İnsan haricinde hiçbir varlık belirli bir köke yaslanmadan hayatta kalamaz. Bitkilerin yaşamlarını idame ettirmesini sağlayan şeyin adı, köktür. Hayvanlar alıştıkları, yuva hâline getirdikleri yerlerde "kök salmak" isterler. Bu yüzden birçok hayvan doğdukları ortamdan farklı bir iklimde yaşayamaz. İnsan, işte bu durumun istisnasını teşkil eder.
Kökü kuvvetli bir insanla köksüz olan arasında gözle görünür hiçbir farklılık yoktur. Fark, psikolojinin tespit edebileceği taraftadır. Fakat iş insandan çıkıp, topluluk bahsine geldiğinde çetrefilleşir.
Herhangi bir insan grubu, topluluk olabilmek için "ortak bir köke" bağlanma ihtiyacı duyar. Aksi takdirde bağlanmaz, sadece yan yana dururlar. İnsan topluluklarının hâlen geçerli olan en büyük biçimine millet adı verilir.
Milletler çok farklı sınıflara tabi kılınmak suretiyle incelenirler. Ben milletleri "kök" kavramıyla tasnif edeceğim. Köksüz millet olamayacağına göre, burada ayrışmayı belirleyen unsur "sun'ilik - sahilik" olacak. Yani gerçek bir köke sahip olan milletler ve sahte kökün üzerinde yükselen milletler.
Aslında millet formunun kendisi dahil tüm bu kavramlar başlı başına "sahte" veya "üretilmiş" olarak tarif edilebilir. Fakat millet cari sistemin esas unsurudur. Bahsettiğim "kök" tabiri ise mekân algısıyla ve kültürel üretimle doğrudan ilgilidir. Yani, üretilmiş bir sahteliği değil, sahteliğin bile üretilmesini sağlayan vasatı (ortamı) tarif eder.
Köklü milletler sırasına Avrupa'dan İngiliz ve Fransızları, Asya'dan Çinliler ve Japonları yazabiliriz. Belirli sarsıntı paylarını hesaba katarak Ruslar ve Acemler de bu kulübün üyesi sayılabilirler.
Aslında bir köke sahip bulunmayan veyahut kökünü inkâr ederek kendisine başka bir kök "sahiplenen" milletler sırasında; İsrail'de mukim Yahudiler, Yunanlılar başta olmak üzere neredeyse bütün Balkan milletleri ve Amerikalılar yer alır.
Burada Yunanlıları ve Amerikalıları boşuna saymadım. Sohbeti bunların üzerinden genişletip Türkiye'ye ulaşacağız.
Kısaca komşuya bir "kalimera" çekip, "koca oğlana" geleceğiz. Ama önce, yazının bilhassa Türkiye'yi ilgilendiren bölümünü daha rahat anlayabilmek için, Batı kavramının "köküne" ufak bir cevelan eyleyeceğiz.
Batı'nın Kökü
Kendisine tek kelimeyle "Batı" ismini veren "şey" üç olgu üzerinde yükseldi: Hristiyanlık, Roma İmparatorluğu ve Kadîm Yunan. Esasında bu üçlü birbirlerinin müteselsilen düşmanıydı. Bilhassa Roma - Yunan dikotomisi, modern milletlerin kuruluşuna kadar uzanan bir "kavramsal ayrılık" yaratmıştı.
Bu düğümü çözen Almanların antik Yunan sevdasını kısaca açayım.
Almanya, 19. yüzyılın başında paramparça prensliklerden oluşuyordu. Görünürde hepsi bağımsız fakat gerçekte bir kısmı Avusturya, bir kısmı İngiltere, bir kısmı ise Fransa'nın nüfuz alanında bulunan prenslikler "Kutsal Roma Germen İmparatorluğu'nu" yaşattıklarını sanıyorlardı. Voltaire bu aptallıkla değil ama sebebiyle yani "yaşatılan imparatorlukla" dalgasını şöyle geçecekti: "Ne Kutsal ne Romalı ne de İmparatorluk". Germen kabileleri bunun farkına Fransız Voltaire'den sonra varabildiler. Kafalarını kaldırdıklarında iki farklı "Roma" gördüler. Bunlar; her ikisi de "haşmetli" İngiltere ve Fransa'ydı. Roma'nın gücü, karşısında her zaman Yunan düşüncesini bulmuştur. Roma'nın karşıtı kadîm Yunandır. Dolayısıyla bu iki Roma'nın (bilhassa Fransa'nın) karşısındaki Yunan, doğum sancıları çeken Almanya olacaktı. Almanlar bu kabulü çok sevdiler.
(Aynı tavrı Ermeniler de gösterdiler. Onların Roma'sı ise bizdik.)
Fakat dünyaya belirli aralıklarla savaş çıkarmak ve kavram icat etmek için gelen Alman milleti Roma-Yunan dikotomisini diyalektiğe çevirmeyi başardı. (Bkz. Hegel) Nasıl mı? Luther vasıtasıyla "tek Hristiyanlık" algısının bölündüğü öz vatanının kaotik ama özgür ortamı sayesinde...
Greko-Romen kültür, bu yüzden Almanya'da geniş bir hayran kitlesi kazandı. Mesela Almanların "bir zamanlar" çok sevdiği birisi olan Adolf Hitler'in sanat anlayışı Greko-Romen'in modernleştirilmesinden başka bir şey değildi. (Evet efendim, "faşizm de Avrupalıdır" ve Hitler'i başına şef diye seçmiş bir milletin "suç ortağı" histerisiyle yanması çok normaldir. Buradaki "ortak" arayışlarında bazen bize de göz kırpmıyor değiller. Fakat Türkler, İkinci Dünya Savaşı'nda bu numarayı nasıl yemediyse, yine yemezler.)
Modern Yunanistan; Roma geleneğini sürdüren İngiltere, Fransa ve Rusya'nın nezaretinde ama kadîm Yunan'a "özlemle" kuruldu. İki yüzüncü yaşını geçenlerde kutlayan komşumuzun "özlemi" sürüyor. Tam iki yüz senede kadîm Yunan'ı çağrıştıran hiçbir şey yapamadıkları için, özlemekle yetiniyorlar.
Yunanistan, Kadîm Yunan'ı diriltemese de, bir başka ülke bu işi "gönüllü" olarak yerine getiriyor. Hangisi mi? En kalabalık göçmen nüfusu Alman kökenlilerin oluşturduğu, yine hayli fazla sayıda Yunan göçmenin bulunduğu, öz kökleri yani Kızılderilileri aşağı gören, zamanın Roma'sı İngiltere'den koparak bağımsızlığını kazanan ve şu anda züccaciye dükkanındaki fil gibi dünyayı çiğneyen ABD.
Evet, Trump'ın yeniden "muhteşem" yapmak için yanıp tutuştuğu, kültürel hegemonyayı avucunun içinde kıskançlıkla saklayan ve popüler kültürü görülmemiş bir propaganda makinesine çeviren ABD.
Hollywood başta olmak üzere Amerikalıların anlattığı bütün "hikâyeler" aslında Yunan trajedilerinin günümüze uyarlanmış hâlidir. Bunun bir sebebi ABD'nin kendisine "sun'i kök" yaratmasıysa diğeri de süper güç olmasıdır. Güç, estetik gerektirir. Hem rıza alıp meşrulaşmak hem de hayranlık uyandırmak için. Hitler'i ve ABD'yi kadîm Yunan'a bağlayan "şey", işte budur.
Amerikalıların sun'i kök yaratma hevesinin popüler kültür kadar görünür olduğu bir başka alan ise edebiyattır. Amerikalılara göre; Amerika "keşfedilene" kadar yazılmış bütün İngilizce eserler "öncü Amerikan edebiyatı", sonra yazılanlar ise (nerede kaleme alındıklarından çok, İngilizce yazılmaları ve başarılı olmaları kıstas kabul ediliyor) "zaten Amerikan edebiyatı"dır. "Koca oğlan" sömürme açlığını bu sahada da sürdürmektedir.
Şimdi o soruyu sormanın tam zamanıdır: Bütün bunlardan bize ne?
Türkiye, modernizmi Fransız İhtilali'nin ışığında ve yine Fransız modelini izleyerek benimsemeye gayret etti. Fakat başaramadı. Geniş kesimlerin sistemin içine dahil edilmesi için alternatif yollar bulunmalıydı. Bu yolu bulacak olanlar ise sağcılardı. Çünkü; henüz sağ ve sol kavramlarının -tıpkı Robespierre'in Fransız İhtilali'nin üstünden geçmesinden önceki Fransa gibi- "krala" göre belirlendiği Türkiye'de; muhafazakâr ve İslâmcı diye ikiye ayırabileceğimiz sağ cenah padişahın yanında konumlanıyordu. Yani muhalif ve duruş itibarıyla sistemin dışındalardı.
Sağ cenahın sistemin içine duhul etmesinin önünde ciddi bir problem vardı: Kendi içinde birlik kuramıyordu. İslâmcılar cumhuriyet idaresiyle köksüz kalmıştı. Muhafazakârlar aradıkları kökü bir türlü bulamıyorlardı. Gittikçe güçten düşüyor, içeri doğru çöküyorlardı.
Derken, Amerika'yı keşfettiler. Fransız Devrimi'nden farklı olarak "çok sesli" bir görüntü arz eden Amerikan düşüncesi, Türk sağının "kökü" hâline geldi. İslâmcılar bunu memnuniyetle, muhafazakârlar şerh düşerek kabul ettiler. Önemli olan cumhuriyeti aşmak ve sistemin içine sızmaktı. Kimi durumda bu iki hâl, birbirinin yerine de geçebiliyordu.
"Padişahın karşısındaki" sol tarafın buna cevabı Fransız ekolünü terk edip İngiliz okuluna yazılmak oldu. Çünkü Fransız İhtilali'nin sonunda sahneye Napolyon çıkıyordu. Sol Fransızlar gibi ihtilâl yapıp, İngilizler gibi korumak istiyordu. Böylece Amerikan ekolü İslâmcılar ve "zoraki" Amerikancı muhafazakârlar yenilikçi olurken; sol muhafazakârlaşıyordu. Tam Türk işi drama!
Ziya Gök Alp'ten sonra sistemin kustuğu milliyetçiler de bu maratona "sağ" kulvardan giriş yaptılar. Çünkü milliyetçileri dışlayan bir cumhuriyeti kabul edilemez buluyorlardı. "Gerekirse" bunu yıkar, "yenisini" kurarlardı.
Böylece; kendisine bakmayı bilmeyen, Batı haricinde fikir tanımayan Türkiye'nin düşünce hayatı Anglo-Amerikan bir "kök" kazandı. Daha doğrusu götürüp kendisini oraya yamadı.
Anglo-Amerikan düşünceyi bir nevi modern Greko-Romen kültürü sayabiliriz. Türkiye ise tarihi itibariyle yalnızca Roma olmuş, kadîm Yunan biz Anadolu'ya geldiğimizde çoktan bitmişti.
Bunun Türkiye'ye yansıması komploya meydan bırakmayacak kadar komik oldu: Türkiye'nin üçüncü Roma olduğunu iddia eden Türk sağı, kadîm Yunan'ı taklit eden Amerika'dan beslenirken; ülkenin kültürel alanda ilerlemesi gerektiğini iddia eden sol, Roma taklidi İngiliz okulundan ders alıyordu. Frankofonlar da "her şeye burun kıvıranlar" diye dışlanınca; Batı'nın bile tek tipini alabildik.
Bizim Geç Kalmış Aceleciliğimiz
"Tek tipçiliğe" merakımız aslında "geç kalmış işleri aceleye getirme" huyumuzdan kaynaklanıyor.
Tarihin bir safhasında, bazı olaylara geç kaldığımız doğrudur. Fakat, ortaya çıkması için özel coğrafî, tarihî ve içtimaî şartlar gereken kapitalizm haricinde, hiçbir şeye "o kadar da" geç kalmadık. Kapitalizmle tanışmamız nispeten yeni olsa da, buna bile ayak uydurduk. Diğer yandan; başta Prusyalılar olmak üzere Avrupa kıtası "modern ordu" sistemine 1810'ların başında geçmeye başladı. Türkiye 1826'da eski tip Yeniçeri Ocağı'nı tasfiye ederken, hem yeni bir ordu kuruyor hem de 1834'te Harbiye'yi açıyordu. Avrupa 1830 Devrimleriyle sarsılır, peş peşe kurucu metinler, anayasalar yazarken; Türkiye 1839'da Tanzimat Fermanı'nı ilan ediyordu. Evet, takip ediyorduk ama iki şartla: göz mesafesini kaybetmemek ve geride kalmayı aşağıya düşme zannetmemek.
Tanzimat aydını; az biraz gördüğü Avrupa'yı çok iyi bildiği Osmanlı'ya uyarlamaya çalışıyordu. Meşrutiyet Devri'nin münevverânı ne Türkiye'yi ne de Avrupa'yı biliyordu. Cumhuriyet aydını da kökünü Batı'ya bağlayıp, burayı unuttu. Bazen "aydın, münevver, entelektüel" namına hiçbir şey yetiştirmemiş olsak daha mı iyi olurdu diye düşünmüyor değilim.
Ne Olabilirdi?
Biraz serinkanlı olabilsek; dünyada Roma, Yunan ve Hristiyanlık öğretisinden başka şeylerin de bulunduğunu görürdük. Bir sefer Türk mitolojisi hakkında fikrimiz olurdu, peşine kadîm Yunan'ın ebedî düşmanı Anadolu mitini bilirdik. Yetinmez İslâm'ı da öğrenir, ondan sonra kendi "düzenimizi" kurardık. Yapmadık.
İslâm'ı, çok iyi bildiğimiz varsayımıyla, "kural ezberleme" konumuna kadar indirdik. Türk mitolojisini zaten unutmuştuk. Anadolu mitini hiç merak etmedik.
Atatürk, burada ciddi bir istisna teşkil eder. Gidip Hitit (Eti) medeniyetini araştırma ve propaganda konusu yapması, bazı kıt akıllıların iddia ettiği gibi "biz eskiden beri buradaydık, bizi Anadolu'dan atamazsınız" demek için değildi. "Türk'ün hududunu Türk süngüsü çizer" diyen Atatürk, o meseleyi Afyon Kocatepe'de çözüme bağlamıştı. O, kadîm Yunan'ın karşısına Eti'yi yerleştiriyor, yetinmiyor Türk mitolojisini "diriltmeye" uğraşıyordu. Elmalılı'ya Kur'an tefsiri siparişi vermesi, İslâm aşkından değil, milleti yaşatma hevesinden kaynaklanıyordu.
Büyük adam ölünce; Hasan Âli Bey(Yücel) kadîm Yunan'ı ve kadîm Yunancayı lise müfredatına kadar soktu. Türk mitolojisi çalışmaları durduruldu. Devlet, İslâm'ı anlama çabalarını bırakıp, kendisinin de çok anlayamadığı laik uygulamalara yöneldi. Bu muazzam bir kültürel "geriye dönüştür".
Bu geri dönüşün ardından fikir hayatımız, kültür üretimlerimiz hep kendimizi Batı'ya beğendirmek üzerine kuruldu. Kendimizi Batı'nın kavramlarıyla tarif etmeye kadar vardı. Bugün, bu geri zekâlılık, artık tahrifat aşamasına dayandı: Kültürel tahrifat.
Bir zamanlar kendisi de "nev- Yunanî" tarikata yazılan fakat hayatını bir muhafazakâr olarak tamamlayan Yahya Kemal, Koca Mustâpaşa (Mustafa değil) şiirinde hâl-i pürmelâlimizi anlatır:
"Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan.
Bahseder gerçi duyanlar bir onulmaz yaradan;
Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;
Budur âlemde hudutsuz ve hazîn öksüzlük.
Sızlatır bâzı saatler dayanılmaz bir acı,
Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı.
Rûh arar başka tesellî her esen rüzgârda.
Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda!"
"Yerli ve millî" deniliyor ya, alın size yerli ve millî "düşünce" dünyası! Kendisini bu yapay örümceğin sun'i ağlarından kurtaran kişi, ancak o zaman, millî kültürün sesini duyabilir. Bu sesi duyanlar ki, yalnızca onlar "kumdan kaleleri" parçalayıp, hakiki yapılar kurabilir. Atatürk örneğinde gördüğümüz üzere, "yepyeni bir Türkiye" gibi...
0 Yorumlar