Şubat 2021'de "İnsan Neden Yazar?" başlıklı bir deneme yayınlamıştım. Hâlen Tetebbûların en çok okunan yazılarından olan bu denemenin, yakın zamanda yine çok fazla alâka görmesinden ilhamla bu sefer farklı bir konuyu deşmeye karar verdim: İnsan kimin için yazar?
Kimin için sorusuna ulaşmak amacıyla başka bir soruyu cevaplamamız gerekiyor: İnsan ne yazar? Şiir mi, hikâye mi, deneme mi? Destan mı, roman mı, tiyatro mu? Yoksa türlere takılmadan aklına geleni mi yazar?
Burada bir ayrım yapmamız gerekiyorsa - ki gerekiyor - "aklına her geleni" yazanla, yazdıklarını belirli bir üslûba dayandıran dolayısıyla "düşünerek" yazanlar arasında yapmalıyız. Aklına geleni yazanların kimin için yazdıkları sorusunun cevabı zaten yazdıkları "şeyin" içindedir. Öyle gizli saklı filan değil, apaçık, alenî bir biçimde muhatabı kayda geçirirler. Bu yüzden bunların kimin için yazdığı bir soru değil, olsa olsa sorundur. Bu bahsi Cemil Meriç'in sevdiğim bir sözüyle kapatıyorum: "Aklına her geleni yazmak, yazı yazmak demek değildir."
Gelelim düşünerek yazanlara... Burada bir ayrım daha yapmamız gerekiyor. İnsanoğlunun yazdıklarını değerlendirmeye başladığı çağlardan, yani adına eleştirmen denilen Allah'ın belası yaratığın insan vücuduna sızdığı zamandan,
itibaren yaptığı bir ayrımdır bu: Nazım ve nesir. Nazım yani şiir; çok şeyi hem az hem de öz söyleme sanatıdır. Nesrin derdi ise çok şeyi çok boyutlu ifade etmeye çalışmaktır. Dolayısıyla nesrin öz söyleme gibi bir derdi varsa da, az söyleme diye bir meselesi yoktur.
Hem şiir hem de düzyazı kelimelerle kurulur. Az veya çok kullandıkları şeyler, kavramları karşılamaya çalışan kelimelerdir. Şiir çoğunlukla kuvvetli kelimelerin peşindedir. Nesir ise aksine kuvvetsiz kelimeleri biraraya getirip güçlü yapılar kurmaya yapmaya çalışır.
Şiir çoğu zaman imgeler üzerine kurulur. Bu imgeler ya şair tarafından yaratılır veya bir başka şairin yarattığına şirk koşulur. Ama ne zaman ve kim tarafından yaratıldığı meselesinden çok, tekrar edilememesi durumu bizi alâkadar eder. Çünkü sürekli aynı imgeyi tekrar ederek şiir yazılamaz.
Düzyazıda da çoğu zaman imge kullanılır. Üstelik tek bir imgeyi daima tekrarlayan yazılar da yazılabilir. Burada üslûb önem taşır. Kendini değil ama yalnızca imgeyi tekrar ediyorsa, yazarın "büyük" olduğuna hamledebiliriz.
Fakat şiirde tek seferlik olanın düzyazıda çok sefer kullanılması birini ötekinden üstün kılmaz. Yukarıda değindiğim gibi, bu durum birinin "az ve öz", ötekinin "çok boyutlu" anlatma hevesiyle örtüşür. Peki bu neden böyledir?
Az sayıdaki insanın, yazılı hiçbir kayıt olmadan; hoş vakit geçirmek, geçmişi yâd etmek, meselelerini çözmek veya geleceğe dair ümitlerini tazelemek amacıyla, birbirlerine "kahramanlık hikâyeleri" anlattıkları devirlerde sadece destan ve masal vardı. Sonra yazıyı keşfettiler. Kalabalıklaştılar. Farklılaştılar. Böylece destan ve masal bölündü ve hâlen tedavülde olan roman, hikâye ve şiir gibi türler meydana geldi. Aralarındaki görev taksimini de ihtiyaca göre yaptılar: Çünkü kimisinin vakti çoktu, kimisinin derdi. Bu durum onları farklı şekilleri sevmeye itti.
İnsan ne yazar sualine bu kadar cevap yetişir. Konuyu derinleştirmek için başlıktaki soruyu sormanın tam vaktidir: İnsan kimin için yazar?
Çokları buna "toplum için" diyecektir. Bazıları "çok kişiye söylense de aslında sadece bir kişiye" hitap edildiğini iddia edecektir. Kimileri "kendisi için" derken; bir kısım manyak "geçmiştekiler", bazı iyimserler ise "gelecektekiler" cevabını tereddütsüz verecektir.
Çağımızda temas ettiğimiz insan sayısı arttı. Ama bu onlara dokunduğumuz anlamına gelmiyor. Temas etmek başka şey, dokunmak, daha derin bir anlamı ihtiva ettiğinden, başka şeydir. İstediğimiz kadar insan tanıyalım, istediğimiz kadar sosyoloji okuyalım; toplum deyince tam olarak neyden bahsettiğimizi anlatamayız. Bunu bize sağlayacak şey, yani kafamızdaki dağınık düşünceleri, eksik bilgileri ve yorumları toparlayacak şey, genellikle bir ideolojidir. Yazarın mensup olduğu ideoloji için toplum neyse, yazar için de odur. Fakat ideolojilerin "olanı" değil, "olması gerekeni" konuşması yüzünden yazarın boşluğa düşme tehlikesi vardır. Yani "toplum için" yazayım derken, aslında olmayan ve - en iyi ihtimalle - olması umulan bir şey için yazarlar. Ezcümle, dağınık hayal parçalarına, sürekli değişen hayaletlere seslenirler. Yaşayan insanı "rahatsız" etmedikleri için de çok alkış alırlar. Fakat yalnız ölürler. Toplum için yazdığını iddia eden kişileri okurken biraz da duygusal tepkiler vermemizin sebebi budur. İçten içe acırız onlara. Tanrıcılık oynamak varken, peygamberlik sevdasına kapıldıklarından...
İnsan konuşurken çok kişiye konuşsa da; anlatırken bir kişiye anlatabilir. Yazı ise böyle bir serüven değildir. Burada tam tersi geçerlidir. Bir kişiye yazmak hedeflense bile, genelde çok kişiye yazılır. Yazar bunun farkına vardığında, derhâl isimlerin üzerini karalamaya başlar. Akrostiş şiirin çoğu zaman ciddiye alınmaması, sadece cinsellikle sınırlı romantizmin edebiyat sayılmaması ve içinde çatışma barındırmayan eserlerin başarı kazanamaması bu yüzdendir. Çünkü bir kişiye, sadece ona yazacak kadar, değer veriyorsanız; nasıl ve neden çatışma yaratacaksınız? Eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmek için mi? Dolayısıyla, kayda geçmesi itibarıyla, zamansız olan yazılar istense bile tek bir kişiye yazılamaz. Burada yazı derken eserlerden bahsettiğimi belirtmem gerekiyor. Yoksa bağlantınız tek bir yazı, bir kişiye yazılabilir. Fakat bu da kural bozucu bir istisna değildir.
Bir şey "geçmiş" olarak anılıyorsa hükmünü yitirmiş, miadını doldurmuş demektir. Geçmiştekilere yazmak ise ruh hastalığıdır. Sizi asla duymayacak, yazdıklarınızı okumayacak ve hiçbir hâl ve şartta nüfuz edemeyeceğiniz birilerine - üstelik size nüfuz etmelerini baştan kabul ederek - seslenmek... Hakikaten ruh hastalığı değil de nedir? Üstelik yazarak değiştirme veya etkileme imkanınız da olmadığına göre, bir çeşit "aşağılık" duygusuyla kaleme sarılırsınız. Neyse ki bu yola sapan pek yazıcı çıkmadı da konuyu uzatmaya lüzum kalmadı.
Nazım veya nesir, gücünü bugünden almakla beraber, geleceğe dönük üretimlerdir. Bir esere son noktanın konulmasıyla ilk okurun eseri bitirmesi arasında geçen zaman bile, yazar için, gelecektir. Bu sebepten, yani yazının kendisi geleceğe dönükken, ayrıca geleceğe seslenmek bugünü ıskalamaya neden olduğu gibi, çoğunlukla gülünç kaçar. Maalesef birçok muharrir kendini tutmayı beceremeyerek bu yola tevessül etmiş, sonunda hiçbir başarı elde edemeden bu dünyayı terk etmiştir. Üstelik arkalarında yaşanmamış bir ömür bırakarak...
İnsanın kendisi için yazdığı bahsi de ilginçtir. Çünkü; insan kendisini ne kadar tanıyabilir? En aşağı iki üç tane "kendini" içinde taşıyan insanoğlu, hangi kendisi için yazacak? Yazıcıyı bir çeşit sanatçı kabul etsek ve ona "ayırt etme" gibi insanüstü bir özelliği eklesek bile, şu soruyu sormaktan kaçamayız: Bu kadar yetenekli bir insan her gün kendisini "geliştireceğine" göre; her gün değişen ve - sözde - gelişen bir varlık olan insan, dünkü hâliyle ne kadar aynı kişidir? Yani, kendine yazdığı yazı, ne kadar kendisi içindir ve hatta ne derece kendisine aittir?
Yazı bağ kurar. Ama bağ kurmak için yazılmaz. Yazı toplumu şekillendirir. Ama onu tanımlamaya kuvveti yetmez. Yazının geçmişle konuşmaya gücü yoktur. Onu, bir İsa gibi, diriltemez. En fazla sıkıştırılmış bir hologram hâline getirir ki; buna da geçmiş denmez. Gelecek zaten gelecektir. Yazının veya yazarın hırsı geleceği değiştirmeye yetmez. İnsan her gün, her saat tekâmül eden ve kendi sonuna bilerek yürüyen varlıktır. Böylesi kısıtlı bir zamanı kendi kendisine mektup yazarak geçirmesi akla ziyan bir ihtimaldir. Ama yazdıkça gelişebilir. Yazı her şeydir. Yazı hiçbir şeydir. Aslolan iki hakikat vardır: Yaşam ve ölüm. Bunları da birbirine yazı bağlar. Mesela Kur'an da bir çeşit yazı değil midir?
Yazı hayat ve ölümü birbirine bağlasa da, biz sonucu yine bir yere bağlayamadık. Esasen böyle bir derdimiz de yoktu. Yine de bir sonsöz etmek gerekiyorsa, müsaadenizle bu işi koca Fuzulî'ye havale ediyorum:
"Dost bî-pervâ felek bî-rahm devran bî-sükûn
Derd çoh hem-derd yoh düşmen kavî tali' zebûn"
.jpeg)
0 Yorumlar