Umutsuz İnsanların Ülkesi

Umutsuzluk Tetebbular

Anketleri, saha araştırmalarını takip ediyor musunuz? Ben ediyorum. Fakat hangi parti ne kadar oy alacak, birbirinin aynısı iki siyasetçinin hangisi kazanacak veya bizim takım bu sene mi yoksa devresi yıl mı şampiyon olacak gibi niyet okumaları değil de, meseleye "siyaset üstü" yaklaşabilenleri izliyorum. Siyaset derken çok konuşma sanatından bahsediyorum. Yoksa karar alma sorumluluğu manasındaki - ve bizde hiç bahsedilmeyen - siyasetten değil. 

Birçok memleketlerin içinde bulunduğu "mutluluk anketleri" yayınlanıyor. Türkiye her seferinde sonlarda yer alıyor. Avrupa'nın açık ara en mutsuz, daha kötüsü en umutsuz milletiyiz. Suriye, Yemen gibi iç savaşlarla çalkanan ülkelerden iyi durumda olduğumuza sevinmeli miyiz? Bence sevinmeyelim. Çünkü doğru kıyasta yer alamazsak, kendi kendimizi aşağıya çekmiş oluruz. 

Bütün ülkenin sürekli seçim konuştuğu şu günlerde (gerçi sandığı keşfettiğimizden beri seçim konuşmadığımız günlerin sayısı bir elin parmağını geçmez) iki mesele haricinde hiçbir ciddi konu gündeme gelmiyor: Ekonomi ve mülteciler. Bu konular da çok konuşma sanatının üstadları tarafından tespit edilip kamuoyuna sunulmuş değiller. Aksine sokaktaki vatandaşın (yani bizlerin) doğrudan gözlediği ve etkilendiği şeylerin, artık susturulamaz hâle geldiği için, konuşulmak zorunda kalmasından bahsediyoruz. 

Demirel "Siyasette bir hafta çok uzundur, Türkiye en önemli meselesini bir hafta konuşur..." diyordu, bu meseleler hakkında - papağan gibi yapılan tekrarları bir kenara koyarsak - aslında tam olarak bir hafta konuşuyoruz. Dikkat buyurun: 200 liradan aşağı günü kapatanın alkışlar eşliğinde evine döndüğü, başta Suriyeliler olmak üzere bir kısım mültecinin gettolarda çeteleştiği bir memleketten bahsediyoruz. İki problemi de birbirini tekrar eden laflarla konuşuyor ve neticesinde... alışıyoruz. İçimiz yana yana mı yoksa kendi kanını emmenin mahcup mutluluğuyla mı bilinmez ama, alışıyoruz

Tam bu sıkışmışlığın ortasında debelenirken aklımıza yarınlar geliyor ve umutsuz düşüyoruz. Evet, umutsuz olunmaz, umutsuzluğa düşülür. Kiergeeard, kuzeyin bu isyankar filozofu, şöyle demişti: "En acı veren insanlık durumu geleceği hatırlamaktır." Ya da Gomidas Efendi'ye mi müracaat etmeli? "Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime..." Tamam da neden?

Türkiye derin bir krizin içindedir. Bizi açlıkla terbiye eden ekonomik krizden veya yarınımızı düşünmeyi engelleyen hukuk krizinden yahut da huzurumuzu kaçıran siyasî krizden bahsetmiyorum. Türkiye bugün derin bir ahlâk krizinin tam göbeğindedir. Eğer bu krizi aşamazsa; belki yine zenginleşecek fakat adil bölüşümü sağlayamayacak, belki mahkemeler adîl kararlar verecek ama toplum tatmin olmayacak, belki siyasî kriz son bulacak lâkin siyaset bizlerin keyfini kaçırmaya devam edecektir. Çünkü kabul edilmiş bir ahlâk sistemi kuramayan toplumlar huzurlu olamazlar.

Uzun sayılabilecek bu "kriz tesptini" çok daha kısa bir cümleyle de yapabilirdim. Yapmadım. Aklıma gelmediği için değil, kondurmak istemediğimden... Ve fakat galiba o uğursuz cümleyi, tam da burada, yazmaktan kaçamayacağım. Türkiye bugün ahlâksız bir memlekettir. 

Üstelik asla kabul edilmemesi gereken bir "kavramı" da kolaylıkla kabul ettiğinden, bu krizi aşamıyor, kendisini hapsettiği paradokstan kurtulamıyor. Bu kavramın adı mazerettir

Türk solunun bu coğrafyada yaşayan insanlara sağladığı inanılmaz bir kolaylığın adıdır mazeret. Bir işi beceremediyseniz kesinlikle başkasının yüzündendir. Sizin hiç suçunuz veya sorumluluğunuz yoktur. Hele bir de düşman belirlerseniz, tadından yenmez. Siz düşmana istediğinizi yaparsınız veya söylersiniz. Fakat düşman size hiçbir şey yapamaz. Eğer yaparsa o o zaman düşman suçludur. Sizin düşmanı öldürme çabanıza kafasını uzatarak cevap vermeyen herkes suçludur. Zaten Türk soluna göre "toplum suçludur." Tüm bu suçlular cehenneminin ortasında Türk solcuları bir çiçek gibi açar(dı). İlkokuldaysanız mantıklı gelen bu görüş, ilerleyen safhalarda önce sorumluluk sonra zekâ kaybına yol açar. Halbuki biz başka bir kültürün çocuklarıyız: "Yapıyorsanız, üstlenin." diyen bir ahlâk bizim, hiç olmazsa, iç huzurumuzu muhafaza etmişti. Şimdi bunu kaybettik. 

Yerine bir şey koyma çabamız da söz konusu değil. Bir kısım siyasetçi ve yakını memleketi talan ediyor, bırakın karşı çıkmayı alternatif bile üretemiyoruz. 

İlkelerden bahsediyor, zikir çeker gibi bol bol "liyakat" diyor, liseli aşıkların birbirini gördüğünde kapıldıkları heyecana benzer bir heyecanla "siyaseti dizayn etmek"ten bahsediyoruz. İçimiz dışımız duygu olmuş; hınç, hırs, intikam, galibiyet, haklılık, daima haklılık, daha fazla haklılık "hissediyoruz". Sonra, ahlakımızı kaybettiğimiz için, gayet serinkanlı bir pozla "düşüncelerimizi" açıklıyoruz. Halbuki, olmayan bir şeyin açıklaması da olmaz. 

Hatırlarsanız BBC 70'li yıllarda Türk siyasilerle yaptığı İngilizce mülakatları yayınlamıştı da, bir kısım "liberal-solcular" Türkeş'in İngilizce bilmesine şaşırmıştı. Hâlbuki aynı Türkeş'i "Nato'cu ve dahi Amerika'nın adamı" olmakla suçlayanlar da onlardı. Ne yani, Türkeş Amerikalılarla Türkçe mi konuşuyordu? "Talimatları da" kırık bir Türkçeyle konuşan ve gölgelerin arkasına saklanan birisinden alıyordu muhakkak. Durun biraz, bunlar Fethullahçıların bayıldığı dizi senaryoları değil mi? Liberaller neden bunun peşinde koşuyor? Çünkü; ezber! Ve çünkü; öyle "hissediyorlar". 

Milliyetçiler, papağan gibi, birilerinin vatan haini olduğundan bahsedip duruyorlar. Toplanıp birilerini linç etmek en büyük hobileri arasında yer alıyor. En sonunda birbirlerini de vatana ihanet etmekle suçlamaya başladılar. Bir memleketin dörtte üçü vatan haini olabilir mi? Her dört kişiden üç tanesi vatana ihanet hâlindeyse, ortada bir vatan kalmış mıdır? Peki neden bu kadar çok vatan haininin olduğuna inanıyorlar? Çünkü ezber! Ve çünkü; öyle "hissediyorlar".

Sabahı ateşin bir sıcak, öğleden sonrası fırtına, akşam üzeri rahatlatıcı bir serinlikte; yani kafası fazlasıyla karışık bir vaziyette olan hava durumumuz, kafa durumumuzun gökyüzüne yansımış hâli gibidir. Onun da içine biz ettik ya, konuşmaya vakit kalmıyor. 

Bazı meseleleri uzun süre konuşmak hantallık ama daha kötüsü "umutsuzluk" yaratır. Konuşmayı seven fakat bu işi yalnızca 400 kelimeyle halletmeye gayret eden milletimizin umutsuz düşmesi normaldir. Kurtuluş için galiba atalara müracaat etmek gerekecek: "Yiğit düştüğü yerden kalkar." 

Ya kalkacağımız yer ortadan kalkmışsa? Ya kurtuluş ümidi de yok olmuşsa? 

O zaman biz de hayallere sığınırız! 

"İnsan âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar." 


Yorum Gönder

0 Yorumlar