Bir milleti, "millet" yapan hasletlerin en başında dil gelir. Dolayısıyla Türk milletinden bahsediyorsak; Türkçe konuşan, Türkçe dinleyen, Türkçe okuyan, Türkçe yazan, Türkçe rüya gören insanlardan bahsediyoruz demektir.
Dilimiz üzerinde ahkâm kesmeden önce, onun tarihini iyice bilmemiz gerekmektedir. Hatta daha ileri giderek şunu söyleyebilirim ki; Türkçe'nin tarihini öğrenmek, Türkiye'nin siyasi tarihini öğrenmekten öncelikli bir iştir.
Ne zamandır Türkçe üzerine bir şeyler yazmak istiyordum. Türkçe'den bahseden birçok muharririn yazdıklarını da okudum. Fakat bu dil üzerine ahkâm kesen çok az insanın dilin tarihi hakkında laf ettiklerini gördüm. Bu yüzden bugünkü yazıyı, fazla ayrıntıya girip kafa karışıklığına meydan vermeden, Türkçe'nin tarihi meselesine ayırdım. İmkân buldukça "dil yaremiz" hakkında yazmayı sürdüreceğim. Ama önce "kitabelerde ihtişamını yaşayan" maziye uzanıp, bir numaralı anlaşma vasıtamızın gelişimini gözden geçirelim.
Eski Türkçe (7-12. Asır)
Genel anlamıyla Türkçe'nin teşekkülü milattan önceki asırlara, kimi dilciler tarafından Sümerlere kadar çıkarılsa da, yazı dilimize dair şu ana kadar bulunmuş en eski kaynak Çoyr Yazıtı'dır. 687-692 tarihleri arasında dikilmiş bu en eski Türk yazısı oldukça kısadır.
Eski Türkçe'nin mütekâmil örnekleri ise Orhun Abideleri'dir. 725'te Tonyukuk, 732'de Kül Tigin ve 735'te Bilge Kağan adına dikilen bu yazıtlar, Kök Türk Devleti'nin ikinci dönemine denk gelmektedir. Çoyr Yazıtı ve Orhun Abideleri'ni mukayese ederek şu sonuca ulaşabiliriz: En aşağı 7. yy'dan itibaren bir yazı dili olan Türkçe, 8. asırdan beri kendisini ifade kuvvetine sahip, kuralları oturmuş bir dildir. Dolayısıyla Türk yazı dili derken, 1300 yıllık bir olgudan bahsediyoruz demektir.
Eski Türkçe, Kaşgarlı Mahmud'un da yazdığı dil olduğundan, kimi eserlerde "Kaşgar Türkçesi" veyahut "Hakaniye Türkçesi" isimleriyle geçmektedir. Daha sonrasında ayrı kollara bölüneceğini göreceğimiz Türkçe'nin bu en eski şeklini; bütün Türkler tarafından kullanılması ve Türkçe'nin esaslarını belirlemesi sebepleriyle Eski Türkçe diye adlandıran dilciler çoğunluktadır. (Başta, bu yazıyı hazırlarken fazlasıyla istifade ettiğim, Muharrem Ergin, Osman F. Sertkaya ve Ahmet B. Ercilasun bu fikirde birleşirler.)
Türkçe'nin Kollara Ayrılması: Batı Türkçesi, Kuzey-Doğu Türkçesi (13.yy)
Türkistan'da yaşayan Türklerin mühim bir kısmı, 13. yüzyılla beraber, batı ve kuzey istikametlerine doğru göç etmeye başladılar. (Bunlar Türk tarihinin ilk göçleri değildir. Ama yazı dili meydana geldikten sonra gerçekleşen kitlesel anlamdaki ilk göçlerdir.) Doğal olarak Türklerle birlikte Türkçe de yayılmaya başladı ve farklı kollara bölündü. Anavatanda kalan Türklerle, Deşt-i Kıpçak'a göçen Türklerin konuştuğu ve yazdığı Türkçeye Kuzey-Doğu Türkçesi; batı cihetinde ilerleyenlerin kullandığı Türkçeye ise Batı Türkçesi ismi verildi.
13 ve 14. yy'da Eski Türkçe'nin doğrudan mirasçısı olan Kuzey-Doğu Türkçesi, 15. yy'da kendi içinde ikiye ayrıldı: Türkistan'da konuşulanı Doğu Türkçesi, kuzeydeki bozkırda konuşulanı ise Kuzey Türkçesi ismini aldı. Kuzey Türkçesi zamanla bugün kullanılan üç lehçeye evrildi: Kazakça, Kırgızca ve Tatarca.
Timur zamanında en parlak devrini yaşayan Doğu Türkçesi veya diğer adıyla Çağatay Türkçesi ise bugünkü Özbekçe'nin atası olmasının yanında; başta Ali Şir Nevayi'nin yazdıkları ve birçok muharririn çabaları sayesinde, uzun yıllar Doğu Türklerinin kültürel birliğine ve gelişmesine hizmet etti.
Batı Türkçesi
Çoğunlukla Oğuz Türkleri tarafından kullanıldığı için "Oğuz Türkçesi" olarak da bilinen Batı Türkçesi, Selçuklulardan bu tarafa devam eden ve bizlerin de bugün konuşup yazdığı Türkçe'dir. Türkçe'nin en fazla üretim yapılan kolu olan Batı Türkçesi; Hazar Denizi kıyısından Rumeli'ye kadar konuşulur ve yazılır. Bugünkü Türkmence, Azerbaycan Türkçesi ve Türkiye Türkçesi; Batı Türkçesi'nden evrilmişlerdir.
Batı Türkçesi'nin Safhaları
Türklerin göç ettikleri yeni coğrafyalarda etkileşime geçmeleri, İslamiyet'in kabulü ve dolayısıyla İslam Medeniyeti havzasına girilmesi, dilin yoğun bir Arapça-Farsça tazyike tutulması gibi sebeplerden ötürü Batı Türkçesi üç safhaya ayrılarak incelenir. Bunlar; Eski Anadolu Türkçesi (13-15. yy), Osmanlıca (16-20. yy) ve Türkiye Türkçesi'dir. (20. yy-...)
Eski Anadolu Türkçesi (13-15. yy)
Eski Türkçe'nin yeni coğrafyada devamı ve aynı zamanda Batı Türkçesi'nin kuruluş devridir. Dolayısıyla Osmanlıca ve bugün kullandığımız Türkçe'den ciddi farklılıkları vardır. Arapça ve Farsça unsurlar ilk defa bu dönemde dile sirayet etse de, henüz azınlıktadır. Yabancı tesir bilhassa nazım (şiir) sahasında görülür; buna karşılık bu dönemin nesri (düz yazısı) temizdir. Türkçe'nin cümle yapısı korunmuştur. Selçuklular, Anadolu Beylikleri ve Osmanlı'nın ilk dönemini kapsayan bu devir, İstanbul'un fethedilmesi münasebetiyle imparatorluğa dönüşen ve artık "yeni bir dille" yazmaya başlayan Osmanlı'nın yarattığı Osmanlıca vasıtasıyla, kapanmıştır.
Osmanlıca (16-20. yy)
Gramer bakımından bugünkü dilin neredeyse aynı olan Osmanlıca, bu özelliği nedeniyle Eski Anadolu Türkçesi'nden ayrışır. 16. yüzyılın ortalarından itibaren şimdiki yapısına kavuşan dilbilgisi kuralları, bize beş asırdır aynı gramere sahip olduğumuzu söylüyor.
Osmanlıca'nın iç yapısında vaziyet böyleyken; dış yapısı açısından, yani yabancı unsurlar bakımından, Türkçe'nin Arapça ve Farsça karşısında boyun eğdiğini görüyoruz. Bu devirde isim cinsinden kelimelerin neredeyse tamamı Arapça ve Farsça terkiplere terk edilirken; Türkçe varlığını fiiller vasıtasıyla sürdürmeye çalışmıştır. Ama, M. Ergin'in ifadesiyle, "fiiller de bu istiladan yakasını kurtaramamış", Arapça-Farsça kelimelere Türkçe yardımcı fiiller takılarak birleşik fiiller türetilmiştir. İş o hâle gelmiştir ki; dilin temeli olan cümle yapısı bile esaslı darbeler yemiştir. Zaten Türkçe'nin bu döneminin "Osmanlıca" ismiyle anılmasının da sebebi; yazı dilinin Arapça, Farsça ve Türkçe'nin kırması bir meleze dönüşmesidir.
Bu dönemde edebî nesirlerin dili, adeta Türkçe'yle alakasız denilecek kadar bize uzaktır. Osmanlıca'nın ilk dönemine nispeten sade bir yapıda giren nesir, zaman geçtikçe neredeyse Türkçe'nin dışına çıkmıştır. Nazım dili ise dönemin başında "edindiği" yabancı unsurları aynen muhafaza etmiş, bunların ne artmasına ne de azalmasına izin vermiştir. Bu sayede, önceleri nesir diline göre daha ağırken, sonradan sade kalmış; Türkçe, var olma mücadelesini şiir sahasında vermiştir. Yine bu yüzdendir ki; nesir kendisini kısa zamanda istila eden unsurları yine kısa bir zamanda kovarken; nazım uzun zamanda, adeta bir alışkanlık haline getirdiği unsurları, daha uzun ve zorlu bir safhanın ardından temizleyebilmiştir.
Klasik Edebiyatımızda mananın beyit dışına taşmaması bir beyit = bir cümle işlemini dayatmış; bu sayede Türkçe'nin cümle yapısını muhafaza etmesini sağlamıştır. Tanpınar'ın "iç kale san'atı" dediği şiir, hakikaten üzerine düşeni yapmış ve sentaksı korumuştur.
"Buna karşılık Osmanlı nesrinde Türk cümlesi tam bir perişanlık içindedir." (M. Ergin) Nesrin serbestliği başıboşluğa dönüşmüş, cümleler uzamış, unsurlar birbirine girmiş, sözcükler yanlış bağlanmış ve sonuçta peş peşe dizili kelimeler cümle olma vasfını kaybetmiştir. Yazıcıların Türkçe'ye hassasiyet göstermemesi durumu tamamen kontrolden çıkarmıştır. Fakat Tanzimat'tan sonra toparlanmaya başlayan yazı dili, hızla özüne dönmüştür. (Bu süreci başlatan yazılardan en mühimi Ziya Paşa'nın Şiir ve İnşâ makalesidir.)
Osmanlıca'nın "ağdalı" dönemi 17. yy'dan 19. yy'ın ortasına kadar sürmüş, Tanzimat'la başlayıp Meşrutiyet'e kadar devam eden devredeyse dilin üzerindeki koyuluk yavaş yavaş kaybolmuştur. Osmanlıca'nın (ve aslında Osmanlı'nın) son asrında dil sür'atle temizlenmiş ve Türkiye Türkçesi devrine geçilmiştir.
Türkiye Türkçesi (20. yy -...)
1908 Meşrutiyet'inden hemen sonra başlayan ve Cumhuriyet'in ilanıyla beraber esas ritmini bulan Türkiye Türkçesi; macerasına sağlam bir nazım ve nesir diliyle başlamıştır. (Türkiye Türkçesi döneminin işaret fişeğini çakan yazı, Ömer Seyfettin'in Ali Canip'e Mektubu'dur.)
Cumhuriyet'in ilanına kadar, Osmanlıca unsurlar ciddi bir temizliğe tabi tutulmuş, Türkçe bütün güzelliğiyle ortaya çıkmıştır. O dönem ve hatta bugün de dilimize dışarıdan girmiş bazı kelimeler tedavüldedir. Fakat bunlar Türkçe'nin cümle yapısını bozmadıkları takdirde dile zarar vermezler. Esasen asırlardır kullandığımız ve kendi söyleyiş ve yazış şeklimize uydurduğumuz kelimeleri kovalamak dile zararlıdır. Burada Ziya Gök Alp'ın şu formülünü hatırlatmak yerinde olacaktır: "Türkçeleşmiş, Türkçe'dir."
Ergin'in ifadesiyle "Türkiye Türkçesi terkipsiz Türkçe'dir." Bütün istila teşebbüsleri sonunda defedilmiş ve düşmanlar, tıpkı Kurtuluş Savaşı'nda olduğu gibi, kapının önüne konulmuştur. Ahmet B. Ercilasun'un da işaret ettiği gibi, 1910-1930 arası dönem Türkçe'nin altın devridir.
Kültür merkezi olan İstanbul'un konuşmasını kendisine esas alan Türk yazı dili, konuşma diline yaklaşmış ve sade, öz tadını bulmuştur. Yazı ve konuşma dilleri arasındaki farkın "en aşağı bir derecede" bulunduğu dilimizin ifade kuvveti, 1928'de yeni harflerin kabulüyle daha da artmıştır.
Bir dönem sun'i bir dil yaratma hevesiyle "tasfiye edilmek" istenen dilimiz bu tehlikeyi de atlatmış, şu anda özenti ve iğreti "İngilizce kırması Türkçe" saldırısıyla boğuşmaktadır. Türkçe'nin geçmişini, bu kısacık yazıdan bile olsa, öğrenenler bu saldırının da bertaraf edileceğini kolaylıkla tahmin edeceklerdir. Tabii tek bir şartın yerine gelmesiyle: Bizlerin bu dili sevmemiz ve onu bütün imkanlarıyla kullanmaya gayret etmemiz şartıyla...
(Konu hakkında daha fazla malumat edinmek isteyenlere bilhassa Muharrem Ergin'in Türk Dil Bilgisi ve Ahmet B. Ercilasun'un Türk Dili Tarihi kitaplarını tavsiye ederim.)
0 Yorumlar