Fukuyama "tarihin sonunu" ilan ederken aceleci davranmıştı. Bu "akıllı" Amerikalının bir müddet sonra kabul ettiği hatasını, ondan evvel, bize haber veren tarihin kendisi oldu. Siyaseti ve kültürü idare edenler ise tarihin bu tavrını "biraz abartılı buldular".
Uzun müddet birbirine paralel ilerleyen siyaset ve kültür, bir türlü tek potada eriyemedi. Böyle bir çaba olduğunu, Platon'dan beri, biliyoruz. Fakat "birleşme" sağlanamadı. Yine de, siyaset yarınki kültürü; kültür bugünkü siyaseti etkilemeyi sürdürdü. Yakın zamanlarda ise çok daha ilginç bir durum meydana geldi: Oturmuş toplumlarda, siyasetin ve kültürün yönlendiricileri birbirlerinin içine geçtiler.
Siyasetin tedricen yıkıcı hâl aldığı bir dünyada bu durum tehlike arz ediyor. Siyaset (yani gittikçe gündelik karar almaya dönüşen şey) kültürü (yani insanoğlunun uzun zamanda ürettiği ve benimsediği şeyi) peşinden sürüklemeye başladı. Siyasetin uzun soluklu kararlar alabildiği dönemlerde, kültür zaten bu kararların bir parçasıydı. Hem araç hem de amaç olarak işlev görüyordu. Karar alıcılar kendi kültürel kodlarından besleniyor; ardından bu kodları dünyaya yaymaya çalışıyorlardı. (Bkz. "Kültür emperyalizmi")
1980'lerle birlikte dağılmaya başlayan bu hiyerarşik ilişki; Soğuk Savaş'ın bitişi ve yerine "ikna edici" savaşların konulamaması yüzünden parçalandı. Siyaset ve kültür farklı yönlere ilerlerken; garip bir tezat olarak, ikisinin de yönlendiricisi olanlar birleşti. Çünkü; başka bir kavram, bu ikiliyi tahtından etmek üzere öne atılmıştı: Teknoloji.
Bu kadar büyük kavramların, bu derece sorumsuzca karşı karşıya getirilmesinden bir fayda çıkmayacağı belliydi. Nitekim "yanılgı" çabuk anlaşıldı. Fakat sıkıntı tam buradan çıktı: Şimdi nasıl "birleşeceklerdi"? Üstelik her şeyin ayrıştığı bu çağda?
Ayrışma, üstünde durmamız gereken bir kavram; çünkü bizi her şeyin başlangıcına ve insanoğlunun esas düşmanına getiriyor: Doğa. İnsanoğlu doğadan uzaklaştıkça bir "şeye" dönüşür, sonra dönüştüğü "şeye" aşık olur, ardından ölür ve atomlarına kadar "ayrışır". (Zavallı Narkissos, kendisini türünün tek örneği zannediyordu.)
İnsanoğlunun, kendisini bilmeye başladıktan sonra, hiç durmadan tekrarladığı bir eylemi de sorgulayıcı bakışlarla doğayı izlemektir. Bu kombine seyircilik, bir müddet sonra izlediğini taklide dönüştü. Mesela kendisini sürekli yenilenmek zorunda hisseden teknoloji; durmaksızın kendini yenileyen doğanın taklididir. Bir ağacın uzun yıllarda yetişip, lezzetli meyveler vermesi fikri kültürün; tehlikelere açık başıboşlukla mücadele düşüncesi siyasetin taklit ettiği doğa özellikleriydi. Yine bu minvalde; bütün bu hikâyeden bir şeyler öğrendiğini zannedenler de sanat yoluyla doğanın öğretici gücünü taklide çalıştılar.
Durmadan sorguladığımız, aynı zamanda müthiş bir hayranlık beslediğimiz ama kucağına dönmekten "ölesiye" korktuğumuz doğa fikri; insanoğlunun asla aşamadığı düşüncelerdendir. Yukarıda saydığımız üçlü, yani siyaset, kültür ve teknoloji (isterseniz bunun yerine medeniyet de yazabilirsiniz), doğaya bakarak hizaya geçerler. Daha doğrusu geçerlerdi. Artık denge bozuldu, ölçü kayboldu ve ipler koptu.
"İplerin kopması" post modernizmi doğurdu. Yani, "dengesizliğin yeni denge" olduğu fikrini... Buraya kadar şaşırtıcı bir şey yok. Şaşırtıcı olan; ipleri koparanların "Biraz huzur yahu" diye bağırıp, insanlara bir şeyler dikte etmeleridir.
Politik Doğruculuk: Yeni Bir Ahlâk Teşebbüsü
Bir önceki yazıda konu edindiğim politik-doğruculuk, bu dikte edicilerin, başarısız olmaya mahkum, oyuncaklarından biridir. Bütün dünyanın iştirak ediyormuş gibi yaptığı ama hakikatte kimsenin umurunda olmayan bir ahlâk teşebbüsünden söz ediyoruz. Bu teşebbüsün başarısız olma sebebi de kendi içinde saklı: İnsanların diline müdahale ederek bunu kısırlaştırmaya çalışan politik doğrucular; dile kuvvetini veren zihinlerin karman çorman olmasıyla ilgili bir yorumda bulunmuyor, aksine, çok zorlanırsalar bu kakafoniyi övüyorlar. Günümüzde; insanoğlu saçmalayınca "zincirlerinden kurtulmuş" sayılıyor.
Asgari müşterek teşebbüsü olarak kafamıza kakılan politik doğruculuk; bu işe zihnimizi ikna edeceğine, dilimize ket vuruyor. İstediğini alamadığında tarihe saldırıyor, onu da yeniden yazmaya çabalıyor. Ama kafa karışıklığı sadece biz ölümlülere değil, politik doğrucu zihinlere de sirayet ettiğinden bocalıyor. Sıkıldığı oyuncağını balkondan atan çocuk gibi, tarihin içinde "beğenmediği" yerleri atıyor. Daha fenası bunu bir kültür hâline getiriyor. Yani bildiğimiz kültürün içini boşaltıp, yerine çakmasını koyuyor.
Lafın burasında, post modern feylesofların da pek sevdiği, Friedrich Nietzsche'ye pas atmak istiyorum. Dionysos'un öz evladı, Tragedya'nın Doğuşu'nda şöyle yazmıştı: "Bu kültürün ateşli ve böyle tekinsiz heyecanlanışının, açlık çekenlerin doyumsuzca uzanması ve besine doğru hamle yapmasından başka ne olduğunu soralım kendimize — ve yalayıp yuttuklarıyla doymayan ve en güçlü, en şifalı gıdayı bile dokunduğu anda "tarih ve eleştiri"ye dönüştüren böyle bir kültüre, kim hâlâ bir şeyler vermek ister?"
Gayet vazıh olan sorunun cevabı da o kadar açıktır: Hiç kimse.
Ölçü, yeni bir ölçü birimi bulunana dek, ortadan kaldırılmaması gereken şeydi. Züccaciye dükkanındaki filin bunu anlaması ise imkansızdı.
Ölçünün tuzla buz edilmesi yüzünden her şey atomize oldu. (Bkz. Kimlik politikaları; yerele, daha yerele giden siyasî söylem; kültürü ayrıştırıcı bir unsur olarak tanımlama ve kapitalizmin bayıldığı müşteri tipi: "En özel" olduğuna inanmış insan.)
Atomlarına ayrışma parçalanma demektir. Bu, Nietzsche'nin de çok istediği, bir "doğaya dönüş, ona tabi oluş" parçalanması değildir. Buradaki parçalanma; insanoğlunun ezeli düşmanını da kendisiyle birlikte yok etme teşebbüsüdür: Kıyamet.
Kıyametin eşiğinde, bulutların görüş açımızı daralttığı, büyük bir sis kütlesinin gözümüzün önünü bile kapattığı bu anda; sorulması gereken soru şudur: Bu uğursuz gecenin sabahı yok mu? Cevabım net bir "evet" değil, ama hikâyenin önceki fasıllarına, yani bugün iğdiş edilmek istenen tarihe, müracaat edersek bize şöyle dediğini duyacağız: "Neden olmasın?"
"Bu Bir Demdir, Gelir Geçer"
2. Dünya Savaşı'ndan sonra dünyanın efendisi olan ABD, köksüz bir yükselişin hikâyesidir. Yeni efendinin dünyadaki siyaset trendini (demokrasi) ve hakim kültürü dikte etmesi Avrupa tarafından tepki almadı. Çünkü; Amerika'nın tersine, "çok köklü" olan eski kıta, köklerin üst üste binmesi yüzünden az daha dünyayı yok edecekti. (Üstelik iki sefer.) Avrupa'nın uzun müddet söyleyecek lafının olmaması, ABD'nin bütün dünyayı "köklerinden arındırma" düşüncesine kuvvet verdi. Fakat bir zamandır Amerikan akademisinde "Amerika'nın biricikliği" tezi yeniden revaç bulmaya başladı. Bu içe kapanışın ve vazgeçişin Amerikan aksanlı İngilizceyle ifadesidir. (Meraklısı "Türkiye'nin biricikliği" tezlerinin yayınladığı zamanla, Türk siyasetinin ve Türk kültürünün bugünkü durumunu mukayese edebilir. Daha evvel "İptal Kültürü"nden bahsederken yazmıştım: Amerika, tombul Türkiye olma yolunda ilerliyor.)
Küskün Amerika'nın yeni ahlâk teşebbüsü önerme hevesi, şimdilik, ortadan kalktı. Bunun bir sebebi, yukarıda değindiğim politik doğruculuğun, modernize edilmiş engizisyon gibi insanların tepesine binmesiydi. Bir diğeri ise, küreselleşmenin hemen şimdi yaşanacağı ve bu sürecin sonunda bütün dünyanın "kocaman bir Amerika'ya" dönüşeceği iyi niyetiydi. Sonuçta ikisi de başarısızlığa uğradı. Bir müddet politik doğruculuğun ölmesini bekleyip, yeni ahlâk iddialarını o zaman meydana sürecekler diye düşünüyorum - tabii inandırıcılığı ne kertede sağlayabilirler, orası ayrıca tartışılır.
Görmenin En Güzel Yolu
Tarihi Kurmak'la doğrudan alâkalı olmayan bu uzun girizgahı "peşrev faslı" olsun diye yazmadım. Her şeyi ve herkesi yerli yerine koymamız gerektiğini hatırlatmak için kaleme aldım. Dünya'yı tanımak denilen muhteşem işi "kendi gözlerimizle" yapmamızın gerekliliğini ifade etmek amacıyla yazdım.
Karar alma mekanizmalarını çoktan aşarak maarife dâhi sirayet eden aşağılık psikolojisi yüzünden sağımıza solumuza bakamaz hâle geldik. Bütün ülke akşam beşte işten çıkıp bir an önce eve ulaşmak ümidiyle metroya koşan memurlara döndü. Herkesin acelesi var, kimsenin tahammülü yok ve en kötüsü, en iğrenci ve tahammül edilemez olanı; herkes her şeyi kabullenmeye hazır. Bunun en önemli sebebinin tahrifata uğraşmış kültürümüz olduğunu düşünüyorum.
Ayrıca uzun burunlarını kıvıran kimliksiz "Türk aydınları" da millete yönünü şaşırtmak için elinden geleni yapıyor. Kendi kafa karışıklığını topluma teşmil etmek, huzursuzluğunu dayatmak ve daima hakir gördüğü, asla inanmadığı ve sevmediği bir millete "yol gösterici" olduğunu iddia etmek... Bunlar affedilmez günahlardır. Aynı zamanda, en azından mühim bir kısmı için, düzeltmek imkânı olmayan hatalardır. Bu yüzden bunlara ancak bir paragraf ayırabildik.
Nasıl?
Basit bir gerçek vardır: Kendisini tanımayan açığa düşer. Kendimizi tanımazsak açıkta kalırız. Burası ne söylendiğini veya nasıl söylendiğini değil; kimin söylediğini önemseyenlerin ülkesidir. Bunu bir eleştiri olarak da almamak gerekir. Bu, budur. Her şeye rağmen meraklı, öğrenmeye aç ama bütün bu merakını ve öğrenme açlığını "hızlıca" kapatmak isteyen bir milletiz. Bu yüzden araya kaynayan hatalı unsurların makineyi durdurması kolay oluyor. Buna müsaade edemeyiz.
Tarih, tek başına, hiçbir şeyin cevabını vermez. Hatta çoğu olayın neden olduğunu bile açıklayamaz. Tarih; sorular ve yorumların toplamıdır. Doğru soruları sorarsak, nitelikli yorumlar elde ederiz. Bu kadar. Bunu bir kritik veya daha kötüsü aşağılama olarak almayın. Aksine bizim tam da ihtiyacımız olan şeydir tarihin yapabildikleri: Doğru sorular, çeşitli ve nitelikli yorumlar. Bu kabulden hareketle, esas tartışma sahasını tespit etmiş oluyoruz: Hangi soruları soracağız? "Falancanın devrinde böyle bir şey olmuştu, filanca memleketi sattı, berikisi zaten haindi..." paradoksundan kendimizi hızlıca çıkarmalı, üstümüzü başımızı silkeledikten sonra bu tartışmaya başlamalıyız. Evet, tarihe hangi soruları soracağız?
Post-modernin hakikat düşmanı dünyasında ısrarla hakikati aramak zorundayız. İllüzyona inananlar hakikatin aşıldığını zannederler. Oysa burası "kesin ip var" diyenlerin memleketidir. İyi ki öyledir!
Kimi zaman felsefenin sınırlarına dayansak da, meseleleri daraltma pahasına, esas konuya değinmeyi başardım zannediyorum. Bu yazıda ele aldığım meseleleri, tarihe hangi soruları sormamız gerektiğini vb. farklı yazılarda tartışmayı sürdüreceğim.
Tarihi Kurmak serisine gelince; iki yazı sonra bitirmiş olacağız. 10. yazı, bütün seriyi toparlayan bir final niteliğinde olacak. 9. yazıda ise; Kemalizm, Muhafazakârlık ve Millî Tarih konularına dalacağız.
0 Yorumlar