Devamlılık Şuuru


Herhangi bir teknoloji şirketi için Türkiye kadar güzel bir pazar bulmak imkânsızdır. "Yeni" sıfatı taşıyan her şeye inanılmaz bir merakla sarılan milletimiz, mevzu teknolojik gelişme olduğunda tam saldırı pozisyonuna geçiyor. Eğer yeni olan şey bir cihazsa derhâl tedarik ediyor, hayır bir uygulamaysa hemencecik "indiriveriyor". Kısa sürede çevresine yayıyor ve bulduğu açıkları da şirkete bildirmekten geri kalmıyor. Üstelik bütün bunları yaparken kişisel verilerini özgürce paylaşmaktan da çekinmiyor. 

Teknoloji şirketleri, normalde bu işi yapmaları için farklı şirketlerle çalışıp, örnek gruptaki insanlara ve değerlendirme yapanlara dünya kadar para saçarlar. Biz bu işi hem bedavaya hem de çok daha kalabalık topluluklar hâlinde yapıyoruz. 

Bu iyi mi yoksa kötü mü bunu bugün tartışmak istemiyorum. Ben yeniye olan sevdamızı ve buna bağlı olarak kendimizi "çok özel" hissetme meselemizi mevzu edeceğim. 

Sürekli yeniye koşmak eskiyle arayı açmış olmayı gerektirir. Dahası, bugün sürmesine rağmen, kökü geçmişe dayanan olguları da inkara kalkar. "Sürekli yenilik"; devamlılık fikrini bugün ve yarında bulup, geçmişi oyunun dışına atar. 

Bir topluluğun kendisini "çok özel" hissetmesi şaşılacak durumlardan değildir. Çünkü insanı bir topluluğa çeken şeylerin başında manevi tatmin gelir. "Çok özel" olmak, manevî tatmin sağlar. Fakat bir memleketteki irili ufaklı bütün topluluklar ve bunların mensupları, üstelik aynı anda, kendilerini "özel" hissediyorlarsa, orada bir problem vardır. Bu problem ya normale dönülerek, yani özel olma iddiasından vazgeçerek; veyahut gelecekte özel olma ihtimalini, yani hayalleri feda ederek çözülür. Hayallere veda etmek, geleceği görüş açısının dışına atar. Böylece insan bugüne hapsolur. 

Türkiye, dünyanın birçok memleketi gibi, bugüne hapsolmuş durumdadır. 

Bu kısır döngüden çıkmanın yolu bellidir. Devamlılık şuuru kazanmak. Fakat verili hâlde, bu şuurun önünde iki basit itiyad yer almaktadır: Ezbercilik ve kendi fikrine aşık olma. 

Ezbercilik

Türk toplumu ne üzerinde ayakta duruyor diye sorulsa; kimisi din der, kimisi devlet, kimisi başka bir şey... Bence, aşkla sarıldığımız ezberler üzerinde ayakta duruyoruz. Ezberlerimiz bizi emin kılıyor. Böylece memnun oluyoruz. Vaziyetinden memnun olan insanlar esneklik göstermezler. Aksine "ötekilerin de" kendilerine ayak uydurmasını talep ederler. 

Bir kısım Sünniler, Alevilerin "mum söndüsünden" gayet emin; bazı Aleviler bütün Sünnilerin onları "kesmek" için beklediğinden emin; solcular kendileri haricinde herkesin emperyalizme köpeklik ettiğinden emin; milliyetçiler onlardan gayrı cem-i cümlenin vatan haini olduğundan emin; İslâmcılar sürekli yok edilecekleri tehdidinin varlığından emin; laikler yobazların onları yakacaklarından emin... Maşallah herkes "ötekinin" kötü olduğundan emin. 

"Birbirinden emin olmak", böyle bir şey olmasa gerektir. Ezberlerimiz, üstelik kültür ve gelenekle doğrudan bir ilgisi bulunmayan ezberlerimiz, bizi diğerlerinin kötülüğünden emin kılıyor. Hâlbuki, klişe olması pahasına tekrarlamaktan kaçınmayacağım, yüzlerce yıl birlikte yaşamayı becermiş bir toplumdan bahsediyoruz. Uzun zaman evvel millet olmuş, kuvvetli bir dil ve kültüre de sahip fakat ezberlerini aşamıyor. 

Bunun sebebi "konuşamıyor" oluşumuz değil, fazla konuşmamızdır. Ötekinin hayatına teklifsizce burnunu sokan herkes, haddini bildiren cevabı yer yemez, düşman kesiliyor. Sonra da müttefik aramaya başlıyor. Varlığını, "ötekinin kökünü kurutmaya" adayanlar bir süre sonra topluluk hâlini alıyor. Kuruluşu itibarıyla "anti" olan bir organizasyonun kendisini özel hissetmesi işleri üzücü noktalara taşıyor. Yukarıda saydığım temel dinî ve ideolojik ayrımlarımızın yanına, bunları da eklemeliyiz. Örnek vermeye gerek görmüyorum, sağa sola bakarsanız böyle birçok topluluk görebilirsiniz.

Her şeyi ortadan ikiye bölmeyi başaran milletimiz, bu yeteneğini ezbercilik kavramı üzerinde de göstermekten çekinmiyor. Bu yüzden iki tip ezbercilikten bahsetmek gerekiyor: belirli bir yaş grubunun üzerinde "içeriye karşı" ezberler kuvvetliyken; gençler "dışarıya karşı" ezberleri tekrarlıyor. En büyük düşman olarak Alevileri kabul eden hasta Sünni bir babanın, Alevileri çok da önemsemeyen ama Amerika'ya aşık olan rahatsız oğlu gibi örneklere rastlayabiliyoruz.

Ezbercilik tek başına büyük bir problem değildir. Sıkıntı, bu ezberlerin sürekli tekrarlanarak saçma fikir terkiplerine dönüşmesidir. 

"Ezberine Aşık Olmuşsa Bir Millet..."

Herkes "kendi" fikrine aşık olursa, düşünceden bahsetmek imkânsızlaşır. Fikirler muhakkak duygusuz olmazlar. Her fikir içinde mebzul miktarda duygu barındırır. "İçinde" barındırır diyorum, çünkü bütün halindeki fikir, yani artık çalışmaya başlamış fikir, duygularla savunulamaz. Oysa ezberlerimize tapmaya başladığımızdan beridir, biz savunuyoruz. 

Her Türk'ün kendine ait bir sözü vardır. Ama sadece bir sözü vardır. Yine her Türk'ün kendine has bir fikri vardır. Ama bu da bir tanedir. Birçok yetenekli yazar bir konuya saplanıp kalma ve onu harcamama histerisiyle harcanır. Halbuki birincisi en kötüsüdür. Esas hikâye ikincisiyle başlar. İlk fikir bir terkip bile değildir. Toplamadır. Kişioğlu kafasındaki ilk ampul yanana dek biriktirdiği ne varsa, bu "toplama şeyin" içine atar. Buna mezbele denilebilir, çöplük denilebilir, hastalık denilebilir ama düşünce denemez. 

Ezberlerimize düşünce muamelesi yapmamız düşünceyi ortadan kaldırıyor. İnsan düşünemedikten sonra çok bir işe yaramaz. İlk dedelerimiz ağaç tepelerinden inmeden evvel sağa sola göz atmayı "düşünmeseydi", işler farklı şekilde gelişirdi. Ya da ateşi, tekerleği, yazıyı, elektriği, buharlı motoru vs. "bulmak" için aklını kullanmasaydı, şimdiki rahatımızın ve "çok özel" olma hâlimizin hayalini bile kuramazdık. 

Ezberleri fikir zannedersek, ihtiyaçları ıskalarız. "Ezber fikir" geçmişi değiştirmeden bugüne taşıdığı için, paradoksal biçimde, geçmiş fikrini öldürür. Üstelik "ayak uydurma" özelliğini de zedeler. Dolayısıyla gelişme durur. 

Pekâlâ, çözüm nedir? 

Devamlılık

Bir şeylerin devam ettiği düşüncesi kafalara nakşolmazsa, insanoğlu yaptığı çoğu hareketine bir mana bulamaz. Bunların başında yaşam ve ölüm gelir. Kendisinden önceki tecrübeleri inkâr eden insan, Allah'ın her günü Amerika'yı keşfe çıkar, yolda gördüğü her Yahudi'yi Hz. İsa'yı çarmıha gerdiği için tokatlar. Tecrübe insanın düşünmesine yardımcı olur çünkü yalnızca duygusal tepkiler vererek harekete geçmenin yanlışlığını öğretir. 

Yarın yoksa, bugün kıyamet demektir. İnsanoğlunun yaptığı birçok eylem, "yarın da" sürsün diye, "yarına" kalsın diye yapılır. Gelecek umudu ortadan kalkarsa, her şey anlamsızlaşır. Her şey, kalan saatleri şımarıkça değerlendirme oyununa döner. 

Çin virüsünün tesirlerini ilk defa gösterdiği zaman, bu virüse yakalandığı için karantinaya alınan yaşlı bir adamın kaçışını hatırlıyorum. Polisler fazla uzaklaşmadan yakalamışlardı. Fakat adam hiç beklemedikleri bir tepki verdi, polislere ve çevredeki her şeye tükürmeye başladı. Belli ki, ben öleceksem her şey yok olsun, diyordu. Yaşlı adamın tecrübe kavramını tecrübe etmediğini, yarın yoksa herkese hastalık bulaştırmayı kendisine hak gördüğünü anladık. Bu şımarık oğlanın hayatta olup olmadığını bilmiyorum. Fakat yaşıyorsa da bir gün ölecek, bunu biliyorum. 

İnsan ölüm fikrini yalnız başına düşünür, topluluk hâlinde benimser. Şimdilerde fakirlik kavramıyla eş tutulan "garibanlık" da öyledir. Gariban olduğunu yalnızken idrak eden insan, kalabalıkta bu bilgiyi sınar, sonra da hazmeder. Bütün bunlara rağmen neden yaşar? Çünkü hiçbir şeyin aynı kalmadığını bilir. İnsan nasıl dört ayağı bırakıp iki ayak üzerinde durmaya başladıysa, bu sürecin de bir sonu vardır. Her son yeni başlangıçları içinde taşır. Zaman bütündür. Dün-bugün-yarın diye bölmektense, olduğu gibi kabul etmek işleri fazlasıyla kolaylaştırır. 

Aristoteles, Poetika'sında öykü bütünlüğünden bahsederken bir anda konunun çok üzerine çıkan şu hikmeti savurur: "Çünkü, varlığı yahut yokluğu fark edilmeyen bir şey, bir bütün'ün parçası olamaz." Kendisini "çok özel" hisseden kimse için de aynı şey doğrudur. 

Bu zamana kadar tartıştığım şeylerin hülâsası ve "sonuç bildirgesi" şudur:

Hem geç kalmış hem acele ediyor, hem yenilikçi hem muhafazakâr... Bu Türkiye'nin fotoğrafıdır. Fakat Türkiye fotoğraf kareleriyle anlaşılamaz bir ülkedir. Fikir edinmek için; bu karelerin belirli bir hızda yan yana dizilmesi, yani sinema gerekir. Kesilen sahneleri de hesaba katarsak, ortada kurgusuz bir kurgu buluruz. Yine de 90 milyona yaklaşan nüfusu, bin senelik devlet varlığını, tarihi, coğrafyayı, kültürü ve teknolojiyi hesaba katmadan bu filmi anlayamayız. Tanpınar "evlatlarına kendisinden başka bir uğraş vermiyor" diyordu Türkiye için. Belki de bunu illa olumsuz almamak gerekiyor. Yani Türkiye o derece derin ki, kavramaya kuvvetimiz yetmiyor diyebiliriz.

O zaman şu hain soru kafamıza saplanır: Anlamak için ne kadar uğraşıyoruz? Eğer uğraşmıyorsak, anlama ihtiyacımızı nasıl gideriyoruz? Basit yöntemlerle: Evvela ezber ederek, peşine bu ezberleri fikir zannedip aşık olarak... Bu da bizi işin temelindeki "neden" sorusuna getiriyor. Evet neden salt ezbercilikle vakit öldürüyor, büyük odadaki duvara sallapati asılan tek ampulle her şeyi görmeye çalışıyoruz? Çünkü bizden öncekilere itimat etmiyoruz. Daha fenası onları tanımıyoruz. Öncekileri aklımıza getirmediğimiz için, sonrakileri de hesaba katmıyoruz. Dolayısıyla yaşadığımız çağa hapsoluyoruz. Bunu kırmak için, yine Tanpınar'a referansla "devamlılık" fikrini şuur hâline getirmemiz gerekiyor. Çevresindeki milletlerden en büyük farkı "unutabilme" hasleti olan Türklerin, bir de devamlılık fikrini tedavüle sokabilirlerse, sorunlarının mühim kısmınının çözüleceğini düşünüyorum.

Hatta buna inanıyorum. 


Yorum Gönder

0 Yorumlar