100. Yazı

İnsanoğlu, sınırları bir kez aştığı zaman ne kadar ilerlediğini tespit etmek imkânsızdır. 

Hugo, Cromwell'e Önsöz'ü yazıp Shakespeare'i tanıttığında; Hafız Divan'ını bitirdiğinde; Baudelaire şiire, Dostoyevski romana kötülüğü soktuğunda; Fuzuli emsalsiz dizelerini kağıda aktardığında ve Şinasi ilk gazete fıkrasını yazdığında sınırı aşmışlardı. İçlerinde tek akıllı Balzac çıktı, ölmeden önce İnsanlık Komedyası'nın yakabildiği kadarını yakmaya çalıştı. Bizim Molla Kasım daha pervasız bir sınır aşıcısıydı. O kendi yazmadığı şiirleri yakıyordu. Sonra meşhur mısraya tesadüf etti: "Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme/ Seni sigaya çeken bir Molla Kasım gelir". 

Amerikalılar atom çağını açtığında, Ruslar Gagarin'i uzaya yolladığında, ilk insanlar ateşi bulduğunda ve Newton kafasına düşen elmayı efendi gibi ısırmak yerine yer çekimini keşfettiğinde sınırları aşıyorlardı. 

Hikayeye buradan bakınca; Aristo'dan Kant'a kadar feylesofların sınırları yıkmak değil de genişletmek istediği sonucuna ulaşabiliriz. Çünkü, Nietzsche istisna tutulursa, hiçbirisi sınırları aşmak istememişti ve akıllı oldukları için bu isteklerini başarabildiler.

Sözü bir noktada kendime getirmem gerekiyor. Çünkü saydığım sınır bozucuların hiçbirisi değil, fakat ben bu blogda yüz yazı yazdım. Ben de bir sınırı, altına düşmek suretiyle, yıkmış bulunuyorum: Açlık sınırını. İlgili sınırın ne kadar aşağısında kaldığımı yalnızca Allah biliyor. 

Bu vesileyle, açlık sınırının altından selamlıyorum sizleri muhterem okurlar! 

Mazeretin bile para ettiği ama bizim Türk lirasının bir türlü değerini bulamadığı zamanımızda, yazı yazmak bir yönden delilik, bir başka yönden iyileşme metodudur. Fakat Hegel zamparasının diyalektiğini işin içine katarsak; aslında delirirken iyileşebilir veyahut iyileşirken delirebiliriz. "İyileşirken delirmek" de bize hastır. Neticede yüzüncü yazısına ulaşmış serüvenin kısa özeti budur. Biraz daha geniş özet için okumaya devam etmeniz gerekmektedir. 

2021 senesinin Ocak ayından bu tarafa, Tetebbûlar ismini verdiğim, blogger hesabımda yazıyorum. 13 ayın sonunda - düzenleyerek paylaştığım eski yazılarımı da katarsak - 100 numaralı yazıya ulaşmış bulunuyorum. Hangi konulara değindiğime bakarken sizleri de bu uğraşıma ortak etmeye karar verdim. Buyurun bakalım, yuvarlak hesapla bir senede, blogger kariyerimde nerelere burnumu sokmuşum. 

Bir itirafla başlamam gerekiyor: Siyaset alanında söyleyecek çok fazla sözümün olduğunu zannediyordum. Aslında o kadar da yokmuş. Muhtemelen siyaset isimli "peri kızının" (kibarlık olsun diye böyle yazdım, aslında ne olduğunu herkes biliyor) kokusu her tarafı kapladığı için, bu yanılgıya düştüğümü zannediyorum. Yoksa gevezelik etmek için hayli bereketli fakat konuşmak için fazla kısır bir siyasetimiz var. Bunu böylece tarif etmem zaman aldığı içindir ki, blog yazılarına fazla siyasî biraz da fikrî bir giriş yapmışım. Siyaset hızla değer kaybetmiş sonra. (Ülkeyle paralel ilerliyorum.) Fikir atakları; her hastalık gibi aralıklarla yoklamayı sürdürüyor. Önümüzdeki süreçte de sürdürecekler. (Muhammed Ali özgüveniyle Fikriyât başlığını verdiğim kategoriye üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.)

Diğer taraftan, özgün kalmaya çalışarak, farklı tarzlarda hikâyeler yazmayı deniyorum. Önceden hiç hikâye yazmamıştım, bir senenin ve on hikâyenin sonunda bu alanla ilgili söyleyeceğim şey şundan ibarettir: Deniyorum. Denemeye devam edeceğim. (Hikâyeleri de buradan okuyabilirsiniz.)

Kültür, ilk başladığım zaman üzerine yazmak için hazır olmadığım bir alandı. Şimdi yavaştan girizgâh yaptım diyebilirim, tabii ki sürdüreceğim. Tarih ve edebiyat en baştan beri varlar ve ben yazdıkça var olacaklar. Felsefe okumalarını ilerlettim. Muhtemelen önümüzdeki "yüzün" içinde bazı felsefe notları da kendilerine yer bulacaklar. Ekonomi ve hukuk çalışmayı sürdürüyorum. Bazı şeyler yazdım ama istediğim kıvamda olmadığından yayınlamadım. 

Tarihi Kurmak başlığıyla başlattığım seri beklediğimden fazla ilgi gördü. Öyle ki, neredeyse serinin her yazısı kendinden önce gelen yazıdan fazla okundu. Bu bir başarı mı veya başarı böyle bir şey mi bilmiyorum ama ilginç bulduğum için paylaşmak istedim. Tarihi Kurmak serisini, muhtemelen, 10 yazıda tamamlayacağım. Ama yeni seriler yapmayı planlıyorum. Özellikle biyografik ögeler taşıyan, meşhur isimlerin düşünce dünyasına sızmaya çalışan, insanlar ne kadar tutarlıysa o kadar tutarlı olan, yani; olguları, kişileri kalıplaştırmak için değil; onları anlamak için kullanan, seri yazılar kaleme almayı düşünüyorum. Açlıktan ölmezsem, muhakkak yapacağım. 

Bu arada bunları anlatıp duruyorum da, sırça köşkte falan değilim. Kendi imkanlarımla sökmeye gayret ettiğim ve öğrenirken uzun geceler beni uykumdan eden İngilizce ve Almanca'yla dünyayı okumaya gayret ediyorum. İnterneti ve PDF'i bulanlardan Allah razı olsun, sayelerinde bedava ilmin zevkine varıyoruz. Bu yüzden kitaplığım yerinde saysa da, kafamın içindekiler çoğalıyor. Buradan yeni yazılar türüyor. Ben rahatlıyorum, size de tesir ediyorsa mutlu oluyorum.

Akademik makalelerden ve akademinin üslûpsuzluğundan nefret ediyorum. Bu yüzden sohbet veya deneme tarzında, yavaş yavaş bulduğuma inandığım bir üslûpla yazıyorum. 

Yine de akademik literatürü izliyorum. Konusu gelmişken, çeşitli yüksek lisans ve doktora tezlerinde Tetebbûlar'a selam çakan tanıdık/tanımadık dostları ben de buradan selamlıyorum. 

Düzenli bir hayatım yok. Hatta bu ara bir işim bile yok. Yine de (veya bu yüzden) yazıyorum. Amerikalılar "maverick" diyorlar, ben de kendimi aynı kavramın Türkçesiyle tanımlıyorum: ayrık otu. Hayatımın hiçbir evresinde, dahil olduğum hiçbir grupla anlaşamadım. Belki de anlaşmadım. Kimsenin müridi olmadım, mürşid sevdasına kapılmadım. Bu sebepten çok kavga ettim ama hiç keyfimi bozmadım. Bozmaya da niyetim yok. Bu aralar "yazı emekçileri" grubuna dahilmiş gibi görünsem de, duhûl etmiş hissetmiyorum. Orada da kendime ait bir yerim yok yani. Arada meydana atlıyor, sonra işime gücüme bakıyorum. 

100. yazıyı paylaşmadan evvel istatistiklere baktım. 70 binden fazla tıklanma gösteriyor. Topluca teşekkür ediyorum. "Siz olmasaydınız yazmazdım" demiyorum çünkü kimse okumasa da yazardım, bunu biliyorum. Fakat okundukça daha çok yazdım, bunu da biliyorum. 

Yukarıda da dediğim gibi; mazaret para ediyor bu ülkede. Kimse yanlış yapmak istemiyor. Herkes haklı ve kimse ötekini beğenmiyor. Ben mazerete inanmıyorum, yanlış yapmaktan çekinmiyorum, haklı olduğumu düşünmüyorum ve tamamı ölü olsa da bir zamanlar bu dünyada yaşamış bazı insanlara hayranlık duyuyorum. 

Fakat kişilerden ziyade eserlere duyduğum hayranlık daha fazladır. Hayranlık duyduğum eserlerin mühim bir kısmını bizim milletimiz yaratmış. (Adına Türk diyorlar, bazısı da "bu" diyor.) Bunlara erişmek, bu eserleri algılamak için sıçramamız gerektiğine inanıyorum. Galiba bu aralar en fazla buna inanıyorum: Sıçramamız gerekiyor. Tanpınar "Sıçramak için basamağa ihtiyaç vardır" diyor. Bize tevarüs etmiş (miras kalmış) bir basamak yok. 

Sıçrayınca çıkacağımız yerde bizden de çok parça var ama sıçramak için de basamağa ihtiyaç var. Öyleyse kendi basamağımızı kendimiz yapacağız. "100 yazı bir basamak eder mi?" diye düşünüyorum. Cevabını bilmiyorum. Fakat eli kalem tutan herkes, ötekine saldırmadan önce, bir şeyler yazsa; o zaman birden fazla basamağımız olur. Türkiye'nin en önemli eksikliği kamudur. Kamu yalnızca yazarak kurulmaz ama yazısız kamu olmaz. 

Son bir selamı da, yazıları okuduktan sonra günün çeşitli saatlerinde beni "rahatsız eden" ve çoğunluğu benden "genç" olan arkadaşlara çakıyorum. Hepsinde gördüğüm ortak bir "kaygıya" cevap olarak Sun Tse'nın Savaş Sanatı'ndan şu alıntıyı yapıştırıyorum:

"İçinde bulunduğunuz durum ve koşullar ne kadar tehlikeli olursa olsun, umutsuzluğa kapılmayın; asıl her şeyden korkulacak durumlarda korkulacak hiçbir şey yoktur; tehlikelerle kuşatıldığınızda bu tehlikelerin hiçbirinden korkmayın; çaresiz kaldığınızda elinize ne geçerse ona güvenin; gafil avlandığınızda gidip düşmanı gafil avlayın." 

Derdimizi anlattık, teşekkür ettik, selam çaktık, laf attık, alıntı bile yaptık. Bir yazıda olması gereken her şey var maşallah. Kusursuz güzellik. Yaşadığımız çağ insanı kendi kendisinin pezevengi yapıyor. (Tam da, 100. yazıda bulunması gereken bir cümle değil mi?) Elimizden bu kadar geliyor. 

Arada uğrayın, belki rahatsız olursunuz. Fena değildir rahatsızlık, bir şeyler üretmeye vesile olur.

Bana gelince; yazdıkça nefes almayı sürdüreceğim. İnadına



Yorum Gönder

0 Yorumlar