Ölümüne Güldüğüm Bütün Tanıdıklara... (Bütün Tanıdıklara'nın üzerinde bir çizik, hemen altına "Herkese" notu düşülmüş.)
Yemyeşil çimenleri botlarıyla eziyor, ayağının hareketlerine uyum sağlayan ve kendisinden büyük her yaratığı Tanrı zanneden otların, onu, "şlak" sesleriyle selamlamasına mazhar oluyordu. Hafif ama uğultusuz bir rüzgar vardı. Yeşil, yalnızca ana temayı oluşturmuyordu, neredeyse tek renkti. Bu yeşil istilasının istisnası, kel kalmış toprağın bazı yerlerden fırlayan kahve rengiydi. Güneş tepedeki konumunu muhafaza ediyordu ama bugün kimseyi rahatsız etmek niyetinde değildi, dinleniyordu. Bir adam ağaçsız arazide yürüyordu. Botlarıyla yeşili ezen adam bununla yetinmiyor; sigarasının dumanında zamanı yakalamaya çalışıyordu.
Yakalayamadı. Bunun yerine ağlama krizine tutuldu. Bütün bu manzaranın ortasında bir çocuk gibi ağlayan bu adamın adı Kâmil'di. Zavallı Kâmil'in bir soyadı bile yoktu.
...
Kül tablasında birikmiş izmaritler ve boşluk. Kitaplıkta yığılı kitaplar ve boşluk. Alt katta, üst katta, yan katta ağzına kadar dolu kalabalıklar, adamlar, kadınlar, çocuklar ve boşluk. Daima açık bir televizyon, sürekli bakılan bir telefon, bunlara eşlik eden bir tablet ve boşluk. Çok güzel yemekler, çok kötü yiyecekler ve boşluk. Nefret, öfke, aşk, iyilik, kötülük ve boşluk. Parasızlık, zenginlik ve boşluk. Ölüm, kalım, cinayet, doğum ve boşluk. Güzellik, çirkinlik ve boşluk. Boşluk, boşluk ve boşluk. Uğultu ve boşluk. Sessizlik, boşluk. Sükûnet. Boşluk.
...
Kâmil kendini toparladı. Yere düşürdüğü sigarasını aldı, elinde çevirmeye başladı. Dalgın dalgın yanan sigarayı, aynı dalgınlıkla çevirirken, durdu. Dikkatle etrafını dinlemeye başladı. Acaba onu sigara içerken görmüşler miydi? Ya annesine şikayet ederlerse? "Eyvah annem beni dövecek. Ya babam? O kesin öldürecek." Olduğu yerde durdu. Çevreden yalnızca bir köpek sesi geliyordu. Oturdu, botlarını çıkardı. Şimdi sıra gülmeye gelmişti. Ağladığından daha çirkin bir tonlamayla gülmeye başladı. Kendi kendisine "Ya annem burnumu karıştırıp yatağın altına sildiğimi öğrenirse?" sorusunu sorana dek, çirkin kahkahasını atmaya devam etti.
...
– Abdullah Efendi'nin çatısı uçtuğunda anlamalıydın.
– Daha doğmamıştım.
– Hâlbuki Aurelia'nın ziyaretinden de haberdardın.
– O zaman dedem bile doğmamıştı.
– Baudelaire'i de mi okumadın? Paris Sıkıntısı'nda nefis bir bölüm vardı. Hiç değilse o zaman anlamalıydın.
– Okudum, okudum ama henüz doğmamıştım.
– Nasıl.. dı?
– Doğmamış olmak mı?
– "Her hastanın yatak değiştirme tutkusuna kapıldığı bir hastanedir bu yaşam. Kimi soba karşısında çekmek ister acısını, kimi pencere kıyısında iyileşeceğini sanır."
– Evet, Baudelaire bu.
– Söze gelince eski şiiri seversin. Vâsıf'ın mısraını da mı bilmezsin? "Mihneti kendine zevk etmedir âlemde hüner"
– "Gam-u şâdi-i felek böyle gelir böyle gider".
– Ama anlayamıyorum, nasıl da göremedin? Oysa Jung bile yazmıştı.
– Ulan bu dünyada değildim diyorum, nasıl göreceğim?
– Hâlbuki Dostoyevski'yi seversin, o da söylemişti.
– Neyi Allah'ın belası? Neyi söylemişti?
– Karamazov Kardeşler'i bitirdiğin gün, beyaz kağıdın üzerine yazdığın üç kelimeyi hatırlıyor musun?
– Karamazov'u bitirdiğimi bile hatırlamıyorum.
– "İvan Fyodoroviç Karamazov."
– Evet, oğullardan birisi.
– Sensin.
– Anlamadım?
– Hepsini biliyor olmalıydın. Bütün bunlar söylendiğinde yaşıyordun. Ama Oedipus olma sevdasından başını kaldırıp da bakmadın.
– Benim adım Kâmil. İvan değil.
– Zavallı İvan, yine buhranlar geçiriyor.
Boğuk bir kahkaha. Boşlukta çınlıyor. Zaman çok hızlı akıyor. O kadar hızlı akıyor ki, durdu. Tik, tik, tak. Tik, tik, tak. Ses kesildi. Yaprak kımıldamıyor. Muazzam bir sessizlik.
İki dakika boyunca sessizlik.
...
İki dakika boyunca sessizlik oldu. Bu arada Kâmil botlarını giymiş, atletini çıkarmıştı. Ortaya yakın boyu vardı. Şu anki görüntüsü şöyle bir şeydi: Üzerinde yemyeşil bir palto, altında yine yeşil bir pantolon ve ayağında kışlık kırmızı botlar. Elini ağzına soktu. Sigarasından içmek istiyordu belki ama bittiğinden, sigara yerine elini içine çekiyordu. Babasını hatırladı. O, elini ağzına götürmesinden hiç hoşlanmazdı. Hemen elini çıkardı. İtaatkâr birisiydi. Şimdi de güneşin ışıklarına itaat edecek, bir güzel yatacaktı. Atletini yastık yapmaya çalıştı, rahat bulmadı. Bu sefer pantolonunu çıkardı. İkisini birbirine dolayıp bir yastık hâline getirdi ve yeşil çimenlerin üzerine serdi. Şimdi kafası rahat etmişti. Aşağıdan biraz hava alıyordu ama önemli değildi. Birazdan otları ezecek, dikenli bitkileri sopayla öldürecekti. Bu yüzden güneşin dinlenme tavsiyesine uyuyor, büyük savaşa hazırlanıyordu.
...
– Şehrin bütün ölülerini uyandırdım bu gece. Mezar taşlarını parçaladım, topraklarını kazdım, kemiklerini attım, ruhlarına tükürdüm.
– Ne yaptılar?
– Şaşırdılar.
– Neye?
– Dünya'nın hâline. Ve sordular sonra: Biz mi ölüyüz yoksa siz mi?
– Ne cevap verdin?
– Duruma göre değişir, dedim.
– Sana göre bu taraf, ötekinin zıddı yani?
– Muhtemelen değil. Tanrı'nın diyalektikten habersiz olduğunu mu düşünüyorsun?
– Komik. Tabii ki habersiz. Tanrı'ya göre Aristo sadece bir kuldu, Hegel de öyle. Bunların kurduğu mantık Tanrı'nın umurunda olmaz. O kendi oyununu oynuyor.
– Biz bu oyunda hangi rolü oynuyoruz?
– Siz oyunda yoksunuz. Seyirci olabilir belki, bazılarınız.
– Ne demek yokuz?
– "Ne demek yokuz?"! Kendisini zeki sandıkça kibrini büyüten ama esasında aptallaşan insanoğlunun temsilcisine bakın. Sizin oyununuzda Tanrı seyirci oluyor da, siz neden O'nun oyununda seyirci olamıyorsunuz? Kim kimi yarattı? Siz mi Tanrı'yı, yoksa Tanrı mı sizi?
– Nietzsche haklıydı belki. Ya öldüyse?
– Tanrı mı?
...
Boşluk hissi. Kâmil bulutların içindeydi şimdi. Bembeyazdı her taraf. "Ne güzel". Yüzünde bir ıslaklık hissetti. Biraz önce uzaktan havlayan kuçu kuçu şimdi gelmiş yüzünü yalıyordu. Kâmil teşekkür etmek isteğiyle yavaşça doğruldu. O da köpeğin yüzünü yalayacaktı. Köpek suratını geri çekti. "Bari elini öpeyim". Kâmil hızla köpeğin sağ patisine hamle etti, yine başaramadı. Köpek geriledi, Kâmil sinirlendi. "Git buradan it". Bir dal parçasını köpeğe doğru attı. Köpek hiç umursamadı bunu. Sonra da arkasını dönüp gitti. Kâmil ayağa kalktı. Pantolonunu giydi, atletiyle ne yapacağına bir müddet karar veremedi. "Eve götüreyim, annem yıkar". Sonra bu düşüncesini bir anda unutup, yemyeşil paltosunun içine, otların yeşiline bulanmış atletini giydi.
...
– Kimsin sen?
– Ben kaosun çocuğuyum.
– Sen... Tövbe estağfurullah, bir şey diyeceğim ama artık terbiyeli bir insanım.
– Eğer merak ediyorsan söyleyeyim, fahişeler de bana çalışır.
– Pezevenk misin?
– Komiksin. Sadece komik... Esas sen kimsin?
– Marx'ın yedek ordusunda askerim.
– Hayırlı teskereler dilerim.
– Senin de mizahın kuvvetliymiş.
...
Köpeğe attığı dal parçasını aradı, bulamadı. Ağaçsız arazide başka bir odun parçası araştırmaya başladı. Bunu kılıç niyetine kullanacak, dikenli bitkilerle savaşacaktı. Isırganlardan nefret ediyordu. Biraz arandıktan sonra yerde bir sopa buldu. Muhtemelen bir çobana aitti ama bu saatten sonra şövalye Kâmil'in kılıcı olarak hizmet verecekti. Bu Sancho Panza'dan yoksun Don Kişot'un bir ısırgan topluluğu görmesi uzun sürmedi. Sanki kaçacaklarmış gibi, ısırganlara doğru koşmaya başladı...
...
– Mürşidi olmayanın mürşidi...
– Sen mi oluyorsun?
– Ben hayattır diyecektim.
– Hayat nedir?
– Oyun provası.
– Oyun ne zaman başlıyor?
– Prova bitince.
– Aptal. Prova bitince içmeye gidilir. Hiçbir oyun provadan sonra başlamaz.
– Ben de onu diyorum.
– Ölmeden önce ölünüz mü diyorsun, düşmanın gibi?
– Düşmanlıklar eskide kaldı. Barışmak istiyorum.
– Şeytan tövbe ediyor. Duy bunu duy! Nelere kadirim.
– Seninle bir ilgisi yok ama madem büyüklenmek istiyorsun, buyur büyüklen. Kibir... Kibri severim.
– Ben de.
...
Savaş bitmişti. Kâmil üstüne yapışmış dikenler, kanayan bir parmak, kırmızıyla tanışan yemyeşil palto, kırmızı derinin üzerinde beliren yeşil izlerle renk değiştiren bot ve yorgun ama muzaffer bir pozla düşman zayiatını sayıyordu: "Bir, iki, üç ... dokuz, on." "Bir, iki, üç, dört." On dört ısırgan telef edilmişti. Boynu bükük bitkilerin arasından başını kaldırmış bir yılan soğuk gözlerini bu muzaffer komutana dikmiş, saldırmak için alesta bekliyordu. Düşmanından habersiz etrafı gözetleyen Kâmil'in canı sıkıldı. Sol ayağını hafif yukarı kaldırdı, vücudunu yatay pozisyona getirdi, sağ elinde tuttuğu sopayı kavisle ve olanca gücüyle uzaklara fırlattı. Kâmil eve gitmeye karar verdiğinde, uzaklara fırlattığı değnek henüz yere düşmemişti.
...
– İnna lillahi ve inna ileyhi raciun.
– Kim bu ölü?
– Sensin.
– Hayda! Bir bu eksikti. Şimdi de öldüm mü?
– Belki, başka bir hayatta.
– O ne demek?
— Hiç olmaması gereken yerlerde yaşamını sürdüren kadınlar ve adamlar gördüm. Bir kısmının cenazesine bile gittim. Halbuki henüz ölmemişlerdi. Ama yaşıyor da sayılamazlardı.
– Ben de mi onlardanım?
– Hayır. Bunlar bahtsızlar... Sen lanetlisin.
– Neyim?
— Meşhur hikmeti de mi unuttun? "Her şey aslına rücû eder." Aslına dönünce görürsün ne olduğunu!
...
Yolda mahallenin çocuklarına rastladı. Okulun bahçesine top oynamaya gidiyorlardı. Onu görünce bağırarak sevinmeye başladılar. Kâmil'e de aralarına karışmasını teklif ettiler. "Eksik varmış da, Cengiz hastalanmış, annesi bırakmıyormuş". Kâmil yarı mahcup bir tavırla çocukların arasına karıştı. Onlar bağırdıkça o da eşlik etti ve böyle gürültü kirliliği ederek okulun bahçesine vardılar. Heyecanlı bir maça başladılar. Kâmil tek başına defansta duruyordu. Kendisinden küçük olan bu çocuklara zarar vermemek için sakınarak oynuyor, bu da takımının gol yemesine ve geriye düşmesine sebep oluyordu. Çok sürmeden takımdan atıldı. Bahçenin kenarındaki büstün önüne gidip oturdu ve dili dışarıda - tıpkı sahibine yaltaklanan bir köpek gibi- topun sahibi olan çocuğun onu yeniden oyuna almasını bekledi. Çok sürmeden dileği kabul oldu, yeniden oyuna döndü. Bu sırada bağırsaklarında bir birikme hissetti ama birden rahatladı. Oyuna sonradan dahil olduğu için, aylarca bağlı kaldıktan sonra salınan çoban köpeği yavruları gibi, sahanın her tarafında koşuyordu. O koştukça, sahanın dört bir yanında sudan izler beliriyordu. Çocuk zekası bunun ne olduğunu keşifte gecikmedi. "Kâmil altına işemiş". Hep birlikte bağırmaya başladılar: "Sidikli Kâmil". Bir müddet sonra bu bağırışlar bir slogana dönüştü: "Sidikliii Kâmiiil". Sonra kötü bir pop şarkısına evrildi: "Sidikliii Kâmil Sidikliii..." Nihayet rap müzikte karar kıldılar: "SidikliKâmilSidikli". Kâmil bütün bu makam değiştirmelere, çocukların zevkten dört köşe olmuş çığlıklarına ve alaylarına utanarak karşılık veriyordu. Okul bahçesinin tam ortasında, orta boylu bir adam, kafasını göğsüne gömerek ve içinden yardım dileyerek ağlıyordu.
...
– Yazamazsın.
– Yazarsam?
– Bu kadar sopayı boşuna getirmedik.
– Sopadan mı korkacağım?
– Bu kadar kadını boşuna davet etmedik.
– Kadınlardan mı korkacağım?
– Bu kadar çocuğu boşuna peşimizde sürüklemedik.
Sessizlik.
– Çocuklardan korkarım ben.
– Çünkü; yalan söyleyemezler. Değil mi?
– Hayır, neredeyseler oradadırlar.
– Sen neredesin?
– Neredeysem, "orada" değilim.
– Seni korkutan şey çocukların hayal gücü olmasın sakın?
– Hayal ileriye doğru çalışır. Çocuklar maziden habersizdir. Bu yüzden oldukları yerde dururlar. Çocukların günahı yoktur.
– Günah işlemekten mi yoksa affa mazhar olamamaktan mı korkuyorsun?
– Belki de affedilmekten korkuyorumdur.
– O zaman yazma.
...
Dünyadaki bütün renkler en tabii hâlleriyle üzerindeydi. Çimen yeşili, kan kırmızısı, sidik sarısı, toprak tozunun kahve rengi, sümük beyazı, asfalt grisi... Kıyafetlerine yapışmış dikenler vardı. Ufak bir yaprak paltosunun yakasından içine kaçmıştı. Elleri tozluydu, vücudunun muhtelif yerlerinde toprak parçaları vardı. Ağlamayı bırakmıştı, utanarak yürüyordu. Koşmak istiyordu ama yapış yapış olmuş pantolonu buna müsaade etmiyordu. Evinin sokağına girince rahatladı. Evin önüne geldiğindeyse irkilmişti. Yine de, daha fazla dışarıda durup bilmediği tehlikelerle karşılaşmaktansa, içeri girmeyi tercih etti.
...
– "Şüphe imanı boğar".
– Öldürür olmasın?
– Ölmek yasak.
– Peki ya inanmak?
– Zaten inanmıyorsun! Evet inanmıyorsun! Hiçbir şeye.
– Bazı şeylere bazen inanıyorum. Ama her şeye her zaman inanamam.
– Çağının dışında olduğunu iddia ediyorsun bir de utanmadan, değil mi?
– Dışında değilim. Sevmiyorum.
– Neyi seviyorsun ki zaten?
– Seviyorum bazı şeyleri.
– "Bazı şeyleri" de "bazen" seviyorsun herhalde?
– Hayır bazı şeyleri her zaman seviyorum.
– Mesela?
– Mesela falan yok. Burada durup sana sevebiliyor olduğumu kanıtlayacak hâlim de yok.
– Ürperiyor musun peki?
– 2000'li yıllara girdiğimizden beri hiçbir şey beni ürpertmeyi başaramadı.
– Bir şeylere şaşırıyor musun bari?
– Uzun zamandır, hayır.
– Ölmüşsün sen.
– Hani yasaktı?
...
Kâmil eve ayakkabıyla daldı. Kimse sesini çıkarmadı. "Hani yasaktı?" Annesiyle karşılaştı. Annesi ona lavaboyu işaret etti. Elini yıkaması gerektiğini anladı. Büyük ve düzensiz odada, babası kız kardeşine ders çalıştırıyordu. "Ses boşlukta yayılmaz kızım". "Ama Kâmil boşlukla konuşuyor". Kâmil, adını duyunca irkildi. Koşarak lavaboya kaçtı. Kapıyı kilitledi.
...
– Yeter, git başımdan.
– Gitmiyorum.
– Yine nereden kovuldun da benim başıma kaldın? Yoksa bana da mı ihanet edeceksin?
– İhanet mi? Toprağın ateşe üstün olduğu nerede görülmüş? Üstelik benim yaptığım şey, insanoğlunun yaptığının yanında, şövalyece dövüşmek gibi kalır.
– İyi, ben de yeniçerilerin torunuyum. Kuşan zırhını, cenk edelim. Bakalım bir tokattan fazlasına dayanabilecek misin?
– Zor olmalı.
– Neymiş zor olan?
– Büyükken küçülmek.
– Topraktan gelenin yine büyüme şansı vardır. Kül olmuş ateş canlanmaz.
– Görüyor musun? Seninki aklını laf oyunlarına kaptırmış. Adem'den beri hiç değişmediniz. İlerleyin diye elimden geleni yaptım. Hâlâ aptalsınız.
– Düşmanımızı yanlış tespit ettiğimizdendir belki.
– Kim olmalı esas düşman?
– Kendimiz.
– Bu büyük buluşun için seni tebrik ederim İvan. Ya da Adem, her neysen artık.
– Kâmil. Kâmil benim adım.
...
Annesi lavabonun kapısında bağırıyordu: "Aç şu kapıyı! Kâmil kime söylüyorum?" "Kâmil. Kâmil benim adım." Kilidi çevirmesiyle tiz perdeden yükselen azarın tepesine binmesi bir oldu. "Bu ne hâl? Ayakkabılarını çıkarmamışsın yine. Her taraf çamur olmuş. Üstün başın perişan. Elini de yıkamamışsın. Ne yaptın sen bunca saat burada?"
...
Kâmil bilmediği bir adrese, çok iyi bildiği bir telaşla gidiyordu. Yolda, cesedi lokantada yanmış bir adamla karşılaştı. Ona omuz atmamak için kenara çekildi. Kendisini sokak lambasına asmış bir başka adamla burun buruna geldi. Ne garip intihar biçimi diye düşündü. En sonunda bilmediği adresi buldu.
Kocaman girişi olan bir binaydı. Çevresi ve kapısı bu kadar heybetliyse, içeride kim bilir neler vardır diye geçirdi aklından. Fazla beklemeden açık kapıdan içeriye daldı.
Ufacık, tekgöz bir odadaydı şimdi. Tepede bazen yanıp bazen sönen bir ampul vardı. Dışı o kadar büyük binanın içi buncacık bir oda mıydı? Eşyaların sürekli yer değiştirdiği, seslerin yankılandığı bir oda. Duvarda çivilenmiş bir portakal dilimi vardı, suyu akmış, kurumuş ve betonu yapış yapış etmişti. Bu durumu o kadar iyi biliyordu ki, dokunmadan anladı. Yerlerde kırık parçalar vardı. Önce cam kırıkları zannetti, ayağını kesmesin diye dikkatli yürüdü. Ama hayır bunlar cam değil, kil parçalarıydı. Tezgahta sadece kirli bir bardak duruyordu. Ne içildiği anlaşılmasın diye üzerine su dökülmüş, sonra sineklere rahat bir mezarlık olmuştu. İdam edilmiş ölüler vardı. Asılmış iskeletler... Çirkin insan suretleri görüyordu her tarafta. Baktıkça çirkinleşen suretler... Damlatan bir musluk vardı. Ama su değil çamur damlıyor ağzından... Mona Lisa'yı bu musluğun üst tarafına yerleştirmişler. Hemen yanında bir piyano duruyor. Başında bir iskelet oturmuş, Dede Efendi'nin Ferahfezâsına tecavüz ediyor... Ölü mü yoksa diri mi olduğu yalnızca kuyruğunun hareketlerinden tespit edilebilen bir yılan olanca soğukluğuyla iskeletin kucağında oturuyordu.
Çirkin insan suretleri ve sesler. Bağırmaya çalıştı. Sesi çıkmadı önce. Sonra bir ayna buldu karşısında, sırlı bir ayna. Bağırdıkça çirkinleşti, çirkinleştikçe herkesleşti. Şimdi alkış sesleri duyuyor kafasında. Mutluluk! İnsan bu mezbeleliğin içinde nasıl mutlu olabilir? Huzur artık bir roman adı. Mona Lisa gülmeye başladı. Hareket ediyor iskeletler. Sesler gittikçe yükseldi ve yankılandı. "Çıkart" diyorlar, "neyin varsa". Üstüne baktı, çırılçıplaktı. Ama onlar bağırıyorlardı: Soyun.
...
"Soyun" diyordu annesi, "yine dışarıdan ne buldunsa getirmişsin". İyice bir banyo yapacak, temizlenecekti. Temizlenmek istemiyordu. Muslukla oynamak istiyordu. O muslukla oynarken, kafasından aşağı kaynar su döküldü.
0 Yorumlar