1
Zavallı Kudret, sahile paralel uzanan yolun ortasında yatıyordu. Hareketsizdi.
Bu zavallı adamın başına neler geldiğini anlamak için, kendi hayatının da özeti niteliğinde olan, son iki günü anlatmamız gerekiyor.
Kudret yazardı. 60 yılı mütecaviz ömründe birçok iş yapmış ama iki kaideden şaşmamıştı: Okumak ve Avrupa'ya hayran olmak. Bir sene önce, kendisine yaşlı muamelesi yapıldığını "hissettiği" için, uzun zamandır çalıştığı turizm acentasından ayrılmış; "yalnızca doğal sebze ve meyvelerin" satıldığı ufak bir manav açmıştı.
İlk zamanlar işleriyle fazlasıyla meşgul olmasına rağmen, yanına genç bir çırak alınca boş vakit kazanmıştı. Kudret, hareketli geçen ömrün bu son deminde, kendi tabiriyle "bekârdı". Hâlbuki iki sefer evlenmiş, ikisinde de terk edilmişti. Ama bunu bir çeşit şans sayardı. Çünkü Kudret'in uğurlu rakamı ikiydi. Eğer bir olay iki sefer gerçekleşiyorsa hiçbir şekilde kötü sayılamazdı. Bu yüzden doğumlar ve ölümler onu korkuturdu. Çünkü bunlar "insanın başına bir kez gelebilecek" şeylerdi. Gerisi önemli değildi.
Kudret ülke meselelerine ilgili bir aydındı. İki rakamını uğurlu sayma inancı burada da kendini gösteriyordu. Ona göre ülke bir parti Avrupalılaşmış, sonra tam tersi istikamete koşmaya başlamıştı. Zararı yoktu, nasıl olsa tam gaz Avrupa'ya dönülecekti.
Avrupa. Bu kelime Kudret için çok önemliydi. Hayatını hizaya çektiği sabit nokta, bakıp bakıp özendiği mükemmellik demekti. Ona göre en güzel kadın Avrupalı kadındı. Kudret için şiir Fransız'dı, müzik ve felsefe Alman, tiyatro ise İngilizdi. Amerikalıları hafif buluyordu. Hatta onlarla ilgili, sadece kendisinin güldüğü, bir "bilmece" bile türetmişti: "İngilizin laçkasına ne denir?" Karşı tarafta sessizlik. Kudret kibirli bir gülüşle kendi sorusunu cevaplardı: "Amerikalı".
Çok ufak yaşlardan beri Avrupa edebiyatını yalayıp yutmuştu. Avrupalı saymadığı hâlde "tekniğini beğendiği" üç yazar vardı: Tolstoy, Poe ve Faulkner. Bu arada Gogol'ü de severdi ama Ukrayna doğumlu olduğu için, o zaten Avrupalı sayılıyordu. 19 ve 20. yüzyılın edebiyatına bayılıyor, 21. yüzyıldaki durağanlaşmayı "aklı almıyordu".
30 yaşından sonra, o aralar sigorta işindeydi, hikâyeler yazmaya başladı. "Münasebetsiz Çorap" başlığıyla yazdığı ve "verdiği parayla doğru orantılı olarak yırtılan çoraplarının sayısının artmasını" konu alan ve çözüm olarak Alman çorabı giymeyi öneren hikâyesi toplumda yankı bulmuş, edebiyat âleminde tanınmasını sağlamıştı. Sohbeti keyifli insanlardandı. Üslûbu da aynı sohbeti gibi keyifli ve olabildiğince basitti. Bu sayede geniş sayılabilecek bir okur kitlesi kazanmıştı.
Kafka'nın Dönüşüm'üne selam çakarak "Ali Arslanoğlu bir sabah uyandığında kendisini bozkurda dönüşmüş olarak buldu" cümlesiyle başlayan ve Türk milliyetçilerini eleştiren hikâyesi zamanında epeyce gümbürtü koparmıştı. Hikâyenin adı "Evrim" idi. Hemen peşinden "İki Kadın" başlığıyla yayınladığı ve Avrupalı kadınla "Avrupalı olmayan" kadını kıyasladığı hikâyesi birçok ilerici ödülün sahibi olmuştu.
Kabaca iki kısma ayrılabilecek hikâyeleri daima bir mevzunun etrafında dönerdi. Birinci kısım hikâyeleri hayata ve "nasıl güzel yaşanacağına" dairdi. Bu tarz öykülerinin basit bir matematiği vardı. Toplumda tespit ettiği bir sıkıntıyı not alır, ardından büyük Avrupalı yazarlar bu meseleye nasıl temas ederdi onu düşünür ve yazmaya başlardı.
İkinci kısımda tarihî hikâyeleri yer alıyordu. Bunlar Kudret'in Avrupa tarihinde okuduğu ve milletimize de öğretmek istediği konuları temel alırdı. Tarihe sadık kalmaya dikkat etse de, kurgunun büyüsüne kapılmaktan da geri kalmazdı.
Türkçesi ilk zamanlar pek iyi değildi. Hatta o aralar, bildiği tek Batı dili olan, İngilizce yazmayı düşündü. Beceremedi. Sonra yine Türkçe'ye döndü. Zamanla alıştı. Yine de eğitim dilinin İngilizce olması gerektiğini düşünüyordu. Ona göre İngilizce Türkçe'den üstündü. Ama ne yapsın, yalnızca Türkçe yazabiliyordu. Dolayısıyla mecburdu. Türkçe'yle oynamak istemiyor, garip bir bağlılıkla, bir müridin mürşidinden müsaade istemesi gibi, hikâye yazacağı vakit Türkçe'den izin istiyordu.
Bütün güzel sanatları seviyor, yalnızca hikâye sahasında varlık gösteriyordu. Çehov tarzı hikayelerden nefret ediyordu. Hikâye Maupassant'tı. Flaubert'i kendisine üstad kabul ediyor, "uzun bir şeyler" okuyacağı vakit Thomas Mann'ı arıyordu. Kuvvetli olmasa bile sanatlı cümlelerin peşindeydi. İçinde "sanatla süslenmiş" bir cümle barındırmayan hiçbir hikâyeyi iyi saymıyordu. Fakat süslü cümlelerini tasarruflu kullanıyordu. Hikâyelerinin bütününe bakıldığında sadelik göze çarpıyordu. Bunu da çok konuşmasına ve çok çalışmasına borçluydu. Bir cümleyi yazdığı zaman asla silmiyordu. Çünkü çoğu cümlesini sohbetlerinden ve notlarından alıyordu. Notlarını ise kağıda değil, kafasına yazıyordu. Bu durum onun çok üretmesine engel olsa da, bir hikâyeye tam anlamıyla odaklanmasına yarıyordu.
Gizli gizli divan edebiyatı okumak haricinde hiçbir "kusuru" yoktu.
Köprünün üstünde hareketsiz yattığı sabahtan iki gün evvel, eski bir dostu onu ziyarete geldi. Bu dost yayınevi sahibi Kerim'di. Kerim, Kudret'in ucuz tatil yapmasına yardımcı olduğu onlarca kişiden biriydi. Çünkü Kudret Avrupa'ya seyahat eden bütün Türklere kolaylık sağlar, elinden geliyorsa indirim yapardı. Dünya'nın geri kalanına gitmek isteyenler için o kadar yardımsever değildi. Kerim'in dünyası ise Avrupa'dan ibaretti. Bu sayede tanışıp iyi dost olmuşlardı.
Belirli aralıklarla meyhanede buluşup iki tek atıyor, memleket edebiyatı hakkında konuşuyorlardı. Kerim, Kudret'in hikâyelerinin sadık okuyucularındandı. Ne zamandır Kudret'i "bunları bastırması" yönünde teşvik ediyordu. Hem nasıl olsa Kerim'in yayınevi vardı, Kudret "evet" derse, kitap bir ay içinde basılmış olurdu.
Önceleri bu fikre sıcak bakmayan Kudret, manavdaki işleri çırağın, ev işleriniyse çırağın ablasının halletmesi sayesinde çokça boş vakte sahip olmaya başlamıştı. "Üstelik böyle bir kitap Avrupa'dan bile takdir alabilirdi." Bu ihtimal, bu taparcasına hayran olduğu tarafından beğenilme ihtimali, aman Allahım Kudret'i adeta ilkgençlik çağına ışınlıyordu.
Daha önce yayınlanmış hikâyelerini biraraya getiren Kudret, bunların sayısını yetersiz buldu. Toplam sekiz hikâyesi önceden yayınlanmış, "Gizli Alkış" adını verdiği ve Wagner'den bahsettiği bir tanesi ise henüz yalnızca Kerim tarafından okunmuştu. Kerim'in bunu "ustalık eseri" sayması Kudret'i kamçılamıştı. Kerim kitabı bir an evvel baskıya vermek istiyor, Kudret ise, iki rakamına olan takıntısı yüzünden, bir hikâye daha yazmadan kitabı tamamlamak istemiyordu. Çünkü bir matematik dahisi olmasa bile dört işlemden anlayan Kudret, dokuzu ikiye bölemiyor fakat mevzubahis on olduğunda, bu sayıyı bir bıçakla elmayı ortasından ayırır gibi, ikiye bölebiliyordu. Bu yüzden yazılacak son hikâye olmadan bu kitap basılmayacaktı.
Bugünkü görüşme, işte bu son hikâyeyle alâkalıydı. Kerim, Kudret'i manavın arka tarafındaki ufak odada buldu. Burası boyu enine eşit, dört adıma dört adım, kapının tam karşısında ufak bir masanın bulunduğu gayet aydınlık bir yerdi. Masanın arkasında, şimdi Kudret'in oturduğu, bir sandalye varken; masanın sağ yanına hizalanmış bir sandalye daha vardı. Bunu da misafirler kullanıyordu. Odanın tamamı bu masa ve sandalyelerden ibaretti. Hatta misafir sandalyesi masanın diğer tarafına alınırsa, kapı tam açılmıyordu.
Arkadaşı odaya girdiğinde Kudret hararetle bir şeyler yazıyordu. Kerim "mühim yazarı" çalışırken bulduğuna memnun oldu. Bir müddet arkadaşı yokmuş gibi davranan Kudret, uzun cümlelerinden birine nokta koyunca, çırağına iki çay söyledi ve Kerim'e hâl hatır sormayı akıl etti.
Kerim daha nasıl olduğunu anlatamadan öfkeyle araya girdi:
– Marks'ın güzelim Avrupaî fikirlerini berbat ettiler, Allah'ın belası medeniyetsizler...
– Kimler?
– Kimler olacak? O Lenin ve hempaları... Ruslar...
Kerim ne diyeceğini bilemez hâldeyken imdadına çırak yetişti. Tavşandan ziyade güvercin kanını andıran çaylarını bıraktı ve sessizce çıktı.
Kerim konuşmaya başlayacakken Kudret yine ön aldı:
– Peki, Hitler ahmağına ne demeli? Eğer bu serseri olmasaydı dünya hâlâ Avrupa'nın etrafında dönüyor olurdu. Hepsini birleştireceğim derken, topunu yok etti.
– Haklısın.
– Haklıyım ama bu bir şeyi değiştirmiyor. Son hikâyemi bu meseleye ayıracaktım, vazgeçtim.
Hikâye lafını duyan Kerim canlandı.
– Peki, yerine başka bir mevzu bulabildin mi?
Kudret eliyle kafatasını gösterip göz kırptı:
– Biz bunu boşuna taşımıyoruz Kerim Bey. Sıkı tutun hikâyemin mevzuunu açıklıyorum: Bir grup ahmak aristokratın tarihi konumlarını burjuvadan geri almak üzere silahlanması ve başlarına gelenler...
– Muhteşem!
– Vallahi ne yalan söyleyeyim, ben de çok beğendim. Türkçe izin verirse yazacağım.
– Kim izin verirse?
– Türkçe canım, Türkçe...
Kudret Türkçe'den izin istiyordu. Bunun anlamı şuydu: Kahramanımız bir hikâyenin konusunu tespit ettiğinde bunu bir kişiye anlatır, böylece kendisiyle beraber, iki kişinin bilmesini sağlardı. Ardından Türkçe'nin bu hikâyeye müsaade edip etmeyeceği bahsini meyhaneye bırakırdı. Çakırkeyif olacak kadar içince kafasında cümleleri toparlamaya başlar, meyhaneden çıkmadan ilk cümle oluşursa, hikâyeyi yazardı.
Kerim ne olduğunu anlamadan kendilerini meyhanede buldular. Kudret iki bira söyledi. Çatık bakışlı ve hafif kambur meyhaneci biraları masaya bıraktı. Kerim keyiflenerek arkadaşına döndü:
– Haydi şerefe!
Kudret bir an duraladı:
– Bira içerken şerefe denir mi hiç?
Kerim sürekli bir yerlere sürüklenmenin öfkesiyle sordu:
– Niye bira şerefsiz bir içecek mi?
– Ne alâkası var?
– Ne diyeceğiz öyleyse?
– Merhaba diyelim.
– İyi öyleyse, merhaba.
Bu ufak içki tokuşturma krizini, boğazlarından akan ilk serin birayla unuttular. Bir müddet birayı, dolayısıyla Almanları övdüler.
Kerim konuyu daima kitap ve yazılacak son hikâye bahsine çekmeye çalışıyor, Kudret ise aksine bu konudan kaçıyordu. Biranın yanındaki çerezlerin taze oluşundan, rakının faydalarından, meyhanede vakit öldürmenin zararlarından, dinden, kadınlardan ve Avrupa'dan bahsettiler. Dördüncü bira bittiğinde Kerim artık hikâye konusunu açmaktan vazgeçmişti. Arkadaşı onu yine şaşırtarak, kafasını biraz geriye alıp, çenesini de kaldırarak şu cümleyi kurdu:
– Bir grup eski zaman adamı, memleketin gidişatını hoş görmedikleri için atlarını eğerleyip, kılıçlarını bilediler. Bu adamlar Fransa'nın uzun asırlarına damgasını vuran aristokratlardı.
Kerim bir müddet şaşırdıktan sonra,
bu basit hikâye girişini çok beğendi.
– Harika olmuş yahu!
– Şimdi yazdım. Türkçe'den izin çıktı Kerim Bey. Baskı makinalarını hazırla.
Son yudumlarını içip hesabı ödemeleriyle, meyhaneyi terk etmeleri toplam iki dakikayı bulmadı. Kerim evine doğru yollanırken, Kudret sahilden dolaşıp yolu uzatmayı tercih etti.
Kudret'in bir zevki de buydu. Bütün gün betonların arasına gömdüğü başını, gecenin ilerleyen saatlerinde sahile çevirir ve rahatlardı. Hele bugünkü gibi hafif sarhoş olmuşsa, muhakkak ara sokaklarda vakit geçirir, denizi yolun sonunda "bir anda" karşısında bulmak isterdi. Mavi rengini pek sevmezdi. Geceleyin bütün renklerin biraz siyahlaşması hoşuna gittiğinden, sahile olabilecek en karanlık noktadan ulaşırdı. Biraz yürür; denizi, Dionysos'u, sonsuzluğu, antik Yunan'ı düşünürdü.
Kafasında tragedyanın nasıl doğduğu meselesini tartışırken bir adam dikkatini çekti. İlerideki bankta oturan bu adamın üzerinde takım elbise, kafasında fötr şapka vardı. Bağlamak yerine şöyle bir kez çevirip omzuna attığı kahverengi fularıyla denizi izliyordu. Kudret bir anda bu adamla konuşma isteği duydu. Adımlarını hızlandırdı ama o anda takım elbiseli adam da ayağa kalktı. Kudret ona doğru giderken adam sahilden yukarı çıkan aydınlık yolda ilerlemeye başladı. Kahramanımız adamın biraz evvel oturduğu bankın önüne geldiğinde fularlı adam üçüncü sokak lambasını geçmiş, sırtı denize dönük, dümdüz ilerliyordu. Kudret şimdi de adamı takip etmek istiyordu fakat ayakları bu fikre taraftar değildi. Yaşının 60'a geldiğini hatırlayan kahramanımız, evine doğru yavaşça yol almaya karar verdi.
2
Öğleden sonra uyandı. Akşamüstü ancak kendine gelebilmişti. Vücudu içkiye dayanıklıydı dolayısıyla dört biradan çarpılacak adam değildi. Meyhaneden çıktıktan sonra yürüdüğü yol da fazla uzun sayılmazdı. Ayakları bu kadar antrenmana alışkındı. Hissettiği bir rahatsızlığı da yoktu. Kudret bu derece geç uyanmasını ve bu kadar yorgun olmasını açıklayamıyordu.
Ev işlerini gören kızdan manavda durumun "kontrol altında" olduğuna dair haberi alınca (çırak, kızın kardeşiydi) düşünmeyi bıraktı. Yazı masasının başına geçip hikâyeyi yazmaya koyuldu. Meyhanede söylediği ilk cümleyi kağıda geçirdi.
"Bir grup eski zaman adamı, memleketin gidişatını hoş görmedikleri için atlarını eğerleyip, kılıçlarını bilediler. Bu adamlar Fransa'nın uzun asırlarına damgasını vuran aristokratlardı."
Gerisini yazamadı. Önce odanın içinde dolaşmaya başladı. Sonra evin diğer odaları da ziyaretten payını aldı. Mutfakta ikinci sefer çırağın ablasıyla karşılaşınca sıkıldı. Evden çıkmayı akıl etti.
Üzerinde her zamanki mavi eşofman takımı, ayağında kaliteli (Avrupa işi) spor ayakkabılarıyla sokağa çıktı. Gri rengi saçlarını arkaya taramış, beyazlaşmış göğüs kıllarını eşofmanının fermuarını çekerek gizlemiş, böylece dış görünüş itibarıyla kırk yaşına kadar düşmüştü. Hâlbuki dolu dolu yaşanmış altmış sene göz altlarındaki ve alnındaki kırışıklıklarda, bakışlarındaki doygunlukta kendisini belli ediyordu. Kudret hâline dışarıdan bakamadığı (belki de bakmadığı) için bu durumun farkında değildi.
Güneşin yavaş yavaş kaybolduğu akşam vakti, rüzgar tatlı tatlı esiyordu. Hava rahattı. Birçok insan işten dönüyor, çocuklar okullarından çıkıyor, aylaklar her zamanki gibi ortada dolanıyordu. Kudret hayatı boyunca çalışmıştı. Bugün mademki geç kalktı, öyleyse bir gün olsun aylaklık edecekti. En azından eve dönene kadar... Fakat başaramadı.
Sahile çıkar çıkmaz gece gördüğü adama rastladı. Üstelik bu sefer aralarındaki mesafe yok denecek kadar azdı. Neredeyse burun buruna gelmişlerdi. Kudret ilk şaşkınlığın ardından fırsatı kaçırmadı:
– Ne güzel bir hava değil mi üstad?
Adam hemen cevapladı:
– Evet. İnsana eski güzel günleri hatırlatıyor.
Kudret adamın bir anda sohbet açmasına çok şaşırdı. Daha şaşkınlığı üzerinden atamadan bir soruya muhatap oldu:
– İsminiz nedir beyefendi?
– Ben mi? Kudret... Sizin isminiz nedir?
– Satılmış.
Kudret bir anda boş bulunup güldü. Adam bu gülüşe eşlik ederek:
– Annemle babamın yedinci çocuğuymuşum. Amcamların da bir türlü çocuğu olmuyormuş. Beni amcama satmışlar. İsmim de kaderimi yansıtmış.
Kahramanımız bu sefer de üzüldü. Fakat hemen peşinden, derinden gelen ve dikkatli bakılırsa yalnızca gözlerinde görülebilen kısa fakat tesirli bir öfkeye tutuldu. Gece vakti adamı ilk gördüğünde meraklanmış, rastlaştıkları ve sohbete başladıkları vakit şaşırmış, adam adını söyleyince gülmüş, isminin hikâyesini anlatınca da üzülmüştü. Hiç tanımadığı bir insanın bu kadar kısa sürede kendisini duygudan duyguya sürüklenmesi ise öfkesinin sebebiydi.
– Benim ismimin böyle bir hikâyesi yok. Ben doğduğum vakit rahmetli peder bey suratıma bakmış ve ağzından "Kudret" lafzı çıkmış. Sizin aksinize hayatım ismimin tam tersi istikamette gelişti.
Adam bu cevapla pek ilgilenmedi. Kudret'in canı sıkıldı. Karşısında, fularına kadar, gece gördüğü kıyafetle duran bu adam kendi hikâyesini anlatmaya hevesli, başkasını dinlemeye o kadar hevesli değildi anlaşılan. Kudret bencil insanları sevmezdi. Sevmediği kişileri de merak etmezdi. Dolayısıyla gece gördüğü adamla, şu anda kibirli bir gülümsemeyle ona bakan Satılmış arasında dağlar vardı artık. Yine de sohbeti bir anda kesmeyi uygun bulmadı:
– Nereden geldiğiniz bahis konusu değil. Nereye gidersiniz Satılmış Bey?
– Hepimizin gideceği yere efendim.
Kahramanımız bu cevap üzerine hafifçe tebessüm etti ve ardından "hayırlı yolculuklar" dileyerek sohbeti sonlandırdı. Hızlı adımlarla yürümeye başladı.
Bir taraftan yürüyor, öteki taraftan söyleniyordu. Adeta burnundan soluyordu. Çünkü bu Satılmış denen adam kahramanımızın üzerinde düşünmek istemediği ölüm fikrini ona hatırlatmış, üstelik bunu "doğululara özgü" tevekkülle yapmıştı. Kudret yarım saat yürüdükten ve biraz olsun sakinleşebildikten sonra, tam ters istikamete döndü ve evine doğru koşar adım ilerlemeye başladı.
Eve girdiğinde yardımcı kızı çıkmak üzereyken buldu. Kız, bütün gün yaptığı işleri anlatıp yemekleri dolaba koyduğunu söylemek isterken lafını kesti ve "hemen" gitmesi için izin verdi. Böylece yalnız kalıp rahat rahat çalışabilecekti.
Kendisine güzel bir Türk kahvesi yaptı. Yazı masasının başına oturdu ve yazmaya başladı. Atlarına atlayıp, kılıçlarını kuşanan ve daima haklı olduklarına inanan bir avuç kahramanıyla birlikte Fransa'nın bereketli ovalarında dört nala ilerliyordu. Hikâyesinin kahramanları kimi zaman zorluklar yaşıyor, kimi zaman komik durumlarla karşılaşıyor ama yılmadan, usanmadan "hedefe" yürüyorlardı. Hedefleri, toplumu içine düştüğü saçmalıklardan kurtarmak ve eskiden olduğu gibi mutlu kılmaktı. Yazarımızın her zamanki âdeti üzere tek kelimesini silmeden yazdığı Fransız aristokratlarının macerası, çalan telefonu yüzünden ara verdiğinde, otuz sayfayı geçmişti.
Arayan Kerim'di. Hikâyenin bitip bitmediğini, kitabı ne zaman baskıya vereceklerini soruyordu. "Müsaade ederseniz bir güne bitecek" cevabını, ters bir şey söylememek için, veren yazarımız telefonu kapatmadan önce Kerim'i kahve içmeye davet etti. Yeniden yazıya döndüğünde bu açıkgöz yayıncıyı neden davet ettiğini düşünmeye başladı. Ardından hatırladı.
Hikâye epeyce ilerlemişti. Hatta denilebilir ki, bir tek final bölümü kalmıştı. Fakat son bölüme tam istediği gibi gelen yazarımız, finalde bütün aristokratları öldürmek zorunda kalacağını hissediyordu. Çıkmaza girmişti.
Biraz sakinleşip eserini yeniden okudu. Son bölüme gelince öfkelendi. Neredeyse bağırarak:
"Bütün kahramanlarım bir sokak ortasında geberip gidiyor. Çünkü hak ediyorlar." dedi. Ardından pişman oldu. Başka sonlar yazmayı tasarladı, beceremedi. Hikâyesinin kahramanlarının karşısına bütün bir halk dikilmişti. Ordu, kilise, cumhuriyetçiler, monarşistler... herkes, herkes toplanmış ve "bir avuç eski zaman adamını" yok etmeye hazırlanıyordu. Kudret ise kahramanlarının ölmesini istemiyordu.
Belli ki Kerim'i davet etmesinin sebebi, sürekli yaşamak isteyen bu adamdan sömüreceği hayat enerjisiydi. Çünkü Kerim bir hikâye kahramanı olsa asla ölmezdi. Eğer ölümsüzlüğün sırrını bulmak istiyorsa, Kerim isimli bu üçkağıtçıyla bir kahve içmeliydi.
Yarım saat sonra kahveleri hazırlamak üzere masadan kalktığında, final bölümü için hâlâ tek kelime yazamamıştı. İlk karısı Özlem aklına geldi.
Yıldırım nikahıyla evlenmişler, şimşek hızıyla boşanmışlardı. İkinci eşi Nihan ise daha dayanıklıydı. Evliliklerinin üçüncü yıldönümünde Kudret'i bırakmıştı. Kahramanımız akşamın geceye döndüğü saatlerde, bu iki kadını da sevmiş olduğunu hatırladı. Şakası yoktu, hakikaten sevmişti. Fakat bir türlü anlaşamamışlardı. Neden anlaşamadıkları kafasını kurcalamaya başladı. Acaba birisinden bir çocuk yapsaydı işler farklı mı olurdu? Hem kendinden sonra... Tam bu anda durdu.
Kendinden sonra? Yani... Yani "nalları dikmesinin" ardından. Yani toprağın altına girince... 60 yaşını geçmiş bu adamın canı, şimdi, ölüm fikriyle sıkılıyordu. Aklına Satılmış geldi. "Geri zekâlı herif halt etmiş gibi karşıma çıktı". "Herkesin gittiği yere gidiyormuş".
– Cehennem ol deyyus!
Yine kendisini bağırırken yakaladı. Fakat bu bağırış ona değil, dedesine aitti. Ufakken yaramazlık yaptığında böyle fırça yerdi. Fakat ne garip, yalnız bu söz değil, duvarlardan yankılanan ses de dedesinin sesiydi. Düşündü. Kendisi on yaşlarındayken, dedesi altmışını geçmişti. "Demek o kadar oldum" fikri kafasında dönerken, kapı çalındı.
Kerim'i davet ettiğini, kahve yapmak için su hazırladığını hatta hikâye yazdığını bile unutmuş bir vaziyette, gecenin bu saatinde kapıyı çalan münasebetsize haddini bildirmek üzere kapıya yöneldi. Kapıyı açmasıyla Kerim'in gür sesini duyması bir oldu:
– Merhaba büyük yazar!
– Merhaba Kerim, hoşgeldin.
Kerim ve hiç yanından ayırmadığı neşesi odaya daldılar. Kudret önce yadırgasa da, odanın bir anda değişen havasına çabuk uyum sağladı. Sade kahvelerini yudumlarken konuşmaya başladılar:
– Ee nasıl gidiyor aristokratların macerası?
Kudret, sanki henüz olmamış bir meyveyi yemiş de ağzının içinde zehir tadı varmış gibi, cevapladı:
– Bok gibi.
– Neden?
– Neden olacak, ölüp duruyorlar. Bütün kahramanların öldüğü hikâye mi olur kardeşim? Hadi oldu diyelim, benim kalemimden olur mu? Üstelik bunu bir şaheser olarak tasarlamıştım.
Kerim dikkatle arkadaşını süzdü. Belli ki, yazarımız "yaratma sancısı" çekiyordu. Yılların kitap baskıcısı bu tarz durumlara alışkındı. En iyisinin üzerine gitmemek olduğunu biliyordu.
– Acelemiz yok üstadım. Bakma ikide bir seni arayıp sıkıştırdığıma, hikâye ne zaman biterse, senin içine ne zaman sinerse, biz de o zaman baskıya veririz.
Kudret biraz rahatlamıştı. İlk hamlenin olumlu tesirini gören yayıncı, ikinci hareketini yaptı:
– İstersen bir meyhaneye kadar uzanalım. Bekri babamızın müridlerine soralım.
Kudret, keyifli bir merakla:
– Ne soracakmışız?
– "Asrımızın en kuvvetli yazarı bazı kelimelerini burada düşürmüş, acaba siz gördünüz mü?" diyelim. Öteki tarikatları bilmem ama ayyaşlar arasında hırsız çıkmaz. Kim bulursa hemen getirir bizim masaya bırakır.
Kudret lüzumsuz bir kahkaha attı. Ardından üzerindeki eşofmanları bile değiştirme gereği hissetmeden yayıncı dostuyla birlikte meyhanenin yolunu tuttu.
Geçen seferki masalarına kuruldular ama bu sefer rakı söylediler. Önce bir ufakla başladılar, peşine bir ikincisini devirdiler. Sabaha kadar konuştular ama birbirlerini neredeyse hiç dinlemediler. Kerim birkaç kez, yayınlanacak kitaba atıfla, "bomba gibi patlayacak" dedi. Kudret'in aklında yalnızca bu cümle kaldı. Daha doğrusu Kerim'in sanki bir bomba patlıyormuş da, o da etkilenmemek için kendisini yere atıyormuş gibi yaptığı mimikler... Yazarımızın ne konuştuğu, ne söylediği ise hiç belli değildi. Önceden çok içerdi ama uzun zamandır bu kadar kendisine yüklenmemişti. Bunca rakının doğal sonucu olarak, cümleleri birbirine karıştırıyor, hatta çoğu cümlesini bitirmeyi bile başaramıyordu.
Sabaha karşı, artık meyhane kapanmak üzereyken, kalktılar. Kerim zil zurna sarhoş olmuştu. Evin yolunu bulacak hâli kalmadığından, taksi çağırdılar. Kudret'in niyeti taksiye binmek, Kerim'i bıraktıktan sonra eve dönmekti. Fakat son anda fikir değiştirdi. Kerim'i arka koltuğa yerleştirip, taksicinin parasını da peşin verdikten sonra yürümeye başladı.
On dakikadan fazla yürüdükten sonra dün geceki istikameti takip ettiğini anladı. Sabahki havanın aksine sert bir rüzgar çıkmış, denizde dalgalar başlamıştı. On dakikalık rüzgarlı yürüyüş Kudret'i biraz olsun ayıltmıştı.
Geçen gece Satılmış'ı gördüğü bankı geçtikten az sonra, arkasında bir karaltı hissetti. Çaktırmadan baktığında bunun buralarda sık rastlanan berduşlardan olduğunu fark etti. Biraz yavaşladı, arkasındaki adam da yavaşladı. Bu sefer hızlandı, berduş da hızlandı. Adam yürüyüş temposunu Kudret'e göre ayarlıyordu. Güneş ilk ışıklarını arkadaki tepelerin üzerine saçarken, iki sarhoş adam, aynı hızda ve değişmeyen bir mesafede sahil yolunda ilerliyorlardı. Etrafta kimse yoktu.
Kudret korkmaya başladı. Aklına anlamsızca Kerim'in "bomba" benzetmesi ve hakikaten patlamış bir bombadan sakınma hareketleri geldi. Korkusu daha da arttı. Derken arkasındaki adamın aradaki mesafeyi kapattığını hissetmeye başladı.
Bir dakika sonra dönüp baktığında, üstü başı yırtık, ön dişlerinin tamamı dökülmüş ve sol ayağı hafif aksak berduşun yirmi metre mesafede olduğunu gördü. Durmak istedi, korkusu buna engel oldu. Koşmak istedi, ayakları müsaade etmedi. Hayatı boyunca kaderiyle dövüşen Kudret, şimdi kurbanlık koyun gibi teslim olmuştu. Nefret ettiği kelimelerle, "alnına yazılan neyse", onu yaşamaya mecburdu.
Adamla arasındaki mesafe gittikçe kapanırken ve Kudret'in kalp atışları bir hayli hızlanmışken; müthiş bir ses duyuldu. Adeta bomba patlamıştı. Kahramanımız, Kerim'i taklit eder gibi, kendisini yere attı.
Zavallı Kudret, sahile paralel uzanan yolun ortasında yatıyordu. Hareketsizdi.
Kısa süren sessizliğin ardından, tiz bir kahkahayla kendisine geldi. Kahkahanın sahibi, deminden beri peşinden gelen ama şimdi önüne geçmiş bulunan berduştu. Dönüp yerde yatan Kudret'e bakıyor, tiz bir kahkaha atıyor; kahkaha henüz yankılanırken gövdesinin yarısını çevirerek yürümeye devam ediyor, ardından bir daha dönüp, yine gülüyordu.
Kudret hareket etmeye başladı. Kısa sürede ayağa kalktığında, hemen yanındaki ufak çöp kovasının kapağının yerde olduğunu gördü. Demek ki, onun bomba patlaması zannettiği ses buradan gelmişti. Berduş da, hâline gülmekle beraber, Kudret'e bir zarar verme niyetinde değildi ki, onu bırakıp yoluna devam etmişti.
Bir bankın üzerine zorlukla kendisini atan Kudret, hemen sigara yaktı. Denize baktı, ıssız sahile baktı, biraz evvel üzerinde yattığı kaldırıma baktı ve gülmeye başladı. Ölmemişti. Üstelik aynı anda; birisi bomba zannettiği için korkudan, ötekisi katil zannettiği için berduştan olmak üzere iki ölüm tehdidi atlatmıştı. Sabahtan beri yakasını bırakmayan ölüm korkusunu, çok sevdiği iki rakamına dayanarak, yenmişti. Sigarasını bitirdikten sonra gün doğumunu izlemeye başladı. Fakat gördüklerini çok iyi seçemiyordu. İçinde bir hareketlilik hissetti. Hâlbuki bir saate yakındır bankta oturuyordu. Öyleyse bu heyecanın sebebi neydi?
Bu rahatsız edici gizemi çözmesiyle, banktan kalkıp eve doğru koşmaya başladı. "Buldum, hikâyenin sonunu buldum" diye bağırıyor, aklından hamamdan fırlayan Arşimed'le kader ortağı hâline gelmesini geçiriyordu. Uzun zamandır olmadığı kadar mutluydu.
Eve koştu ve yazı masasının başına oturdu. Bir saat sonra kahvaltı hazırlamak için gelen yardımcı kız, onu çalışırken buldu. Henüz çay demlenmeden, Kudret mutfağa girdi ve keyifle "Bitirdim" dedi.
Bir güzel kahvaltı ettikten sonra Kerim'i arayıp uyandırdı. Geceki sarhoşluğu üzerinden atamayan yayınevi sahibi, yazarının mutlu haberi vermesi üzerine hazırlanıp geldi. "Patronuna" kendi elleriyle kahve yapan Kudret, ardından ciddi bir edayla hikâyesini okumaya başladı. Son bölüme geldiğinde sesini kalınlaştırdı ve biraz evvel yazdığı sonu okumaya başladı:
"Koskocaman ordular, geniş kalabalıklar etraflarını sarmıştı. Bir avuç eski zaman adamı, korkusuz gözlerle ve sırt sırta vermiş vaziyette bu haksız, bu yanlış yönlendirilmiş kitleye bakıyorlardı. Dümdüz bir arazinin üzerinde duruyorlardı. Fakat aristokratlar her hâl ve tavırlarıyla diğerlerine yukarıdan bakıyorlardı.
Derken yer sarsıldı ve muhteşem bir patlama sesi duyuldu. Geniş ve azgın kalabalığın üyeleri şaşkınlıkla birbirlerine bakarken, bir avuç eski zaman adamı, haklı olmanın gururuyla zamanı kırmışlardı. Geleceğin mutlu yarınlarında yeniden uyanmak üzere, şimdilik, derin bir uykuya yatmışlardı."
Kerim'in içten alkışıyla ilk okuması biten hikâyenin de içinde bulunduğu eser, bir ay sonra basıldı.
Neredeyse yayınlanır yayınlanmaz çok satanlar listesine giren kitap, Kudret'e birçok ödül ve ayrıca "büyük yazar" payesini kazandırdı.
Öyle ki yıllar sonra öldüğünde, ülkede önemli bir adam eksildi diye, üç gün yas ilan edildi.
.jpeg)
0 Yorumlar