Avusturya Yahudisi bir ailenin çocuğu olarak 1881'de dünyaya gelen Stefan Zweig, Alman dilinin ustalarından birisiydi. Bütün bir Avrupa edebiyatını ve tarihini inceleyen bu adam, Avrupalı olmayı seviyordu. Bilhassa Birinci Dünya Savaşı'nın ardından ikincisinin geleceğini sezmeye başladığında - ki, her iyi yazar gibi sezgileri kuvvetliydi - Avrupalılık fikrinin üzerinde daha sık durmaya başladı. 1927 yılında yayınladığı Sternstunden der Menschheit'ı, (Türkçe'ye İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar adıyla çevrildi) bu düşünceyle kaleme aldı. İnsanlık tarihinden seçtiği on iki önemli olayı, kendi üslubunca ve zaman zaman Freudyen bir tarzda kaleme alan Zweig'ın ele aldığı konuların tamamı Avrupa merkezliydi. (Goethe'nin Marienbad şiirlerinden La Marseillaise'in yazılışına, Rus Devrimi'nden - taraflı ve yanlış bir şekilde yazdığı - Istanbul'un fethine kadar.)
1942 yılında, çok sevdiği ve hatta bütün eserlerini ona bakarak yazdığı Avrupa büyük bir savaşın ortasında yok olurken, yani hayatta tutunduğu yegâne nokta ortadan kalkmak üzereyken, Zweig intihar etti. Onun çok sevdiği yöntemi yine kendisine uyarlarsak, yani eylemi yapanın beynine girerek "neden" sorusuna yanıt ararsak, muhtemelen şöyle bir cevap buluruz: İçine doğduğu, kendisini şekillendiren ve yok olmaması için yıllarca uğraştığı Avrupa'nın ortadan kalkması demek, aslında Zweig'ın dünyasının da ortadan kalkması demekti. Savaşı sezen, yok oluşu hisseden bu adamın kuvveti, böylesi bir kendi kendisini imha hareketini göğüslemeye yetmedi. Çok sevdiği Avrupa'sından önce "yok olmak" istedi. Başarabildi mi? Seksen sene sonra kitaplarından alıntı yapıp üzerine konuşuyorsak, başaramadı. Fakat, iyi ki de başaramadı.
İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar'a dönecek olursak; Kasım Eğit tarafından Türkçe'ye çevrilen ve Can Yayınları'nca basılan kitaba, özellikle tarih meraklılarını cezbedecek bir önsöz yazdı. Tarihe nasıl bakmalıyız sorusu peşinde bir hayli yazı yazmış, hatta pek yakında son yazısını yayınlayacağım Tarihi Kurmak isimli bir yazı dizisi hazırlamış birisi olarak; bu önsözü yeniden okuduğumda önümde iki ihtimal vardı: Ya bir yazının içinde olduğu gibi alıntılayacak ve hem yazıyı hem de önsözü perişan edecektim. Veyahut ayrı bir yazı olarak paylaşacaktım. Buraya kadar okuduysanız, ikincisini tercih ettiğimi anlamışsınızdır. Öyleyse Zweig'ın tarihe nasıl baktığını hep birlikte okuyalım. (Meraklısı için kitabın tamamını tavsiye ederim.)
"Gününün yirmi dört saati boyunca yaratıcı olan hiçbir sanatçı yoktur; onun yarattığı en büyük ve en kalıcı yapıtlar, yalnızca ve yalnızca ilham perisinin geldiği o pek ender rastlanan anlarda oluşmuştur. Aynı şekilde, gelmiş ve geçmiş bütün çağların en büyük şairi ve yaratıcısı olarak kendisine hayranlık beslediğimiz tarih de sürekli yaratıcı olmamıştır. Goethe'nin "Tanrı'nın gizemli atölyesi" diye adlandırdığı tarih içinde de günlük ve önemsiz olaylar pek çoktur. Tarihte de, sanatın her türünde ve günlük yaşamda olduğu gibi çok görkemli ve unutulmaz anlara ender rastlanır. Tarih, çoğu kez bir kronik hazırlayıcısı gibi titiz bir çalışma ile gerçek olayları halkalar gibi art arda ekleyip binlerce yılı saran dev bir zincir oluşturur; her türlü heyecan ve gerilim için bir hazırlık dönemi, her gerçek olay için de bir oluşum süreci gereklidir. Bir ulusun içinden bir dâhinin çıkabilmesi için milyonlarca insanın dünyaya gelmesi gerekli olmuş, gerçek bir tarihsel olayın, yani yıldızın parladığı anların oluşması için de milyonlarca saat beklemek zorunda kalınmıştır.
Ancak sanat dünyasında bir dâhi ortaya çıkınca, çağlar boyu kendisinden söz ettirir; böyle bir an, bir dünya ânı ortaya çıkarsa, bu, gelecekteki onyılların ve yüzyılların da belirleyicisi olur. Nasıl ki atmosferdeki bütün elektrik akımı bir paratonerin ucunda bulunuyorsa, en küçük bir zaman dilimine bile inanılmaz sayıda çok tarihsel olay sığdırılmıştır. Başka zamanlarda kendi hâlinde, peş peşe ve yan yana gelişen olaylar, her şeyi belirleyen ve her şeye karar veren o bir tek anlık zaman dilimi içine sıkışıverir: Tek bir evet, tek bir hayır, bir anlık erken davranma ya da bir anlık geç harekete geçme, bu ânı, yüzlerce kuşak da geçse, asla geri getiremez ve bu, yitirilen an, bireyin ve ulusların yaşamını ve hatta bütün bir insanlığın yazgısını belirler.
Çağları aşan bir kararın bir tek takvime, bir tek saate ve çoğu kez de yalnızca bir tek dakikaya sıkıştırıldığı böylesine trajik ve yazgıyı belirleyici anlara, bireylerin yaşamında ve tarihin akışı içinde çok ender rastlanır. Ben böyle anları, yıldızın parladığı anlar diye adlandırdım, çünkü onlar, tıpkı yıldızlar gibi hiç değişmeden geçmişin karanlığına ışık tutmaktadırlar. İşte bu kitabımda, değişik zamanlara ve değişik bölgelere ait kimi önemli anları, yıldızın parladığı anları anımsatmaya çalıştım. Yapıtta yer alan tarihsel olayları anlatırken, gerçekleri hiçbir biçimde değiştirmedim, kendi katkılarımla renklendirip zenginleştirmedim. Çünkü tarih, kusursuzluğa ulaştığı böylesine eşsiz anlarda, kendisine yardım için uzanan ellere gereksinim duymaz. O, bir şair, bir dram yazarı işlevini gerçek anlamda yerine getiriyorsa, hiçbir şair onu aşmayı denememeli."
0 Yorumlar