Dünya yayıncılık aleminin üzerinde kara bir bulut dolaşıyor. “Kısa yazma zorunluluğu”…
Uzun
zamandır; gazetelerden internet sitelerine, kitaplardan dergilere kadar çeşitli
“mediumları” kontrol etmekle vazifeli olan editörler, yazarların tepesine bir Azrail
gibi çöküyor ve şöyle diyorlar: “Kısa yaz, okunmuyor.”
Kimisi “yazar
dostu” çıkıyor ve açıklama yapma zahmetinde bulunuyor: “Her şeyin hızlandığı bu
çağda, insanlar eskisi gibi uzun yazılar okumuyorlar. Olabildiğince kısa
yazmalısın ki, daha fazla okunabilesin.”
Bizimki
gibi yazıdan para kazanmanın imkansız derecesinde zor olduğu bir memlekette,
çalışmalarını okutma kaygısına düşen yazarlar da bu “kısa yazma” isimli köle
kulübüne hemencecik üye oluyorlar. Bir de, okur kaçmasın diye, kitleye göre dans eden “yazarlar” var ama hava gibi olduklarından onları görmemiz imkan
dahilinde değil. Dolayısıyla biz kölelerden devam edelim.
Öncelikle şunu söylemek gerekiyor. 2010’lu yıllarda “uzun yazmak”
hakikaten ölmüş gibi görünüyordu. 2020’lere geldiğimizde ise bırakın ölmeyi, hepimizi
gömeceği anlaşıldı. Peki bu yanlış anlama nereden doğdu?
Teknolojinin
herkese yazı yazma hürriyeti vermesi ve neredeyse her mecranın iletişim kurma temelinde
tasarlanmasıyla beraber; herhangi bir internet kullanıcısı otomatik olarak okur-yazar
oldu. (veya öyle kabul edildi) Twitter diye bir şey çıktı ve insanlar 140
karakterde dertlerini anlatabileceklerini düşündüler. Buna paralel olarak
bloglar da eskisi kadar okunmamaya, okunabilenleri de gittikçe kısa yazmaya
başladılar. Peşine instagram çıkageldi. Artık derdinizi anlatmak için yazı
yazmanıza gerek yoktu: Bol filtreli bir fotoğraf paylaşıp, altına da hoş bir
“emoji” eklediğinizde iletişim kurmuş sayılıyordunuz. Bütün bu yeniliklerin alıcısı
ve tabii ki uzun yazıların ölümünü ilan edenlerin kahir ekseriyeti, internet
çağından çok önce doğmuş kimselerdi. Onların düşüncesine göre; işler bu kadar
hızlanmışken ve neredeyse herkes yayıncı haline gelmişken hiç kimse uzun yazı
okumazdı. Hatta “kimse bir başkasını okumayacak” diyen iletişim düşmanları da
çıktı. Ruhunu Mefistofeles'e olmasa bile modern haline, yani makineye, satanların
düşünceleri böyleydi. Fakat internet çağının çocukları onlara katılmıyordu.
Katılmamakla
kalmıyor, “uzun yazıları” öldüren mecraları da ölüyü diriltmeye zorluyorlardı.
Nitekim başardılar. Önce Twitter karakter sayısını ikiye katladı ve 280’e
çıkardı. Peşine tweet mesajlarını birbirine bağlama (flood) özelliğini getirdi.
Yeni patron adayı Elon Musk – eğer yılan hikayesine dönen sürecin sonunda
Twitter’ı satın alırsa – işi daha da
ileriye götüreceğe benziyor.
“Twitterature”
Japon dostlarımızın “eğlenceli mısra” anlamında Haiku
dedikleri kısa şiirlerin favori mekanlarından birisi de Twitter oldu. Burası
çok şaşırtıcı değildi çünkü haikular zaten 140 karaktere sığıyordu. Esas
ilginçlik, biraz edebi bir dille söyleyecek olursak, şiirin şiiri çağırması
oldu. “Ciddi” şiirler tweet mesajlarının aranan öğesine dönüştü. Twitter’dan
romanlar yazılmaya başlandı. Literature (edebiyat) sözcüğünden kırılarak türetilen
“Twitterature” kavramının ilk örneği daha 2008’de verilmişti. Nicholas
Belardes’in “Küçük Mekânlar” ismini verdiği 358 tweetlik romanı, türün ilk örneği
kabul edildi. Plaza yaşantısıyla dalga geçen bu komik roman da, daha uzunlarını
çağırdı. Halen Twitter’ı “aracı” olarak kabul eden onlarca roman yazılıyor.
Twitter
alternatif edebiyat mecrasına dönüşürken, instagram’da bir savaş başladı:
Emojiseverler vs Emoji düşmanları. Herkes bu savaşı “tatlı arkadaşlarımız”
emojilerin ve destekçilerinin kazanacağını düşünüyordu. Fakat bu da olmadı.
İşler o dereceye geldi ki, emoji kullanılmasına çok da tepki gösterilmeyecek
olan paylaşımlarda bile, sevimli dostlarını kullanmaktan çekinen insanlar
türedi. Çünkü internet çağının çocukları, öncekilere şunu dayatmaya başladılar:
“Bir şey düşünüyorsan fikrini yaz. Fikrin yoksa yazma.”
Blog,
internet sitesi ve dergi yazarları da gittikçe uzun yazılar kaleme almaya
başladılar. (İşin garibi hala “iyi bir bloğun kısa yazılardan oluşması
gerektiği” tavsiyesi verilebiliyor. Sonra neden blog yazarlığı ölü meslek
muamelesi görüyor? Neden acaba?) Kitap yayıncılarının da eli rahatladı. Hala
400 sayfayı aşana deli muamelesi yapılsa da, 300 sayfadan fazla yazmak
“serbest”.
Bütün bu
bilgilere rağmen; tahmin edin hangi mecranın idarecileri “kısa yazmakta”
diretiyor? Bildiniz: Gazeteler. Kaderin garip cilvesine bakın ki, uzun yazı
ölmedi ama gazeteler ölüyor. (Burada işin Türkiye ayağından bahsettiğimi
hatırlatırım. Yoksa haber kalitesinin yanı sıra yazılarının da niteliğini – ve
evet- uzunluğunu artıran gazeteler keyifle okunuyor. Mesela; Guardian, New York
Times veya Der Spiegel)
Bir Şey Katmak
Aslında uzun
veya kısa yazma ayrımı matbaaların yegane yayım organı olduğu dönemlerde bir
şey ifade ediyordu. Çünkü uzun metinler için daha fazla harf kalıbı ve sayfa
gerekiyordu. Bu da ekstra maliyet anlamına geliyordu. Dolayısıyla uzun yazma
ayrıcalığına sahip olabilmek için, okunan bir yazar olmanız gerekiyordu.
Aradaki yayımcıyı ortadan kaldıran (veya klasik kitap yayımını esas alırsak, dönüştüren)
internet sayesinde uzun ve kısa yazıların ölçülebilir maliyeti eşitlendi.
Sonuçta kimse harf dökmüyor ve artan sayfa sayısının gerçek hayatta bir
karşılığı yok. Fakat çağımızda ne olduğundan ziyade “fazlasıyla hızlanmış”
olduğunu tartıştığımız zaman kavramı işin içine giriyor. 2010’ların başında
uzun yazının ölümünü ilan edenler, insanların vaktinin değerli olduğu
varsayımına yaslanıyordu.
İnsanların
vakti değerlidir. Bir yazıyı okumaya başladıkları vakit, bu yazının onlara bir
şey katması gerektiğini düşünürler. Bu düzlemde yazılar kısa veya uzun diye
ayrılmaz. Kimisi meselesini kısa ve öz anlatırken; bazısı özet yapmak yerine
bütün konuyu ele almayı tercih eder. Ama okuduğumuzda bize bir şey katıyorsa,
uzun veya kısalığının bir önemi yoktur. Nitekim bu blog dahil olmak üzere,
birçok yayım organında uzun yazıların gayet de okunduğu – hatta kısalardan daha
fazla okunduğu – görülebilir.
Mesele yazının
okuyana bir şey katmasıdır. Uzun yazı tek başına bir değer değildir. Aynı şey
kısa yazı için de geçerlidir.
Editör,
eleştirmen, yazar ve yayımcı dostlarımızı kabuktan ziyade özle ilgilenmeye
davet ediyor, peş peşe uzun yazılar yazdıktan sonra, “uzun yazmakla” ilgili bu
denemeyi biraz kısa tutarak bitiriyorum. Tepemde bir editör yok ama “lafı
lüzumsuz yere uzatacağıma kısa yazarım daha iyi” diye bir düşüncem var.

0 Yorumlar