Tarihi Kurmak-6: Mekân Sıkıntısı

Brzezinski'ydi galiba; Meksika, Rus ve Türk kültürlerine "yırtılmış" diyen. Bu tartışılmaya muhtaç bir konu olmakla beraber, bugün Einstein'ın izinden gideceğiz. Biliyorsunuz meşhur izafiyet teorisinde uzay-zamanın "bükülebilir" olduğunu söylemişti. Bu bilgi dünyanın hiçbir yerinde Türkiye'de olduğu kadar kolay anlaşılamaz. Çünkü biz zamanı ve bunun yanında mekânı bükebilen bir milletiz. Nasıl mı? 

Oturmuşluğun, olgunluğun, medeniyetin, ilerlemenin, korumanın, artık hangi olumlu kelime geliyorsa aklınıza; onun yolu mekânları zamanın değiştirmesidir. İnsan eskitir, zaman değiştirir. Kaide budur. Bizde zamanın bir şey yapmasına müsaade etmeden, değiştirme işini birileri "üstlenir". (Yüklenir fiilini de kullanabilirdim. Malûm, taşerona, "yüklenici firma" deniliyor.) 

Böylece mekândan bahsederken zamanı devreden çıkarmak mecburiyetinde kalıyoruz. Bunu nerede yapıyoruz? Tarihin en eski yerleşim yerlerine (yani mekânlarına) ev sahipliği yapan memleketimizde! Harika(!) Zaman ve insan yan yana gelince neden mekânı atlıyoruz şimdi daha net anlaşılmıştır umarım. Ufacık, - Dostoyevski'nin sevdiği kelimeyle - "zavallı" insanoğlu, mekân ve zamanı birbirinden ayırıyor. Sonra soruyoruz: Neden bencillik düzeyimiz artarken bireysellik gelişmiyor diye. İşte bu yüzden. Farkında olmadan zaman ve mekân gibi iki devasa kavramın ortasında konumlanmışız. Bunların birbirine kavuşmasını engelliyoruz. Bencil olmayıp da ne yapacağız? 

Eski Mekânın Rüzgariyle 

Yahya Kemal resim ve nesirde varlık gösteremiyor oluşumuzu ciddi nakısalardan sayardı. O, bu alanlardaki eksikliğin tarihi anlamlandırmada zayıflığa yol açtığını düşünüyordu. Şaire göre, bu durum "üslupta şuursuzluğu" meydana getiriyordu. Şimdi yaşasa şuursuzluk ve üslupsuzluk diye iki farklı derdimizin olduğunu anlar, çok sevdiği İstanbul'una bakar, onu da yerinde bulamayınca kalpten giderdi. Yahya Kemal, her ne kadar "bozgunda fetih rüyası görmekle" suçlansa da, zamanının adamıydı. Üsküp'te doğmuş, bu yüzden Üsküp'ün kardeşi Bursa'yı seven; ama her ikisini de içinde barındıran İstanbul'a aşık bir şairdi. İstanbul şairiydi. 

Yahya Kemal büyüktü. Edebiyat sahasında büyüktü, çevresinde yarattığı tesirle büyüktü, büyük olaylar karşısında doğru düzgün tepki vermemesiyle de büyüktü. Mesela arkadaşları işgal kuvvetleri tarafından tutuklandığında, kesinlikle onlara temas etmeyecek kadar da "büyüktü". Amacım Yahya Kemal'i kritik etmek değil. Zamanının adamı lafını açmak. Çünkü; bizde, 19. yüzyılın sonunda doğmuş herkesi Atatürk olarak görme hastalığı vardır. Hâlbuki Atatürk tarihin Türk milletine bağışladığı bir istisnadır. Diğerleri, biz bugün nasılsak, öyledirler. Çıkarlarının ve rahatının peşinde insanlar... Bunu ayıp veya yanlış bulmuyorum. Yahya Kemal zamanının adamıydı derken bundan bahsediyorum. 

Şimdi çoğu kişiyi böyle tanımlayamıyoruz. Yani bir zaman ve mekân üzerinden... Hâlbuki - nefis bir Yahya Kemal tabiridir - çapaçulluğumuz yüzünden bundan yalnızca yarım asır evvel dünyaya gelmiş insanların "doğum günlerini" tespit edemiyoruz. Az daha geriye gidince doğum yıllarını bilemiyoruz. Bir asır daha geri gitsek, bu sefer ne doğum ne de ölüm tarihini bilmiyoruz. Fakat bu hâl, bizim "zamanla" ilişkimizi sekteye uğratmıyor, aksine zamanla ilişkimizi sıkılaştırıyor, adeta konsantre hale getiriyor. Bunu yaparken mekânla bağımızı parçalıyor. Mekânsız kalıyoruz. Mekânlardan "arınıyoruz". Mekânlardan azade bir mekân arıyoruz ama bu arayış manevi değil, gayet maddi. Sebebi basit: Bulunduğumuz mahalleri sevmiyoruz. Tanıma lüzumunu da duymuyoruz. Böylece, önümüze sunulan "uzaktaki yerleri" özlüyoruz. Eckhart Tolle "Stresin sebebi 'burada' iken, 'orada' olmayı istemektir." diyor. Milletçe "orada" olmak istiyor, ama orasının nerede olduğunu bilmiyoruz. Çünkü yön duygumuzu kaybetmiş durumdayız. 

Mekânsızlık

Dedelerimiz sürekli batıya giderek yön meselesini halletmişlerdi. Bizim böyle bir hırsımız yok. Batı bu tarafa gelsin istiyoruz veya komple bırakıp gidelim diyoruz. Dünya'nın en karmaşık coğrafyasında - ki biz bu coğrafyayı yaklaşık beş asır idare ettik - annesinin terk ettiği çocuklar gibi şaşırıyoruz. Terk edilme olgusunu tanısak bile, terk edildiğimiz yeri tanımıyoruz. Evet, ciddi bir mekân sıkıntısı yaşıyoruz. 

"Mâzi kitabelerde okur ihtişamını / Ağlar kitabelerde kalan i’tibarına..." diyor Arif Nihat Asya. Nerede kitabelerimiz? Nerede geçmişimiz? Tarihi hayatımızın içine dahil edemezsek, toplanıp dövüşeceğimiz bir arenadan ne farkı kalır? Tarih hayatın içine nasıl dahil edilir? Aslında bu yanlış bir sorudur. Doğrusu şudur: Tarihi nasıl hayatımızın dışına çıkardık? 

İnsan temel olarak üç mekânda mukimdir. Birincisi evi, ikincisi işyeri, üçüncüsü sosyalleşme alanıdır. Şimdiki evden çalışma usulünün bir türlü tam anlamıyla oturmamasında bu "genetik" etkilidir. Çünkü işe "gidilir", eve "dönülür". 

Ev, içinde yer aldığı mahalle vasıtasıyla; işyeri, bulunduğu konumuyla ve sosyalleşme alanları merkezî olmalarıyla tarihin bir safhasındadır. Mantıklı yerleşebilmiş memleketlerde bunlar aynı tarihî safhada yer alırlar. Bizimki gibi kör döğüşüyle yerleşen milletler ise evlerinde başka, işyerlerinde başka ve sosyalleşme alanlarında başka tarihî dönemler yaşıyor. Böyle bir topluluğun dövüşmeye heveslenmesi doğal olmakla beraber yeterli değildir. "Bütün hâlinde" göremediği tarihi de kavgaya meze eder. 

Fatih'in kabrini ziyaret eden Abdülhak Hamid şu nefis mısraı döktürmüştü: "Durmuş başında bekler bir kavm türbedârın". Bugün, başında bekleyeceğimiz kabirlerin sayısı kaç tanedir? Anıtkabri içinde yatana hürmeten kabul edelim, fakat neden başında bekleyeceğimiz kabirlerin sayısı artmadı? Artmıyor? Yalnızca kaht-ı rical hastalığından mı yoksa yetişmiş yetenekli insanları gömdüğümüz mezarlıkları şehrin dışına çıkarmamızın da bunda bir tesiri var mı? 

Oysa biz mezarları şehrin göbeğine getiren milletiz. Bu yüzden kabirler bizde mekândan sayılır hem belki de "dördüncü mekân" olarak kabul edilebilir. (-di demek daha doğru olacak galiba.)

Sıkıntının Kaynağı 

Fatih'in İstanbul'u fethettiğini biliyoruz ama fethettiği şehrin neye benzediği hakkında bir fikrimiz yok. Selimiye'ye hayranız ama neyi temsil ettiğini ifade etmekten aciziz. Mekân sorunumuz var ama bu daha çok bir sıkıntıya evrilmiş durumda. Başlığı bu yüzden mekan sorunu değil de sıkıntısı olarak belirledim. 

Çünkü "coğrafya kaderdir" kaidesi artık bizleri sıkmaya başladı. Nefes almamız engellendikçe veya biz nefes almayı unutunca öfke doluyoruz. İnsan öfkelenince kafası iyi çalışır. Diğer insanlara öfkelenmesinin saçmalığını anlar çünkü insan ölümlüdür. Fakat mekân ölümsüzdür. Böylece mekân, ölümsüz olmanın bedelini ödemeye başlar ve tüm öfkemizi üzerine çeker. 

Çünkü bizler "insanoğlunun özel olduğu" ve "daima inanılmaz hızlı ilerlediği" yalanının peşinde gidiyoruz. Hâlbuki ilerleyen teknoloji, biz aşağı yukarı aynı seviyede devam ediyoruz. Üstelik teknolojik ilerlemeye kültürel atılımla eşlik edemeyince medeniyet de teknolojiden ibaret kalıyor. Böylece insanın insan için ürettiği tüketim maddesi ilerliyor fakat insanın insanoğlu için yaptığı şeyler yerinde sayıyor. Daha kötüsü geriye gidiyor. Bunun mekânla ne ilgisi var? 

İnsan bilmekle mükelleftir. Kendini bilmeye çalışır, haddini bilmeye çalışır yani sınırlarını test eder. İnsan, öteki insanlar ve mekânın tesiriyle oluşur. Mekânı bilmiyorsanız düşünceleriniz çok harika olsa da, soyuttan somuta dönemez. Soyut düşünceler harikadır ama çoğu zaman bir şey ifade etmez. Somut karşılığının olması gerekir. İnsanoğlunun yarattığı medeniyet, kültür, teknoloji vs ne varsa bir mekânda kurgulanmış, bir mekândan ilham almış, bir "mekân sıkıntısına" çözüm bulmayı amaçlamıştır. 

Güçlü mekânlar, insana kuvvet verir. Ruh üfler. Her zaman yaşanan ve yaşanacak "sıkıntılara" karşı, "bunu benden önce yaşayanlar da varmış" hissiyatını aşılar. "Geçmişte ve hâlde" bir olma duygusu böyle ortaya çıkar. Ayrıca, mesela bir Süleymaniye'den bahsedecek olursak, bizden öncekilerin yalnızca bazı sıkıntılar yaşamadığını, aksine "bir şeyler ürettiğini" de anlatır. İnsan çoğu zaman bunu düşünmeden, hissederek anlar. Ondan sonra gelecekleri düşünmeyi başlar. "Yarın da Türk" olmak, bu demektir. 

Memleket, mekânların bütününe verilen addır. Türklerin mekânları; kullanışlı evler, ferah camiler, geleneğe yaslanan resmî binalar, kendilerine has sosyalleşme alanları, geniş mezarlıklar, çağın dışında kalmayan ama kopyalanarak değil uyarlanarak kabul edilen iş yerleridir. Öğretim binalarında ayrıca özgünlük aranır. Çünkü memleketin geleceği o mekanlardan yetişir. Tabii "olması gerekenden" bahsediyorum. 

Olan şöyledir: kullanışsız evler, çakma mimarî eseri büyük, çok büyük ama ferah olmayan camiler, gelenekle ilgisiz, bugünle zaten alâkasız resmî binalar, ne bize ne bir başkasına ait olmayan sosyalleşme alanları, şehrin dışına atılmış mezarlıklar, çağın dışında ve kopya edilerek dikilmiş iş yerleri, kendinden başka hiçbir şeye benzemeyen, kendisi de bir şeye benzemeyen öğretim kurumları... 

Mekân sıkıntısını "lüks" bulabilirsiniz. Bir milletin geçmişine bağlanması ve oradan kuvvet alması lüks değildir. Zorunluluktur. 

"Mekânın manevi koruyuculuğu" milletin üzerinde olursa, ancak o zaman birlik duygusu kuvvetlenir. İstanbul'un Türk olmasının; Ankara'nın Türk olmasının en önemli delilleri; genellikle mezarlıkların yanında ve hakim tepelerde kurulan evliya kabirleridir. Dinî anlamda kutsal kişileri, şehirlerin hâkim tepelerine gömmek; mekânın manevi koruyuculuğunu çok iyi anlamakla ilgilidir. Şimdi Ankara'yı dinazorlar, İstanbul'u biçimsiz gökdelen ve kuleler "koruyor". Boş bulduğu yere saat kulesi diken diğer vilayetlerimizin de bu kervana katılmaması için hiçbir sebep yok. Zaten, onlar da sıralarını bekliyorlar. 

"Yol Açmak"

Mimaride, mekân kelimesi "belirli sınırları olan boşluğun adı" olarak tanımlanıyor. Eğer bu kelimeye yeni anlamlar katmaya uğraşmıyorsak, içinden geçtiğimiz ekonomik krizi bari burada fırsata çevirelim. Ve artık yıkma-yapma sarmalından kurtulup, koruma-yaşatma evrelerini de hayatımıza katalım. Yoksa yıkma-yapma ikilemi yalnızca "mekân sıkıntımızla" sınırlı kalmaz; bugün yaşayarak tecrübe ettiğimiz gibi, "tarihe bakışa" da, "siyaset biçimine" de sirayet eder. Birisi yapar, ötekisi yıkar. Bizden sonra gelecekler ise NFT gibi yeni "pazarlardan" Ayasofya'nın telifini almaya uğraşırlar. Onu da alamazlar ve dönüp "okunabilen" mezar taşlarımızı parçalarlar. Yanlış anlaşılmasın, öfkeyle değil. Yol açmak için... Her anlamda. 


Yorum Gönder

0 Yorumlar