Tanzimat'tan buyana Türk dili üzerine yapılan bütün konuşmalarda "sadeleşme" taraftarları konu edildi. Hakikaten Türkçe'nin son yüz elli senesine bu grup damgasını vurmuştur. 150 sene uzun bir zaman olduğundan, ilk sadeleşme yanlılarıyla sonra gelenler arasında da bazı farklar oluşması doğaldır. Zamanla oluşan bu farklar; sadeleşme taraftarlarını değişik kamplara böldü.
Mutediller yani "Türkçeleşmiş Türkçedir" diyenler, barışmaz tasfiyeciler yani "dışarıdan gelen her şeyi atalım biz bize yeteriz" görüşünü savunanlar ve hatta "uydurma olsun bizim olsun" diyerek kendi kafalarındaki lisanı millete Türkçe diye dikte etmeye kalkan dil düşmanları bu bölünmenin sonuçlarıydı. (Bu satırların yazarı, kendisini mutedillere yakın kabul etmektedir.)
Fakat sadeleşme doğru yoldu. Bu yüzden başarıya ulaştı.
Tanzimat'ın sadeleşme çabalarından çok önce ise bir başka grup dil tartışmalarında taraf olmuştu. Bu grup Tanzimat'tan sonra da taraf olma kimliğini kaybetmedi. Hatta bugün, kılık değiştirerek, yine taraf olmayı beceriyorlar. Kimden mi bahsediyorum? Fesâhatçılardan!
Başka Dilin Tetikçileri
Türkçe bir dil olarak vücuda geldiğinden beri diğer dillerle temasa açık oldu. Bazen bu açıklık soyunup yatağa girmeye kadar gitti. Bilhassa 16. yy'ın sonlarından itibaren Türk nesri (düzyazısı) Arapça ve Farsça'nın işgaline uğradı. İşte fesâhatçı diye tabir ettiğimiz tetikçiler, bu yasadışı birlikteliğin kuralcı çocukları olarak dünyaya geldiler.
Fesâhatçılar artık Türkçe'ye geçmiş ve Türkçeleşmiş kelimelerin Arapça ve Farsça asıllarına uygun olarak kullanılmasını isteyenlerdir. Milletin kendi söyleyişine yaklaştırdığı "galat" yani yanlış telaffuzu alaya alan fesâhatçıların ismi, "fasihten" yani kurallı söyleyiş ve kullanımda ısrar etmelerinden geliyordu.
(Galat-ı meşhûr fasîh-i mehcûrdan evlâdır sözü dilde sadeleşme isteyenlerin ilk sloganı kabul edilebilir. İlla "çevirmemiz" gerekiyorsa, meşhur olmuş yanlış terk edilmiş doğrudan iyidir, şeklinde "çevirirsek" yanlış yapmış sayılmayız. Tabii ki bu kural, yalnızca dil bahsinde geçerlidir.)
Fesâhatçılar, Arapça ve Farsça kelimeleri "yanlış" telaffuz eden, "eksik" yazan veya kasıtlı olarak bozanlarla dalga geçiyor; onları sigaya çekiyor, eğer güç yetirebilirlerse hizaya getiriyorlardı. Fesâhatçılar için önemli olan Türk söyleyişi, Türk yazısı hatta bütünüyle Türk dili değildi. Onlar zamanın bir noktasında kuralı belirlenmiş kelimenin aynen kullanılmasına taraftarlardı. Zaten çoğu fesâhatçı, Türkçe diye ayrı bir dili tanımıyordu. Onlara göre Arapça ve Farsça her bakımdan Türkçe'ye üstündü. Dolayısıyla aşağıda olanın vazifesi yukarıdakine öykünmek, o ne yapıyorsa papağan gibi tekrar etmekti.
Türkçe "aşağıda" bulunduğundan Türklerin yaptığı hatalar da hoş görülmemeli aksine kafalarına vurarak düzeltilmeliydi. Çünkü Arapça ve Farsça harika dillerdi.
Sadeleşme çabalarının başarıya ulaşması sonucunda Türkçe, Arapça ve Farsça istilasını durdurdu. Ardından yavaş yavaş kendini buldu. Türkçe'nin altın çağı denilen 1911-30 arası işte bu mübarek kavganın verimidir.
Sonra iki ayrı taraf bu nefis dili çekiştirmeye başladı. Bir grup yukarıda bahsi geçen uyduruk dil sevdalılarıydı. Uydurulan kelimelerin büyük çoğunluğu "tutmadı". Fakat uydurukçuların saldırdığı kelimelerin çoğu unutuldu. Böylece Türkçe'nin kabiliyeti zayıfladı, hafızası daraldı.
Diğer taraftan Arapça ve Farsça'nın tahtına bu sefer birlikte değil ama müteselsilen iki dil kuruldu: Fransızca ve sonra İngilizce.
Eski yazı okuyabilen ve 17. yy'da yazılmış herhangi bir nesir parçasını sökecek kadar kendini geliştirmiş olanları, Fransızca ve İngilizce'nin "işgalci" olduğuna inandırmak hayli zor olacaktır. Çünkü bahsi geçen dönemde yazılan cümlelerin neredeyse hiçbiri Türkçe sentaksa uymadığı gibi, bağlaçlar haricinde Türkçe kelime bulmak da zordur. 17. yy'ın ortalarında iş o hâle gelir ki, Türkçe'nin en sağlam kolonu olan fiiller bile kendilerini koruyamaz vaziyete düşerler. Yanlarına Arapça-Farsça bir isim veya fiil katılarak bambaşka bir "şeye" dönüşürler. (Wittgenstein'ın bunları bilmeden Tractatus'u yazmış olması ne acı.)
Fransızca'nın saldırısını hafif sıyrıklarla atlatan Türkçe bugün İngilizce tarafından sıkıştırılmak isteniyor. Fakat yapısının sağlamlığı gözönünde bulundurulduğu vakit bu vartayı da atlatacak görüntüsünü veriyor. Tabii dili işleyenlerin dikkati ve rikkati sayesinde... Aksi takdirde bırakın İngilizceyi on kişinin konuştuğu bir kabile dili bile Türkçe'ye galip gelebilir. Çünkü dil, kendisi de yaşayan bir obje olmakla beraber, hayata ve yaşayan insana fazlasıyla bağımlıdır.
İngilizce'nin saldırısı aslında bazı kelimelerin dile taarruzu veya İngilizce fiilleri Türkçe fiillere eklemek suretiyle "icat edilen" plaza Türkçesiyle sınırlı değildir. Ana dilini öğrenemeyen kimi insanlar, hasbelkader İngilizce öğrenmeyi başarınca yaptıkları ilk iş kendi eksiklerini kapatmak için bu dili vesile kılmak olmuyor. Veyahut yanına bir ikincisini eklemeyi düşünmüyorlar. Geri dönüp hayli eksik bulundukları Türkçelerini de takviye etmiyorlar. Ne yapıyorlar? Türkçe'ye burun kıvırıyorlar!
"Efkâr-ı Firenge Tebaiyyet"
"Türkçe düşündüklerimi aktarmama yeterli bir dil değil" zırvasını kimse yanımda ağzına almasa da, bu tarz geviş getirmelerin varlığını zaman zaman duyuyorum. İlk ve son tepkim temiz bir kahkaha atmak oluyor. Çünkü bunu söyleyenlerin içinden bir tane feylesof, mucit vs çıkmadığı gibi, hiçbirinin Türkçesi 400 kelimeyi geçmiyor. 400 kelimeyle neler düşünebildiniz de, bunları anlatamadınız? Bunlar gönüllü etki ajanlarından başka bir şey değiller. Biz esas konumuza, yani içinde bu grubu da barındıran daha geniş bir ekibe odaklanalım: Modern Fesâhatçılar.
Klasik fesâhatçıları sadeleşme çabalarının başarıya ulaşması sonucunda tasfiye etmiştik. Modern fesâhatçı torunları Arapça ve Farsça'yı "banal" bulmakla birlikte, Fransızca'yı "entelektüel" ve İngilizce'yi "mükemmel" kabul ediyorlar. Nasıl klasik fesâhatçılar Farsça'ya da hürmet etmekle birlikte esas ağırlığı Arapça'ya veriyorsa; modern olanları da Fransızca'yı sevmekle beraber İngilizce'ye tapıyorlar.
Türkçe bir kelime yanlış söylenirse güç yetiremeyeceği düşmanla karşılaşmış yılan gibi kılını kıpırdatmadan izleyen modern fesâhatçılar, İngilizce bir hecede vurgunun yanlış yere yapılmasına çok kızıyor ve derhal tıslamaya başlıyorlar.
Türk dilinde sadeleşmenin ve Türklerin Batı medeniyeti dairesine girmesi düşüncesinin ilk ciddi savunucularından olan Ziya Paşa, şekle aşık olup özü unutanları şöyle iğnelemişti:
"Milliyyeti nisyân ederek, her işimizde
Efkâr-ı firenge tebaiyyet yeni çıktı"
150 sene önce "yeni çıkmış" olan bu gönüllü kölelik bugün de varlığını sürdürüyor. Fakat sayıları kalabalık olmadığı gibi, kalite yönünden de ciddi noksanları var. Dolayısıyla Türk düşüncesi ve Türkçe açısından bir tehlike teşkil etmiyorlar.
Yine de, Tevfik Fikret'in "Her uzvu girdbâd-ı havayicle sarsılan /Bir neslin oğlusun; bunu yâd et zaman zaman" dediği gibi sürekli kasırgalarla boğuşan milletin çocuklarında bazı rahatsızlıkların görülmesi normaldir. Bunların başında "özgüven eksikliği" gelir. İşte modern fesâhatçıların bir zararı varsa, bilhassa bunları bir şey zanneden gençlerin hem Türkçe hem de İngilizce öğrenmelerini olumsuz etkileme ihtimalleridir. Bu grup, gençlerin ana dillerini geliştirmelerine engeldir çünkü Türkçe'nin "yetersiz" olduğu algısını hafızalarına kazıyabilirler. İngilizce öğrenmelerine mani teşkil ederler çünkü en ufak hatalarında "günah işlemiş" zannına kapılmalarına sebep olurlar.
Bırakın dili, hayatta hiçbir şey hatasız öğrenilmez. Hem hatalar olmazsa insanlar neye gülecek? Mizah denilen nesne; "doğru düşünmeyen", "hata yapan" insanlarla dalga geçmek için icat edilmedi mi? Bir de, yapımına ve yapısına hiçbir katkıda bulunmadığınız, dolayısıyla yaşamasına da zararda bulunamayacak olduğunuz bir dili yanlış konuşsanız ne olacak? Hiçbir şey olmayacak. Hatanızı görecek, daha sonra da düzelteceksiniz.
Özgüven problemini aşabilmiş olanlar bunları yapıp ilerlerken; hayatta yalnızca bir dil bilen (üstelik bu dil anadilleri de değildir) modern fesâhatçılar ise dünyayı başkasının gözlüğüyle okuyup gördüklerini başkasının diliyle konuşacaklar. Saygıya değer bir iş yapmadıkları için saygı görmeyecek, birkaç kişinin hayatına limon sıkabilirlerse bununla yetineceklerdir.
Türkçe sağlam bir dildir. Onun güzelliğini ortaya çıkarmak için çalışmaya devam edenler vardır ve sayıları da artmaktadır. Bizler de bu dili elimizden geldiğince temiz kullanarak onun kabiliyetini geliştirmeliyiz. Şuurlu bir biçimde bu yola girersek; Türkçe, tarihinin zirve noktasına çıkabilecek birikime sahip bir dildir.
Fesâhatçılar, sadeleşme yanlılarına çok sert çıkıyorlardı. Sonuçta tamamen tasfiye oldular. Biz bayağılığa düşmeyen, basitliğe yuvarlanmayan bir sadelikte ısrar etmeliyiz. Bunu yaptığımız vakit, başka dilin tetikçileri kendiliğinden tasfiye olacaklardır.
0 Yorumlar