Millî tarih bulunacak, keşfedilecek, rayına koyulacak bir olgu mudur? Yoksa, icat edilmesi, sürekli güncellenmesi, belirli aralıklarla yeniden yazılması gereken bir algı mıdır? Geçen yazıda tarihe doğru soruları sormaktan bahis açmıştım. Bugün, doğru olduğunu düşündüğüm, bu sorunun peşinde koşacağım. Hayır, cümlede eksiklik yok. Sorunun cevabının değil, doğrudan sorunun peşinde koşacağım.
İnsanoğlu kafasını kullanabildiği andan itibaren kendisine şu soruyu sormuştur: "Kimim ben?" Kim-lik sorunu dediğimiz hadisenin, farklı çağlarda farklı cevaplar verilen, temel meselesi budur.
19. yüzyıldan sonra insanoğlu kabul edilebilir birlik biçimi olarak milleti tercih etti. Bu tercih şu soruyu doğurdu: "Kimiz biz?" Kim olduğunu açıklamak isteyen milletler, millî tarihlerini yazmaya başladılar.
Millî kültürün içinden doğan millî tarih, millî kimliği şekillendirmeye yarar. (Kültür ve kimlik tartışmalarına başka zaman dalmak üzere, bu yazıda konu dışında bırakıyoruz.)
Bizim de böylece kendi tarihimizi yazdığımız bir süreç yaşandı. Köklerini 19. yüzyıla kadar götürsek de, millî tarihimizin "meydana gelişi" cumhuriyetin kuruluş yıllarına tekabül etmektedir. Cumhuriyet dönemi öncesinde; sözlük çalışmalarıyla dile, farklı tarzlarda yazı denemeleriyle edebiyata, üç tarz-ı siyaset üzerine yaşanan tartışmalarla düşünceye, - çoğu çeviri kaynaklı olsa da - kaleme alınan tarih çalışmalarıyla geçmişe ve nihayet herkesin farklı kafadan "çaldığı" müzik yayınlarıyla da ruhumuza yönelik öncü çalışmalar yapılmıştı. Fakat bu çalışmaların öncü olmaktan başka bir hususiyeti yoktu. "Avrupa'da var, bizde de olsun için" hazırlanmışlardı. Neredeyse hiçbiri "Türk kafasının" da eksikleri olabileceğini kabul etmiyor, dolayısıyla geri kalmışlıktan ziyade "haksızlığa uğramış" olmamızla ilgileniyorlardı. Oysa ortada bir "problem" varsa, derindeydi. Öncü çalışmalar ise yüzeyde geziniyorlardı.
Böylesi bir kültürel mirası tevarüs eden cumhuriyet yönetiminin işi başından aşkındı. Öncelikle tarımı canlandırmalı, aynı anda süratle bir sanayi yaratmalıydı. Bağımsızlığının teminatı olan ordusunu daima diri tutmalı ama bir taraftan da sivil bürokrasi oluşturmalıydı. Eğitim seviyesini artırarak cumhuriyeti tabana yaymalı, bunu yaparken sistemi idare edecek elitleri de tutmalıydı. Altı asırlık bir imparatorluğun mirası meselesi ortada dururken; tamamı eski toprağımız olan yeni komşularla sağlıklı ilişkiler kurmalı, dünya siyasetinin dışında kalmamalıydı. İçerideki karışıklıkları önlemeli, ufak hesaplara girişen unsurları tasfiye etmeliydi. Hem buralı olacak kadar yerel, hem de Avrupalı kadar evrensel olmalıydı.
Tanrı'nın Hediyesi: Atatürk
Bütün bunları yapabilmesi için elinde bulunan manevî (veya fikrî) mirası yukarıda saydım. Maddi güç unsuru olaraksa; on senedir durmadan savaşan bir ordu ve milletten (veya ordu-milletten) başka bir şey yoktu. Kırık dökük bir devlet geleneği, kendi kendisini yetiştirmek zorunda kalmış münevver kesim ve neredeyse her işi yapacak olan subaylar vardı. Bütün bu "mirasın" ve yapılacak ödevlerin ortasında ise sarışın bir Türk subayı, çakmak çakmak gözleriyle durmaktaydı: Mustafa Kemal Atatürk.
Yakın tarih üzerine çalışanlar "Allah'ın Atatürk'ü Türk milletine kurtarıcı olarak göndermesi" fikrine pek de fazla itiraz edemezler. Çünkü Atatürk yukarıda sayılan "ödevleri", bütün bir toplumu "ikna" ederek başarmıştır. Önce Kurtuluş Savaşı ve ardından bir milletin yaratılışı... İkisi de birbirinden zor bu ödevlerin başarılması Atatürk üzerine eleştirel bir laf ederken insanı hiç olmazsa iki sefer düşündürmelidir.
Türk cumhuriyet fikrinin babası ("atası"), milletleşme sürecimizin dinamosu ve akıl hocası olan Mustafa Kemal Atatürk'ün üç özelliğine daima dikkat çekmeliyiz. Birincisi askerdir. İkincisi milliyetçidir. Üçüncüsü pragmatisttir.
Cumhuriyet devrinin öncesinden kalan "millet yaratma" çalışmalarının niceliğinin, niteliğinin ve yaygınlığının cumhuriyet döneminde muazzam derecede artması Atatürk'ün patronajında yürümesi sayesindedir. Peki, bu kişi Atatürk bile olsa, neden "tek bir adamın" himayesine muhtaç vaziyetteydik? (Belki de, hâlâ öyleyiz?)
Bu sorunun cevabı için, sonunda bizi yazıyı bıraktığımız yere bağlayacak, bir tarihî seyahate çıkmamız gerekiyor.
Roma ve Mirası
Roma İmparatorluğu dağıldıktan sonra Avrupa asla birleşemedi. Şarlman, Şarlken, Napolyon ve Hitler'in kıtayı "tek elde" toplama teşebbüsleri kendi ömürleri kadar bile yaşamadı. Çünkü Roma'nın dağılış devrinden Şarlman'a 400, Şarlman'dan Şarlken'e 700, Şarlken'den Napolyon'a 250, Napolyon'dan Hitler'e kabaca 150 sene geçmişti. Yani, Roma sonrası Avrupa'yı daima farklı toplulukların birbirini kısıtladığı ve hiç kimsenin mutlak hakim olamadığı bir "denge" sistemi olarak görüyoruz. Avrupa tek kelimeyle özetlenecek olsa bu kelime denge olurdu.
Ama aynı Avrupa, her millet kendi kimliğini muhafaza etmekle beraber, ilginç bir haslete de sahip oldu: Daima ortak bir kültür dili vardı. Uzun yıllar Latince, sonra Fransızca ve nihayet İngilizce. Devlet modelleri, yönetim biçimleri vs. hep farklılık gösterdi. Ama hukuk sistemleri aynı temelden, Roma'dan, hareket etmişti. Düşüncelerini önce Vatikan'daki Papa, daha sonra kadîm Yunan'dan ilhamla felsefeciler şekillendirdi. Avrupa diplomasisi daima aynı dili konuştu – savaştığı zamanlar dahil. Bu yüzden "Avrupa=denge" işlemini buraya da uyarlayabiliriz. Yani yalnızca güç dengesi değil; mesela meşruiyet dengesi veyahut davranış dengesi de Avrupa için önemlidir. Çünkü şu bilgi kültürel kodlarına işlemiştir: birisi sınırı aşarsa, hepsi yok olur. (Bkz: Adolf Hitler)
Öteki Roma ve Mirası
Biraz da bizim tarihimize bakmak gerekiyor. Bizim lugatımızda denge kelimesi ya hiç olmadı veya "tahammül" kelimesine yakın anlamlı kullanıldı. Yani, biz bir dengeyi kabul ediyorsak, dişimizi sıkıyoruz demekti. Çünkü gücümüz yetmiyordu. Gücümüzü kuvvetimizi toparlayınca dengelerini de alıp başlarına geçirirdik. Nitekim geçirdik.
Bizde güç ortak kabul etmedi. Üzerinde yükseldiğimiz kadîm Türk ve İslam geleneklerinin devlet anlayışı bunu gerektiriyordu. Devlet her şeyin hakimiydi. Çünkü Tanrı devletin başındaki kişiyi "insanları yönetmekle" memur kılmıştı. Düşünce demek devletin iyiliğini düşünmek; hukuk demek tebaanın kendi aralarındaki münasebetini düzenlemek demekti. Devlet ve tebaa kolay kolay karşı karşıya gelmezdi. Sistem böyle kurulmuştu, böyle işledi.
Avrupa ve Türkiye uzun zaman birbirlerine, pek de gizleme gereği duymadıkları, bir küçümsemeyle baktılar. Çünkü bazı benzerlikleri olmakla beraber derin farklılıkları vardı. Üstelik bu farklılıkları o kadar değişik yorumluyorlardı ki, işin sonunda dönüp birbirlerini aptal olmakla itham ediyorlardı. Neredeyse birinin kara dediğine ötekisi ak diyordu.
Kavga, Avrupa'nın bizi "sayılabilecek" her alanda sollamasıyla sona erdi.
Bir Millet Yaratmak
Hayatını İtalya'nın birliğine adayan d'Azeglio "İtalya'yı yarattık, şimdi de İtalyanları yaratmak zorundayız." demişti. Ondan yarım asır sonra Atatürk de aynı sıkıntıyı çekecekti.
Atatürk'ün net tespitleri vardı. "Geri kaldığımızı" düşünüyor ama çalışırsak bu farkı kapatacağımıza ve hatta Avrupa'yı yine geçeceğimize inanıyordu. Geri kalmamıza sebep olan problemler ise yüzeyde değil, derindeydi. İyi bir tedavi için derine inilebildiği kadar inmek ve uru çıkarıp atmak gerekirdi.
Askerdi. Kesin tespitleri buradan geliyordu. Görevine olan tutkusu ve idealizmi milliyetçi yönüyle alâkalıydı. Aynı zamanda duruma adapte olabilme kaabiliyeti ise pragmatizminin eseriydi.
Onun riyasetinde millî bir tarih yazıldı. İçinde pek çok yanlışlar vardı. Fakat ruhuna bakıldığında şunu görmemek imkânsızdır: Bu millî tarih, Avrupa ayarında yazılmıştı. Avrupa için yazıldığı da söylenebilir, neticede kültürel iktidar onlarındı. Fakat göz hizasından, yani eşit bir seviyede kaleme alındığını söylememiz gerekiyor.
Nitekim hedef olarak "muasır medeniyet seviyesinin üzerini" belirleyen birisinden başka bir şey bekleyemezsiniz. Atatürk, kültür ve millet meselelerinde, hesap yapmasını gerektirmeyecek kadar samimidir.
Sorunun derinde olduğu teşhisine, hem uru çıkarıp atmak hem de yeni bir kök bulmakla çare aradı. Miskinliğe sevk eden ne varsa üzerinden geçti. Avrupa medeniyetinin üç temelinden biri olan Roma'nın hukukunu aldı. Hristiyan geleneğini, İslam'ın "akılcı bir yorumuyla" dengelemeye çalıştı. Kadîm Yunan'ın karşısına ise Hitit temelli Anadolu kültürünü koydu. Bu, Avrupa'ya dönüp: "Sizinle aynı kökleri paylaşıyoruz ama biz farklıyız" demekti. Hep eleştirilen kılık kıyafet devrimiyle "onlar gibi" giyiniyorduk, evet, ama aynı zamanda kendimiz gibi düşünüyorduk.
Taaa ki, "babamız" ölene dek. Ondan sonra sürekli vites küçültme, daima kıvırma gördük. Bunun sebebi yalnızca sonra gelenlerin onun kadar "akıllı" olmaması değildi, esas mesele yaptığı işlerin bir nevi "hobi" olarak görülmesiydi. Atatürk "muasır medeniyetin üzeri" diyordu, bir başkasının ufku buna yetişmediği için hedef "muasır medeniyetler seviyesine" çıkmakla yer değiştiriyordu. Demek ki üzerine asla çıkılamayacak bir şeydi bu muasır medeniyet ve fakat kendi kendine çoğalabiliyordu.
Devrimcilerimiz hedef küçültmekle meşgulken muhafazakârlarımız telaşlı bir arayış içindeydi. Ne mi arıyorlardı? Muhafaza edecek bir şeyler!
Koruyacak Şeyi Olmayan Muhafazakârlık
Atatürk ameliyatı derine doğru sürdürdükçe muhafazakâr intelijansiyada iki farklı tavır vücuda geldi: Ne kendini ne de milleti tanımayan küfürbazlar ve hem kendini hem de milleti tanıyan estetikçiler.
İlkine örnek vermeye gerek görmüyorum. Yirmi senedir memleketi idare ediyorlar.
İkinci takım ise isimlerden ziyâde eski payitaht İstanbul'la özdeşleşmiş bir nesilden ibarettir. Kalıcı olma fikrini asla takıntı hâline getirmeyen, savaşçı özellikleri olan ve doğaya çok kolay uyum sağlayan Türklerin muhafaza edeceği maddi kültür öğesinin sınırlı olacağı aşikardır. Fakat "unutabilme" hüneri vesilesiyle manevi kültürünün de değişmeye başlaması, İstanbul merkezli muhafazakâr takımı uyandırdı. Böylece gerçeklerden kopuk, aklın almayacağı kadar estetik eserler ürettiler. Edebiyat halktan beslenirken, halkın edebiyattan beslenmesini talep ettiler. Karnını zor doyuran milletimizin bu durumdan haberi olmadı. Yalnızca bir nesilde gelip geçen muhafazakârlarımız da duyurmak için çok çalışmadılar.
Millî tarih neden önemlidir sorusuna dönmeden önce, Eric Hobsbawm'a ve onun geleneğin icadı dediği kavrama değinmek lüzumunu hissediyorum. Çünkü muhafazakârlarımız korumaya değer bir şey bulamayınca, oturup üretmeye başladılar.
Geleneğin İcadı
"İcad edilmiş gelenekler, mümkün olduğunca grup birlikteliğinin oluşması ve meşrulaştırılması için tarihe başvururlar." diyen Hobsbawm, bu tespitini İngiliz tarihi üzerine yaptığı eşsiz çalışmalarda daha da genişletmişti. Fakat bizim bugünkü konumuzu ilgilendiren esas nokta, "geleneklerin de icat edilebileceği" bilgisidir.
Bu kabulden hareketle, seri örneklerle konuyu Türkiye'ye uyarlayalım. Nazım'ın Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin'i, Atsız'ın Bozkurtlar'ı ve Yahya Kemal'in Süleymaniye'de Bayram Sabahı icad edilmiş geleneğin Türkiye'deki bazı örnekleridir.
Her kesimde bu örneklerden bolca bulunurken, zannetmeyin ki devletimiz uyuyordu. Ne münasebet efendim! Memlekette gelenek icad edilecekse onu da devletimiz eder! Nitekim etmiştir ve etmeye devam etmektedir.
Geçmişten değil günümüzden bir misal vermek gerekirse, İstanbul'daki Çamlıca Camii biçilmiş kaftan olurdu. Hem mimarisi hem de şehrin tepelerinden birisinde konumlanışı itibarıyla selatin camii "geleneğini" devam ettiren Çamlıca Camii hakikaten güzel bir yapıdır. Bizim tarihimizde sultanların camii yaptırması da bir gelenek sayılabilir. Fakat yüz senedir cumhuriyetle idare olunduğumuz akla gelirse, Çamlıca'daki camiiyi dikecek tepe buluruz da, konumlayıp mukayese edecek bir zaman tespit edemeyiz. Peki, devlet neden gelenek icat eder? Daha özelde, devleti idare eden İslâmcılar neden gelenek icat ediyorlar? Cevap sorunun içinde gizli. (Hobsbawm'dan ilhamla) Daha kolay idare edebilmek için!
Kaç Devlet Kurduk?
İslâmcıları bir kenara bırakıp, millî tarih meselesine dönelim. Bu konuyu önemsiyorum. Çünkü millî tarihe sahip olmazsak, millî karakterimizi kaybederiz. Bernard Lewis "Kişi için hafıza ne ise, bir millet için de tarih odur. Tarihini çarpıtan bir toplum nörotik bir kişi, tarihini bilmeyen toplum ise, hafızasını kaybetmiş bir insan gibidir.” diyordu. Haklıydı.
Türkiye bugün ekmek gibi su gibi üç şeye muhtaçtır: Kök, özgüven ve ahlâk. İlk ikisi doğrudan millî tarihle alâkalıyken, sonuncusu için millî tarihle birlikte birçok şey gerekmektedir.
Kök ve özgüven denilince insanların aklına "16 tane devlet kurma" "geleneğimiz" gelir. Biraz yukarıda geleneğin icadından bahsetmiştim. 16 devlet kurmamız da icad edilmiş bir gelenektir. Hem de uzun zamandır fayda sağlamayan, aksine zarar veren bir gelenek.
Karantinada kaldığımız zamanlarda bir not olarak düştüğüm fikirlerimi burada tekrar etmek istiyorum. Şöyle yazmıştım:
Türklerin çok devletli olmasının “beceriksizlik” hissi vereceğini Atsız daha 1952’de söylemişti.
Bugün artık beceriksizliğin ötesinde “vizyonsuzluk” olarak tezahür ediyor çok devletlilik. Milli düşmanlıklara inanmıyorum. Fakat “temkin” önemli bir kelimedir. Diğer milletlerle olan mücadelelerden milli hafızaya kayıt düşülür. Yüz devletlilik bu hafızayı sarstığı gibi, beklenenin tam tersine bir özgüven değil mahcubiyet doğurmuştur.
Bugün “Çinci, Rusçu, Amerikancı ve hatta Kübacıların” bu denli çokluğu buna rağmen Türkçülerin anlaşılmaz sarsaklığının altında şuur eksikliği yatmaktadır. Kelimenin tam anlamıyla “şuursuzluk” hâli anlayacağınız. Tarih, millet, vatan, bugün ve gelecek yalnız hakiki bir şuurla değer kazanır. Milliyetçilik, hakeza…
Türklerin iki devlet kurma tezinin -“milli tarih tezi”- yeniden gündeme alınıp tartışılmasının zamanı gelmiştir.
Not burada bitiyor. Fakat millî tarihi nasıl kuracağımız meselesinden ziyade, nerede kuracağımız sorunu ortaya çıkıyor. İstediğiniz metodu takip edip, canınızın çektiği şeyi içine atın, eğer kimse bundan haberdar değilse millî tarih yazılmamış sayılır. Daha kötüsü, birileri bu durumdan haberdar olup da, sizin "kurduğunuz" tarihi manipüle ederse bu sefer işler tamamen çığırından çıkar. Bu yüzden millî tarihi nerede kurduğumuz bir meseledir. Türkiye bugün nasıl bir görüntü veriyor?
Üç asra yaklaşan ve cumhuriyetle birlikte hız bulan modernleşme (veya batılılaşma) çabamızın bugün gelip dayandığı nokta, ahlakî yönden, çok hazindir. Asırlarca Avrupa'ya küçümseyerek bakmak alışkanlık olmuş olacak ki, şimdi kendisini "batıya ait" hissedenler, aynı küçümseyici bakışı kendi içlerine atmaktan çekinmiyorlar. Karşı tarafta ise, batıya eleştirisini batının sistemi tamir etmek için icat ettiği ve kendi içinde uyguladığı "kritik" müessesesinden devşiren anti-batıcılar var. AKP devrinde ülkenin belirli noktalarda Avrupa'yla sıkı fıkı oluşuna şaşıranlar, hadiseye buradan bakarsalar şaşkınlıkları azalır. Çünkü bir sistemi, yine o sistemin muhaliflerinin sözlerini taklit ederek eleştiriyorsanız, siz de o sistemin bir parçası olmuşsunuz demektir. (Bunu, bugünkü Türk siyasetine de uyarlayabiliriz.)
Milletimizin çok sevdiği "büyük düşünmek" kavramı, kendi düşüncelerinizden bahsediyorsanız geçerlidir. Papağan gibi başkasını tekrar ediyorsanız, sözünüz ne kadar büyürse, o kadar küçülürsünüz.
Geç kaldığımız işleri aceleye getirmekten vazgeçmeliyiz. Temeline kritik kavramını alan, işe yarar bir millî tarihe muhtacız. Hem de hiç olmadığımız kadar...
Lafı yine uzattık. Pek yakın bir zamanda, final yazısıyla, Tarihi Kurmak serisini noktalayacağız.
0 Yorumlar