada okumaya koyulduk, yetmiş seneden beri de okuyoruz; yazık ki mektepten henüz çıkmadık; hâlâ bocalıyoruz. Millî ihtiyâcı hiç duymadan ve duyar yaradılışta olmayan alafranga Türklerle konuşmak bile faydasızdır; çünkü onlar mektep'i gaaye telâkkî ediyorlar; lâkin mektep vâsıtadır. Gaaye bizim milliyetimizdir. Onun, Avrupa medeniyeti içinde, tıpkı diğer milliyetler gibi, bir hüviyet oluşudur; işte ihtiyâcı duyan ve duyacak yaradılışta olan Türklerin mektepten memlekete gelmeleri ve memleketi Türk edebiyâtının çerçevesi hâline getirmeleri lâzım gelir.
Şimdiye kadar bu iddiâyı güdenler yalnız vatan ve milliyet sevgilerinin sevkıyle bir emelden bahseden insanlar zannediliyordu. Vâkıâ bunların bir çoğu milliyetçi idiler ve bu zannı boş yere uyandırmıyorlardı. Fikrimce bu noktayı aydınlatmağa ihtiyaç vardır:
Avrupa irfânından bir yerli edebiyâta gelmek, demin dediğimiz gibi mektepten memlekete dönmek, mutlakaa, bir milliyetçi müddeâsı değildir. Bu müddeâ, fikirlerde, sağdan sola kadar herkesin müddeâsı sayılır. En ziyâde sol olanlar bile bir edebiyâtın ancak bir cemiyetin ve bir iklîmin ifâdesi olacağını teslîm ederler. Rusya kadar sol bir millet yoktur ve Rus edebiyâtı kadar yalnız iklim ve cemiyet ifâde eden edebiyat yeryüzünde azdır, demek bile çok bilinen bir şeyi tekrar söylemek kabîlindendir. Hulâsa bu müddeâ son uçtaki sağdan, son uçtaki sola kadar, şiirde özün, nesirde gerçeğin yalnız tabiatte ve yalnız cemiyette olduğuna inananların müddeâsıdır.
Bu müddeânın uğrayabileceği yanlış bir tefsir vardır; buna şimdiden cevap vermek yerinde olur. Edebiyat havasının sırf memleket havasından ibâret olamıyacağını farzedenler, Avrupa irfânını bertarâf etmek, sırf kendi kendimize kapanmak gibi bir iddiâ sürüldüğünü zannederlerse de beyhûde yere şüphelenirler. Avrupa irfânını bertarâf etmek, onun kitaplarını kapamak, artık okumamak gibi ham bir iddiâda hiç bir Avrupalı millet bulunamayacağı gibi Türk milleti de - bilhassa Türk milleti - bulunamaz. Ancak şimdiden sonra Türkçe yazıda Türk Edebiyâtı ile Fransız Edebiyâtı'nı birbirinden ayırmak doğru bir tedbirdir. Fransız şâirlerinin, mütefekkirlerinin ve sanatkârların bahsine hasredilmiş yazıların üstüne Fransız Edebiyâtı serlevhası koyarsak isâbet olur, bu tasrih sâyesinde, biz onları Türk farzetmeyiz, yâhut onlar bizi Fransız zannetmezler."
0 Yorumlar