"Muhtâc isen füyûzuna eslâf pendinin
Diz çök önünde şimdi Emîrî Efendi'nin"
1071 yılının Ağustos ayının sonlarında, kızdıran güneşin altında, Sultan Alparslan kendi ordusundan dört defa daha büyük Bizans ordusunu nasıl alt edeceğini hesaplıyordu. Aynı anlarda, savaş meydanının yakıcı topraklarından 900 kilometre güneyde, Bağdat şehrinde bulunan Mahmud isimli bir başka adam ise, kendi dilinde kamus yazmak için kafa patlatıyordu. Alparslan nice yiğitlerin meydanda kalması pahasına Anadolu'nun kapısını kırarken; Mahmud da kabiliyetinin sınırlarını aşarak öz dilinin ufkunu genişletiyordu. Mahmud, Kaşgarlıydı. Yazdığı eserin adı ise; Kitâbü Dîvanı Lügati't Türk... (Türk Dillerini Toplayan Kitap)
850 sene sonra; Türkler Anadolu'yu yurt edinmiş, bu topraklarda dünya tarihinin en haşmetli imparatorluklarından birini kurmuş ama bu muhteşem imparatorluk çökmeye yüz tutmuştu. Bir başka anavatan olan Rumeli toprakların dışında kalmış, Arap vilayetleri birlikten ayrılmanın yoluna bakıyorlardı.
1913 senesinin korkutucu belirsizliği 1914'ün öldürücü kesinliğine karışırken ve Türkler sekiz buçuk asırlık vatanlarından da olabilecekleri tehdidiyle yüzleşirken çok normal bir şey oldu. Yarı aklaşmış uzunca sakallı, kara gözlü, kısa boylu fakat enine geniş, Diyarbakırlı bir kitap hastası İstanbul'da bir sahafa girdi. Hoş beş faslına kadar her şey gayet sakin ilerlerken, Sahaf Burhan, Diyarbakırlı kitap hastasına elinde eski bir eserin bulunduğunu söyledi.
Tam olarak hangi gün ve hatta hangi ay gerçekleşti bilemiyoruz ama Ali Emiri Efendi'nin Dîvânı Lugâti't Türk nüshasını böyle keşfettiğini biliyoruz. Çok şey elden gittikten sonra ve her şey de elden gitmek üzereyken; sanki Tanrı devreye girmiş ve bir türlü kurtuluş yolunu bulamayan bu sadık kullarına yolu göstermişti: Kendinizi tanıyın.
Kader, kozmos, karma ya da k harfiyle başlayan başka bir mucizevî kelimeye inanıyorsanız Ali Emiri Efendi'nin Dîvânü Lugâti't Türk'ü keşfini açıklamanız kolaydır. Eğer inanmıyorsanız, bu yazıyı okuduktan sonra, inanmaya başlayabilirsiniz.
Kitâbü Dîvanı Lügati't Türk
"(Tanrı) Zamanımızın hakanlarını onlardan çıkardı; dünya milletlerinin idare yularını onların ellerine verdi; onları herkese üstün eyledi; kendilerini hak üzere kuvvetlendirdi. Onlarla birlikte çalışanı, onlardan yana olanı aziz kıldı ve Türkler yüzünden onları her dileklerine eriştirdi; bu kimseleri kötülerin - ayak takımının - şerrinden korudu. Oklarına dokunmaktan korunabilmek için, aklı olana düşen şey, bu adamların tuttuğu yolu tutmak oldu. Derdini dinletebilmek ve Türklerin gönlünü almak için onların dilleriyle konuşmaktan başka yol yoktur." Kaşgarlı Mahmud, Dîvânü Lugâti't Türk'ten.
11. yüzyılın Bağdat'ı, hilafetin merkeziydi. Abbasi halifesi burada oturur, İslâm âlemine sözünü Bağdat'tan iletirdi. Araplara nispetle yeni müslüman olan Türkler, artık dinginleşmiş Arapların fütûhat vazifesini devralmışlardı. Kılıç Türklerin, kalem halifenin elindeydi. Kaşgarlı Mahmud gibi kimi Türkler kaleme de el atmışken; savaşçı özelliği ağır basanları ise Abbasi başkentinde kuvvetli bir "Türk lobisi" meydana getirmişlerdi. Bu kadar çok Türk'ün yaşadığı, üstelik devlet katında görev aldığı, bir şehirde Türkçe bilinmesi faydalıydı. Bir de kazanılan Malazgirt Zaferi'yle beraber Bağdat şehrinin Anadolu'yla olan bağlantısı tamamen Türklerin eline geçmişti. İki dilli bu şehirde Araplara Türkçe öğretecek birisine ihtiyaç vardı. Bu eksikliği gidermek vazifesi; Barsgan şehrinin emiri Hüseyin'in Kaşgar'da doğan, nice Türk memleketlerini gezen ve nihayetinde "ölümsüz bir eser" bırakma sevdasına kapılan oğlu Mahmud'a düşmüştü. İyi derecede Arapça bilen Kaşgarlı Mahmud işini layığıyla yapacaktı.
Uzun bir hazırlık döneminden sonra iki senede (1072-74) yazılan kitap, Kutalmışoğlu Süleyman Şah Anadolu'da doludizgin sefer eyler ve büyük sultan Melikşah devletinin sınırlarını her tarafa genişletirken; 1077 yılında, Bağdat'taki halifeye sunuldu. Ardından asırlar sürecek bir uykuya yattı. (Bu bir Türk geleneği galiba; asırlar süren uykuya yatmak.)
Başta Katip Çelebi'nin Keşfüzzünun'u olmak üzere çeşitli kitaplarda varlığından bahsolunuyor hatta kimi Arap yazarları bu eseri kaynak göstererek kitaplar kaleme alıyorlardı. Fakat Türk dilinin lehçeleri hakkında detaylı malûmat veren kamusun kendisi ortada yoktu.
Aynı bilinmezlik yazarı için de geçerliydi. Kimi araştırmacılar Mahmud'un mezarının doğduğu Kaşgar şehrinde bulunduğunu iddia ederek ona bir ölüm tarihi bahşetse de, yazdığı eserle ölümsüz olan bu adamın ruhunu nerede ve ne zaman teslim ettiği de belirsizdir.
Yine de kitabın başka Arap memleketlerinde istinsah edildiği (çoğaltıldığı) biliniyordu. Nitekim, Ali Emirî Efendi'nin bulduğu nüsha, yazılmasından iki asır sonra Sâveli Muhammed isimli biri tarafından istinsah edilen hâliydi.
Ali Emiri'nin Tercüme-i Hâli
"Âmid o şehr-i nûr öğünsün ilel-ebed
Fazl ü fazîletiyle bu necl-î bülendinin"
Kervanlarla ticaret yapan bir babanın en küçük çocuğu olarak 1857'de Diyarbakır'da dünyaya gelen Ali Emirî doğduğunda, babası Mehmet Şerif Efendi altmışını geçmişti. Emirî'ye göre ailesi seyyiddir. Yani Hz. Hüseyin'in soyuna bağlanmaktadır.
Şairi bol bir ailede doğdu. Çok küçük yaşlardan itibaren kitap okumaya ve yine az sonra okuduklarını biriktirmeye başladı. Kendi ifadesiyle dokuz yaşında kitap toplamaya girişmişti.
Otuz sene memuriyette bulundu. Anadolu, Rumeli ve Arap vilayetlerinde yani Osmanlı ülkesinin dört bir tarafında görev yaptı. Kiminde kısa süreli kalmak kaydıyla, vazifeli bulunduğu vilayetler arasında; Elazığ, Selanik, Atina, Ankara, Adana, Kırşehir, Trablusşam, Taif, Yanya, İşkodra ve Yemen sayılabilir. Meşrutiyet'in ikinci kez ilanının ardından, 1908 yılında, Halep Defterdarlığı'ndan emekliye ayrıldı.
Emeklilik döneminde tarih ve eğitimle ilgili birkaç dernek ve vakıfta görev aldı.
Türkçe'nin yanısıra Arapça, Farsça ve Kürtçe bilen Emirî Efendi kuvvetli bir hafızaya sahipti. Ezberinde binlerce beyit bulunduğu rivayet ediliyor, birçok şairin hayatını yalnızca aklına danışarak ve teferruatıyla anlatabiliyordu. Bunu da çok kitap okumasına borçluydu. Nitekim bu durumu şiire şöyle tahvil etmişti:
"Gülşene gitsemde yanımda berâberdir kitâb
Uykuya varsam da dersim gösterir rü'yâ bana"
Bu beyitten de anlaşıldığı üzere şiire meraklıydı. Sık şiir yazardı. Fakat bu sahada başarı kazanamadı. Şiir mevzularını daha çok naatlar, padişahlara kasideler, yaşadığı zamanın kimi olaylarına ve kişilerine tarizler oluşturuyordu. Tarih düşürmeye özel bir merakı vardı.
Artık eskidiğini kendisinin de anladığı aruz ölçülü şiiri yenilemek istiyor fakat bunu Türklerin batılılaşma serüveni gibi yapıyordu. Mesela Yahya Kemal'i güldüren "Tayyâreye binmiş geziyor nâz ile cânan" mısraı bunun mükemmel örneğidir.
Bilindiği gibi "cânanın nâz ile gezmesi" eski edebiyatımızın en sevdiği mevzulardandır. Bu mevzuyu olduğu gibi muhafaza eden Emiri Efendi, mesela "sandalla" gezebilecekken tayyareyi işin içine sokar. Fakat nâz aynıdır, gezmek aynıdır, cânan aynıdır. Batı'nın yalnızca fennini alınca ortaya nasıl bir görüntü çıkıyorsa, Emiri Efendi'nin mısraı bunun şiirdeki yansıması olarak düşünülebilir.
18 yaşındayken öğrendiği "telgraf fenni", Ali Emirî Efendi'yi aynı zamanda bir teknoloji meraklısı yapmaya yetti. Bu merakını şiire de sokunca, ortaya şunun gibi mısralar çıktı:
"Ey Emîrî hem iyân hem sır yine ermez ukûl
Verdi hayret âlem-i irfâna telsiz telgraf"
Yahya Kemal, Emîrî Efendi'nin "tayyâreye dâir şiir söylemesiyle, üç yüz sene evvelden bir saniye bile ayrılmadığı, şiirde bir milimetre yenilik olsun yaratmadığı anlaşılır." diye yazmıştı. Üç yüz sene evvelinden ayrılamama vaziyeti yalnızca şiirinde değil hayatında da görülüyordu. Fesini hiç çıkarmıyor, gözlük yerine de pertavsız kullanıyordu.
"Üç yüz sene evvelinden bir saniye bile ayrılmayan" bu adam, yine de üç yüz senelik dertlere dair bir iki kelam etme cesaretini gösterebilmişti:
"Akrabâsı olmayan bin ehl-i istihkâkdan
Mültezimdir akrabasından bir echel mutlaka"
Ya da, yine bir "yenilik" olarak yazdığı, gazete kasidesinde şöyle diyordu:
"Nice ihtârı olur hüsn-i kabûle mazhar
Devlete bâ'is-i tezyîd-i kuvâdır gazete
San'at ü ma'rifeti etdi zuhûrı a'lâ
Millete mûcib-i tahsîl-i gınâdır gazete"
Bibliyoman
"İklîm-i Rûm'u gezdi otuz yıl taraf taraf
Bir maksadiyle tab'-ı nefâ'is pesendinin"
Diyarbakırlı şairlerin tezkiresini (hayat hikâyelerini) hazırlamaktan divan yazmaya, dergi çıkarmaktan hatırat kaleme almaya birçok iş yapan Ali Emirî Efendi'nin esas hususiyeti kitap bağımlılığıydı.
"Bulmadım dünyada gitti kendime bir âşinâ / Hamdulillah âşinâ ders ü kitâb oldu bana" diyen Emiri Efendi'nin kitap almak için tayinini çıkarttığı rivayeti söylenir ki, yanlışsa bile, bir rivayet bir adamı açıklamaya ancak bu kadar yardımcı olur. Kimsenin kütüphanesini yağmalamadan, tamamen kendi maaşı ve ailesinden kalan parayla; 4500'ü el yazması olmak üzere, 16 binden fazla kitap toplamayı başarmıştır.
Ali Emiri hakkında halen aşılamamış bir biyografi yazan Muhtar Tevfikoğlu, onun kitaplarla ilişkisi hakkında şu yorumu yapar:
"Biyografisini, belirli çizgilerle sınırlanmış bir plân içinde derleyip toplamaya çalıştığımız Emîrî Efendi'yi ömrü boyunca önüne katıp sürükleyen hangi rüzgârdı?
Şiir mi, dil mi, tercümei hâl mi, tarih mi, tenkit mi?
Hiçbirisi değil belki! Gerçi bunlara teker teker vaktinin birer parçasını vermişti; fakat asıl hayatını, gönlüyle ve bütün varlığıyla kitaplarına vermişti.
O, gayretli bir şark bilgini, anlayışlı, dikkatli bir kitap eksperi, tam mânasiyle bir bibliyofil ve - en doğrusu - bir bibliyomandı: yâni kitap hastası idi."
Hiç evlenmeyen ve fotoğrafının tespit edilmesine müsaade etmeyen Emirî Efendi'nin yalnızca rahmetli Süheyl Ünver tarafından çizilmiş bir portresi bulunmaktadır. (Kapaktaki görsel budur.)
(Emîrî Efendi hakkında, benim de yazıyı hazırlarken fazlasıyla istifade ettiğim, birkaç isim ve eser önermek gerekirse; Muhtar Tevfikoğlu'nun Ali Emiri Efendi biyografisi, her ne kadar taraflı olsa da İbnülemin Mahmut Kemal İnal'ın Son Asır Türk Şairleri'ndeki Ali Emirî maddesi, Kilisli Rifat Bilge'nin Ali Emirî hakkında yazdıkları ve Mustafa Uğurlu Arslan'ın başta Emiri Efendi'nin Divan'ı olmak üzere şiiri üzerine yaptığı çalışmaları sayabilirim.)
Dîvanı Lügati't Türk'ün Basılması (Ziya Gökalp, Talat Paşa ve diğerleri)
"Yekpâre nûr olan bu kütübhâne-i nefis
Yekpâre servetiydi bu âlemde kendinin"
Dîvânü Lugâti't Türk'ün basılması sürecini, 1945'te, Yeni Sabah gazetesine tefrika eden Kilisli Rifat Bilge, girişte bir parça anlattığım kitabın keşfedilişi hakkında da yazmıştı. İlgili yazıdan ilhamla bütün süreci özetliyorum.
"Divanyolu'nda Karababa sokağının başında Diyarbakır Kıraathanesi adlı bir kıraathane vardı. Diyarbakırlı Ali Emirî Efendi buranın birinci müşterilerinden idi."
Bir gece kıraathaneyi teşrif eden Ali Emirî Efendi, hazirûna bir soru yöneltti:
- Divanü Lugâti't Türk isminde bir kitap gördünüz mü yahut işittiniz mi?
Başka kitaplarda adına rastlayanlar söylediler. (Bunlardan birisi de Kilisli Rifat Bey'di.) İşitenler de vardı. Fakat kimse görmemişti. Ezberinde binlerce beyit olduğu söylenen Emîrî Efendi, vaziyete uygun olanını Fuzulî'de buldu: "Eyledim tahkik, görmüş kimse yok canânımı".
Emiri Efendi'nin bu sevincini görenler ne olduğunu anlasalar da, üstadı konuşturma kaabilinden, onun kitabı görüp görmediğini sordular. Ali Emirî Efendi sadece görmediğini aynı zamanda sahibi olduğunu açıkladı. Ardından kitabı alış hikâyesini anlattı.
Buna göre; Sahaf Burhan kendisine elinde bir kitap olduğunu, sahibinin otuz altın istediğini ve kıymetli bulduğu bu kitabı satmak üzere Maarif Nezareti'ne götürdüğünü anlatır. Maarif Nazırı işi encümene havale eder. Encümen de "otuz altına kütüphane kurulacağını ancak on altın verebileceklerini" teklif edince kitap Burhan'da kalır. Yazık ki, yarın bu kitabı ona satması için veren hanım gelecek ve kitap satılamadan elden gidecektir. Sahaf, son bir umutla kitabı Emîrî'ye gösterir ve "işinize gelirse alın" der.
Emîrî Efendi kitabı görür görmez çarpılır. Fakat fiyat yükselmesin diye pazarlığa girişmekten de geri kalmaz. Sahaf Burhan ise pazarlık edemeyeceğini çünkü kitabın onun olmadığını söyler. Kitap eski Maliye Nazırı Nazif Bey'in hareminden yaşlıca bir hanıma aitmiş. Kendisine Paşa tarafından verilmiş ve "Bak sana bir kitap veriyorum. İyi sakla! Sıkıldığın zaman kitapçılara götür. Altın para otuz lira eder, aşağıya verme" demiş.
Sahaf Burhan bunları anlatırken kitabı incelemeye fırsat bulan Emîrî Efendi otuz lirayı vermeye çoktan ikna olmuştu bile. "Kadına da faydamız dokunur" diyerek sahafa durumu çaktırmamaya çalıştı. Yazık ki, yanında sadece on beş altın vardı.
Eve gitse kitap dükkanda kalacak. Emîrî Efendi'nin aklı zaten kitapta, dolayısıyla bırakamıyor. Paranın yarısını verse o da olmayacak. Emîrî Efendi dua eder: "Allahım bir dost gönder, bana yardım etsin. Beni kitaptan ayırma!"
İki dakika sonra yoldan kadîm dostlarından eski Darülfünun edebiyat öğretmeni Faik Reşat Bey geçer. Emîrî Efendi hemen ondan yirmi lira ister. Faik Bey'de on lira vardır ama kalanını eve gidip getirmeye söz verir. Böylece Emîrî Efendi kitabı terk etmeden başında bekler. (Aklıma Abdülhak Hamid'in meşhur mısraı geliyor. Fatih'e hitaben: "Durmuş başında bekler bir kavm türbedârın" yazmıştı.)
Faik Reşat Bey'in söz verdiği gibi parayı getirmesiyle otuz altını tamamlayan Emîrî Efendi, üç lira da Sahaf Burhan'a bahşiş vererek, Türk tarihinin çok kıymetli bu eserini toplamda otuz üç altına alır.
Kitap hastası Emîrî Efendi kamusu alınca uyuyamaz. Bütün gece inceler. Kitabın sayfalarının birbirine karışması, üstelik birbirine girmiş sayfaların numaralarının bulunmaması canını sıkar.
Yine de "Emîrî Efendi bu kitabı elde ettikten sonra neşesiyle sermest oldu. Eşine, dostuna rast geldiğine "Ben bir kitap aldım, şöyledir, böyledir" diye ballandıra ballandıra söylüyordu."
Bu laflar Ziya Gök Alp'ın da kulağına gider.
Zamanın en kuvvetli Türkçüsü olan Ziya Gökalp kitabı görmeden aşık olmuştur. Hiç olmazsa bir kez olsun bakmak amacıyla hemşehrisi Emîrî Efendi'yi ziyarete giden Ziya Bey, beklemediği bir cevap alır: "Şimdi gösteremem, belki iki ay sonra olur".
Fakat Ziya Bey kolay yılacak insanlardan değildir. Diyarbakır mebuslarından ikisini, kitabı görmek için, Emîrî Efendi'ye gönderir. Emîrî Efendi onları da kovmaktan beter eder.
Türkçülerin "peygamberi" Ziya Bey kitabın nasıl bir hazine olduğunu daha görmeden anlamıştır. Fakat üç yüz sene öncede yaşayan ve sıkı bir Abdülhamid hayranı olan Emîrî Efendi de kitabın değerini biliyordu. Dolayısıyla Ziya Bey'in kitabı görmesi, daha iyisi geniş kesimlerin okuması amacıyla bastırması için işi hayli zor olacaktı. Kilisli Rifat Bilge tam da bu konuda Ziya Bey'e yardımcı olacaktı.
Ama ondan önce Ali Emirî Efendi'nin bir korkusuna çözüm bulması gerekiyordu. Kitabın şirazesi çözülmüş, başı sonu belirsiz hâle gelmişti. Sayfa numaraları da eksikti. Ali Emirî Efendi kitabın tamam olup olmadığından şüpheliydi. Dostu Kilisli Rifat Bey'den kitabın üzerinde çalışıp sorunu çözmesini istiyordu.
Böylece Rifat Bey'in kitapla mesaisi başlamış oldu.
Yapılan çalışma neticesinde Dîvânü Lugâti't Türk'ün tam metin olduğu anlaşıldı. Emîrî Efendi o kadar sevindi ki, evinin yarısını Rifat Bey'in üzerine yapmaya niyetlendi. Kilisli'nin isteğiyse Emîrî Efendi'nin evinin yarısı değil, kitabın neşredilmesiydi. Böylece en az kitabın bulunması kadar ilgi çekici ama ondan daha renkli olan basılması süreci başlamış oldu.
Emîrî Efendi, tayyareye binmese de, kelimenin tam anlamıyla naz yapıyordu. Bunun üzerine devlet büyüklerinin iltifatından çok hoşlanan bu eski zaman adamına bir oyun etmeye karar verildi.
Ali Emîrî, İttihadçıların büyük efendisi olan Talat Paşa'ya hayrandı. İşin içinde Ziya Gök Alp'ın da bulunduğu plan bu bilgiden hareketle kuruldu.
Buna göre; belirli aralıklarla Adliye Nazırı İbrahim Bey tarafından davet edilen Emîrî Efendi, yine bu zat tarafından Ramazan ayının da içinde bulunulması münasebetiyle, Koska'daki evine iftara çağrılacaktı. Talat Paşa da devlet vazifelisi bir kısım arkadaşıyla "tesadüfen" oradan geçerken Adliye Nazırı'na uğrayacak, nazırın Emiri Efendi'yi takdimi üzerine, fazlasıyla övgüde bulunacaktı. Bu kadar iltifat sayesinde gardı düşecek Emîrî Efendi'ye son darbe yine Talat Paşa eliyle vurulacak ve Dîvânü Lugâti't Türk'ün "neşrine müsaade etmesi" istenecekti.
İşler tam da planlandığı gibi gitti. Devrin padişahtan bile kuvvetli adamı Talat Paşa'yla tanışan, üstelik onun övgüsüne mazhar olan Emîrî Efendi kitabı bastırmak için izin verdi. Yalnızca iki şartı vardı: Düzenlemeyi Kilisli Rifat yapacaktı. Kitap basılana kadar Kilisli Rifat Bey haricinde kimse tarafından görülmeyecekti. Tabii ki kabul edildi.
Böylece kitabın "adı söylenince Leylâsının adını duymuş zavallı Kays gibi alı çekilen" Ziya Gök Alp'ın istediği olmuştu.
Kitabın Kilisli Rifat Bey'e teslim edilmesinden üç gün sonra, Talat Paşa tarafından Emîrî Efendi'ye üç yüz altın gönderildi. Emîrî Efendi teşekkür ederek parayı kabul etmedi. Yeniden Talat Paşa'ya yollarken de ihtiyacı olanlara "Divanü Lugâti't Türk sadakası" olarak dağıtılmasını istedi.
Kilisli Rifat Bey tarafından yürütülen uzun ve kitabın başına bir şey gelme ihtimali sebebiyle korkulu geçen sürecin sonunda, Divanü Lugâti't Türk, üç cilde bölünerek basıldı. Savaş zamanı olduğundan, bir de Emîrî Efendi'nin inadı yüzünden Kilisli Rifat Bey haricinde kimse tarafından kitaba dokunulamadığından, tercüme kısmında epeyce bir eksik vardı. Bunlar da Besim Atalay'ın 1940'ların başında yaptığı çalışmayla giderildi.
11. yüzyılın sonunda yazılan Türk dilinin bu kurucu metni, yirminci yüzyılın ortasına gelindiğinde ancak esas hâliyle okuyucusuyla buluşabildi. Ali Emirî Efendi bulana kadar nerelerde dolaştı bilinmese de; Emîrî Efendi tarafından keşfedilişi, Ziya Bey tarafından ısrarla bastırılmak istenişi, Talat Paşa'nın devreye girişi, Kilisli Rifat Bilge'nin tek başına çalışarak kitabı neşre hazırlaması, yeni doğan cumhuriyet idaresinin Dil Kurumu'nu açması ve bu kurumun yetkili ismi Besim Atalay'ın kitabı son haline (ilk hâli mi demeli?) getirmesiyle kitabın basım hikayesi tamamlanmış oldu. Divan'ın mükemmel halinin çöken devletimizde değil, yeni kurulan devletimizde gerçekleşmesi ise talihin bir başka mesajı olsa gerektir.
Divan'ın hikâyesini burada bitirip, Emîrî Efendi'nin kütüphane macerasına geçebiliriz.
Millet Kütüphanesi
"Ecdâd-ı pâkimiz gibi vakfetdi millete
Hayrânı oldu halk eser-î bî-menendinin"
Emîrî Efendi'nin kitap hastalığı yalnızca kendi nefsini tatmin etme amacını taşımıyordu. Onun en büyük hayali topladığı nadir eserleri bir millet kütüphanesi hâline getirmekti. Kaşgarlı Mahmud'un Divan'ını keşfetmesiyle şöhretini artıran Emiri Efendi, yıllarca memuriyetinde bulunduğu devletin de yardımıyla, bu hayalini gerçek kılmaya karar verdi.
1915'in sonlarında, İstanbul'da, hareketli bir mekân arayışı başlar. Önce Yerebatan'da bir yer bulunur, Emirî burayı beğenmez. Aklında Ayasofya'daki Şehit Ali Paşa Kütüphanesi vardır. Fakat buranın tamire muhtaç olması ve savaşın devam etmesi sebebiyle bu tamiratın yapılamaması yüzünden inadından vazgeçer.
Nihayetinde, Fransız elçisinin eşi tarafından tamir ettirilen ve tadilatı pek yakında bitecek olan Feyzullah Efendi Medresesi'nde karar kılınır.
17 Nisan 1916 tarihinde, Fatih'te bulunan Feyzullah Efendi Medresesi'nde Millet Kütüphanesi ismini verdiği hayalî gerçek olur. Kütüphaneye kendi ismini vermesi teşebbüslerini, tam bir eski zaman adamı olduğunun kanıtıyla, reddeder. Onun artık tek isteği Millet Kütüphanesi'nin müdürlüğünü yapmaktır.
Dîvânü Lugâti't Türk'ün Emirî Efendi tarafından keşfedilen nüshası da bugün Millet Yazma Eser Kütüphanesi adını alan Fatih'teki binada bulunmaktadır. (A.E. Arabi 4189 numara)
Vefatı ve Sonsöz
"Yâ Fahr-ı Kâinaat sen îfâ et ecrini
Dîvân-ı Kibriyâ'da bu Şark ercümendinin"
Millet Kütüphanesi'nin müdürlüğünü sürdürdüğü 1924 yılının başında aniden rahatsızlanan Emiri Efendi, 23 Ocak'ta, 67 yaşında vefat eder. Fatih Camii haziresine defnedilir. Mezar taşına "Fâtih'de Millet Kütübhânesi müessisi efâzıl-ı İslâm'dan ve şuarâyı zevi'l- ihtirâmdan fahrü'l-üdebâ Diyarbekirli Ali Emirî Efendi merhûmun karargâh-ı ebedîsidir" yazılmıştır.
İstanbul yazarlarından Mithat Cemal Kuntay "Kitap Sevenler" başlıklı yazısında onu şu nefis tarifle anlatmıştı:
"35 sene evvel sahhaflarda, kitapçı dükkânında sükût ederek oturan bir adam görürdüm: Ali Emirî Efendi.
Ali Emirî Efendi, kitapçı dükkânında, birini bekliyormuş gibi, sokağa ait bir çehreyle otururdu; halbuki onun beklediği şey dükkânın içindeydi: kitap!... Çünkü Emirî Efendi kitapçı dükkânında saatlerce oturuyor demek, kitapçı bir gün evvel bir terekeden mutlaka bir yazma kitap aldı demekti. Çünkü Emirî Efendi bunu mutlaka duyardı.
Ve bu yazma kitabı Emirî Efendi ucuz almayı kitapçı pahalı satmayı düşünür, ikisi de bu hırsları belli olmasın diye karşılıklı susarlardı. Nihayet, kitapçı bir "define" bulduğunu söyliyerek Emirî'ye bir kitap uzatırdı. Fakat Emirî Efendi "defineyi" elinin tersiyle iterdi:
– İstemem, bir eşi bizim kütüphanede var!
Bu cevabı, kitapçı, Emirî Efendi'ye yakıştıramaz, meslek namına kızardı:
– Eşi kütüphanenizde varsa ne çıkar? Rıza Paşa hazretlerinin kütüphanelerinde bir yazma kitaptan üç dört nüsha bulunur. (Hakikaten bu Rıza Paşa'nın bir yazma kitaptan üç, dört nüsha aldığı o kadar meşhurdu ki, biz çocuklar bile, bunu bilirdik: bir tanesini tezhibi için, bir nüshasını yazısı için, üçüncüsünü de cildi için alıyordu.)
Emirî Efendi bu sefer Rıza Paşa'nın kütüphanesine kızardı:
– Rıza Paşa'nın kütüphanesi mi? Hangi kütüphane? O, Ahmet Vefik Paşa'nın kütüphanesini aldı. Toplamadı, hazır buldu.
Bu münakaşa bir kavga sesiyle başladığı halde kavga çıkmazdı ve Emirî Efendi yazma kitabı satın alır, giderdi. Sonra ikisi birbirlerinin arkalarından mahremane eğlenirlerdi: kitabı ucuz aldığı için Emirî Efendi kitapçının cehaletine, kitapçı pahalı sattığı için Emirî Efendi'nin saflığına gülerdi."
"Bir kitap meraklısından nadir bir kitabını istemek, onu büyük bir felakete uğratmaktır." diyen bu kitap bağımlısı eski zaman adamını, belki de en iyi anlatan sözler, keşfettiği Divanü Lugâti't Türk'te geçen Alp Er Tunga sagusunun son mısralarıdır:
"Keçmiş ödüg irtedi
Tün kün keçip irtelür."
(Geçmiş günü aradı,
Geçmiş günler aranır.)
0 Yorumlar