Belâ

 

Beraber yaşanır,
dövüşülür beraber
ama herkes kendi payına ölür.

Nazım Hikmet

Aklında bir kitap vardı. Adını unuttuğu, içinde yazanları unuttuğu, yazarını zaten hiç merak etmediği bir kitap…

Bu Allah’ın belası kitap yüzünden bir türlü rahat edemiyordu. Gece vakti evinde oturmuş sigarasını içerken, nereden estiyse, beyninin içine girmişti ve ağırlığını arttırarak büyütüyordu. Yemek yerken ele bulaşan ketçap gibiydi. Silmeye çalıştıkça dağılıyor, olduğu gibi bıraksa zihnini işgal ettiği için yemekten tat alamıyordu.

Vakit öğleni geçiyordu. Dışarı çıkacaktı. Daima ufak komodinin üzerine bıraktığı eşyaları ceplerine yerleştirmeye başladı. Anahtar, cüzdan, telefon ve bıçak. Her birini başka bir cebine koydu, ellerini ibadete hazırlanan insanlarda görülen kararlılıkla ceplerine soktu ve kontrolünü tamamladı. Eve girebiliyordu, anahtarı cebindeydi. Aç kalmayacaktı, cüzdanını arka cebine yerleştirmişti. İletişim kurabiliyordu, telefonu elindeydi. Ve kendisini savunabilecekti, bıçağını yanına almıştı.

Kendisini kimden savunacaktı? Bunu o da bilmiyordu. Fakat çok can yakmıştı, bunu biliyordu.

Tam evden çıkacağı sırada lanet kitap yine zihnini ele geçirdi. Ayakkabılarını giymiş, kapının dibindeki koltuğa oturmuştu. Bu ahşap koltuğu ayakkabılarını rahatça giymek amacıyla kapının yanına yerleştireli hayli zaman oluyordu. Fakat bu vakte kadar iki dakikadan fazla oturduğunu hatırlamıyordu. Oysa şimdi on beş dakikayı bulmuştu. Böyle sinirli bir dalgınlıkla otururken telefonu çaldı.

Bir müddet elinde tuttuğu telefonu arandı. Neden sonra buldu ve açtı.

     — Alooooo!

     — Efendim.

     — Ben çıktım şimdi kardeş, neredesin?

      Yavaş yavaş çıkıyorum ben de… Sen neredesin?

      Kahveye doğru yürüyorum… Bekletme beni!

      Bekletmem… Getiriyor musun?

      Getireceğiz dedik ya birader, Allah Allah!

Telefon suratına kapandı. Bir dakika evvel varlığını unuttuğu bu cihaza baktı. Evet, bu bir telefondu. İnsanlar diğer insanlarla bunun sayesinde iletişim kuruyordu. Aşıklar en güzel sözleri birbirlerine bu cihaz aracılığıyla söylüyorlardı; hatta birbirlerini bunun vasıtasıyla bulanları bile vardı. Sevmeye yabancı değildi ama telefon üzerinden sevilecek birilerini bulmaya aklı bir türlü yatmıyordu.

Hastalar, ölüm döşeğinde kıvrananlar, gurbette kalanlar … Hepsi bu makine sayesinde biraz da olsa sevdiklerine bağlanıyorlardı. Hayatta hiç tanışmamış insanlar telefon vasıtasıyla tanışırken; yıllardır görüşmemiş kimileriyse eski dostlarının sesini yine bu aletle işitiyorlardı.

Şimdi kendisini arayan adamı düşündü. Bu adam onun arkadaşı değildi. Hayatında yalnızca bir sefer görüşmüş; sonuncuyu saymazsak iki sefer de telefonda konuşmuştu. Adamın tavrını da üslubunu da sevmemişti. Hatta biraz önceki konuşma onu epeyi kızdırmıştı.

Telefonun nimetlerini de aklını kurcalayan kitabın varlığını da unuttu. Öfke aklını temizlemişti. Hareketleri hızlandı. Biraz önceki dalgın adamdan beklenmeyecek bir çeviklikle ayakkabılarını çıkardı ve tek göz odasına geri döndü. Hızından bir şey kaybetmeksizin camın kenarında yıllara meydan okuyan elbise dolabının önüne geldi. Bir makine gibi davranıyordu. Daha önceden dolabın alt rafına özenle yerleştirdiği silahını buldu. Bunu bir yastık kılıfının içine sarmıştı. Pembe tonlar taşıyan kılıfın içinde, gri demir garip bir kontrast oluşturuyordu. Bu zıtlık onu gülümsetti. Fakat gülüşü bir insanın gülüşü değildi. Buz gibiydi. Silahın şarjörünü kontrol etti, tamdı. Mermiyi ağzına sürdü, emniyeti kapattıktan sonra beline taktı. Şimdi daha rahat ve güvenli hissediyordu. Hareketleri yeniden eski ritmini bulmaya başladı. O anda kalp atışlarının yavaşladığını hissetti. Demek ki, bütün bu çevik ve kararlı işleri yaparken kalbi de onunla birlikte hızlanmıştı.

Hayat böyle bir şeydi. Yaşamına gelen tehlike sinyalleri hem edebiyatı hem de teknolojiyi ötelemesine sebep olmuştu. Hayat kavgadan ibaretti. Ettiği onca kavgadan, girdiği yüzlerce boğuşmadan öğrendiği bir şey vardı: Kavgada aklı karışık olan kaybederdi.

Fakat şimdi bütün bunları düşünmedi bile… Evden çıktı ve hızlıca dolmuş durağına yöneldi.

Nedenini kendisi de bilmemekle beraber ilk dolmuşa binmedi. Halbuki boş yer vardı, binebilir, buluşma yerine bir an evvel varabilirdi. Ama o şoförün yanındaki koltukta “rahatça” oturmak istiyor, buluşma yerine erkenden ulaşmayı ise fazla dert edinmiyordu. Geç gitmek istediğinden veya hiç gitmek istemediğinden değildi bu yavaşlık. Aksine daha telefonu kapatmadan her ne olursa olsun görüşmeye gitmeye hazırdı. Hareketleri kararlı bir adamın hareketleriydi. Keskin bakışlarla insanları izliyor - ne çok öfkeli ne de fazla sakin - olduğu gibi görünüyordu.

Görüşmeye gidecekti. Kendisiyle alışık olmadığı tarzda konuşan bu borçlu adama ödetecekti. Hem borcunu hem de hadsizliğini…

Fakat yine de acele etmemiş, sonraki dolmuşu beklemişti. Çünkü öyle yapmak istiyordu. Eğer bugün işler istediği gibi gitmezse, bir daha asla isteklerini bu kolaylıkla hayata geçiremeyecekti, bunu hayat tecrübesinden öğrenmişti. Sanki zaman da yavaşlamıştı. Zaten öyle olur. Bir şeye karar verilirse zaman yavaşlar. Kişi verdiği kararın sonuçlarını iyice tartabilsin diye… Belki de Tanrı kararlı olmanın ne demek olduğunu insanoğluna öğretmek için bizzat zamanı yavaşlatır. Çünkü yeryüzünde çok fazla kararlı insan yoktur ve Tanrı bu özel kullarıyla tek tek ilgilenebilir.

Tanrı onunla ilgileniyor muydu? Bunu bilmiyoruz ama dolmuş sırasında, hemen dibinde bekleyen, sarı elbiseli kız kesinlikle onunla ilgileniyordu. Üzerinde hissettiği her bakışı önce düşmana yoran Yavuz (bu arada kahramanımızın adı buydu), bu sefer de suratında ve omuzlarında dolaşan bir çift gözün kimin olduğunu önemsemeden öfkelenmişti. Hazırdı. Kavgaya hazırdı, karşılık vermeye hazırdı, ölmeye hazırdı, öldürmeye hazırdı. Olanca vahşiliğiyle kıza baktı. Bunun bir kadın olduğunu ve kendisine zarar vermek istemediğini anladığı vakit ise bir sonraki dolmuş gelmiş ve Yavuz istediği şoför yanı mahalline kurulmuştu. Neyse ki, kız da şoförün hemen arkasındaki koltuğa oturmuştu da kahramanımız geç keşfettiği bu “avı” süzmek için fırsat bulabilmişti.

Ücretler verilip yolculuk başladığında Yavuz’un diline bir cümle takılmıştı. Hemen arkadaki kızı, şoförün aynasından süzüyor ve kendi kendine mırıldanır gibi; “Fakat Seniha sadece güzel ve süslüydü” diyordu. İlkinde önemsemedi ama ikinci kez tekrar ettiğinde aklına sabahki kitap meselesi takıldı. Aradığı kitap Kiralık Konak mıydı? Öyle olmadığını çok iyi biliyordu. Öyleyse? Öyleyse, arka koltuktaki “pars bakışlı” kız aklına girmiş olacaktı. Yavuz kıza daha bir dikkatle bakmaya başladı.

Üstündeki elbise sarıydı. Hiçbir desen, şekil, imaj barındırmayan sarı bir elbise… Saçları da sarıydı. Bu kadar “sarılık” başını döndürdü. Sanki kızın gözleri de sarıydı. Hayır, hayır sarı değildi. Muhakkak mavi olacaktı. Bu sefer gözlerine odaklandı. Hayır, mavi de değildi. Yeşil? Yeniden baktı. Yeşil de değildi.

Terlediğini hissetti. Öfkelenmişti. Evden kafası dinç ve kararlı bir şekilde çıkan ve şimdi adını hatırlamadığı o herife ödetmeye giden kahramanımız, şu anda yavaş hareket eden dolmuşta oturmuş arka koltuktaki kızın göz rengini araştırıyordu. Canı sıkıldı ama bu gizemi çözmeden kafasını toplamanın mümkün olmadığını anladı.

Seri bir hareketle arkasına döndü. Kız sanki bu hareketi bekliyormuş gibi gözlerini dikmiş ona bakıyordu. Göz göze geldiklerinde iki şeyi aynı anda fark etti. Birincisi kızın gözleri elaydı. İkincisi bir kadından ziyade avını gözetleyen bir parsı andırıyordu.

“Gördüm: Dişi bir parsın ela gözleri vardı”. Bir nevi Suriye’yi andıran kafasını işgal etme sırası Yahya Kemal’e gelmişti.  Diğer taraftan arka koltuktaki parsın zihnindeki ağırlığı da artıyordu. Öteki tarafta terbiyesiz borçlu adam dururken; bir yandan da aklını kurcalayan ama hala hatırlayamadığı kitabı düşünüyordu.

Fakat parsın dişi cazibesi hepsinden kuvvetliydi. Bir hareket yapması gerektiğini anlıyordu. Diğer taraftan yapması gereken esas işi de, tahsilatı, unutamıyordu. Zihnini bu kadar yorunca, kontrolünü kaybetti. Dolmuşun hızlanmasıyla açık camdan gelen hava sinirlerini yumuşattı. Şimdi bir dolmuş ne kadar hızlı gidebilirse o kadar hızla giden arabanın ön koltuğundan yola bakıyordu.

Aklında Seniha vardı. Yakup Kadri bu romanda ilginç bir şey becermiş. Muhtemelen farkında olmadan… Ölesiye nefret ettiği bir karakteri romanın merkezine almış ve bütün kitap boyunca bu nefretinden zerrece taviz vermeden kitabı bitirmişti. Hatta denilebilirdi ki, yazarın Seniha’ya olan öfkesi kitabın finalinde zirveye çıkmıştı. Akrabasından olan ve kendisine aşkını yıllardır bildiği zavallı Hakkı Celis’in Çanakkale’de nasıl kahramanca şehid düştüğü anlatılırken bunu dinlemeye tahammül edemeyen Seniha, sırf kendisine yalakalık olsun için, Hakkı Celis’e mezar yaptırmayı teklif eden harp zengini kalantora boş gözlerle bakıyordu. Çevresini alan aşıklarının hepsini aynı anda idare eden bu ahlaksız kadın, “sadece güzel ve süslüydü”.

“Bunu yazan adam kadın düşmanı olmalı” diye aklından geçirirken, yeniden dolmuşun ter kokan dünyasına avdet etti. Ne çok şeyi aynı anda yapabiliyorum diye düşündü. “Hem belimde kurulmuş duran silahla muhtemelen cinayet işlemeye gidiyorum hem arka koltukta kurulmuş kadını pek de masum olmayan niyetlerle süzüyorum hem de roman tahlil ediyorum!”

Aklıyla beraber gözleri de dolmuşa döndüğünde, arka koltukta oturan parsı sinirli bir edayla kendisine bakarken yakaladı. Nefretle karşılık verdi. “Birazdan geberip gitsem hemen yerime başkalarını bulur” diye geçirdi aklından. Sonra yarı delice bir tebessümle önce kıza, sonra kendisinin aynadaki yansımasına baktı. “Yerime” mi? “Benim, daha adını bilmediğim, sesini duymadığım, şöyle uzaktan bir hissetsem bile kokusunu almadığım bu kadının yanında nasıl bir yerim var? Ya da onun benim yanımda işi ne? Bir de neden “başkasını” değil de “başkalarını” buluyor? Herhalde ben Yakup Kadri’den beter kadın düşmanıyım.”

Bunları aklında sıralayıp, nispeten müşfik bir bakışını kıza doğru çevirmişken (tabii ki yine aynanın yardımıyla) kızın hareketlendiğini gördü. Yavuz’un ineceği yere daha vardı. Seniha ise inmeye hazırlanıyordu. Kahramanımız tekrar kısa süreli bir donukluk yaşasa da, onun “Pardon, inecek var” diyen sesini ilk kez duyduğunda, sahibinin peşinden yaltaklanan köpek gibi inmeye hazırlandı. Tabii ki dışarıdan böyle görünmüyordu. Dışarıdan çok önemli bir iş yapıyormuş gibi davranıyordu. “Dolmuştan inmenin ciddiyeti” tamlaması aklından geçtiğinde artık yeni durumuyla barışmıştı. Kendisinden yalnızca bir adım önce inen kızın peşine takıldı.

Dişi pars, avını hazırladığı tuzağına çeken hayvanların rahatlığıyla, yürüyordu. İki dakika önce dünyanın en kararlı adamı olan ama şu saniyede sahibine yaltaklanan köpekten pek de bir farkı bulunmayan Yavuz ise elini kolunu nereye koyacağını bilemeden gidiyordu. Gidiyordu? Nereye gidiyordu? Sahibinin peşinden gidiyordu. Sadık köpekler nereye gittikleri sorusunun cevabını kendileri vermezler. Bu işi sahiplerine bırakırlar.

Yavuz’a bir ömür gibi gelen ve her saniyesinde acı çekmesine sebep olan iki dakikalık takibin ardından, dişi pars bir anda arkasına döndü:

     — Beni neden takip ettiğini öğrenebilir miyim?

Yavuz tıkandı. Ne diyeceğini hiç düşünmemişti. Ağzından şu garip cümle çıktı:

    — Bizim bir alacak meselesi vardı da… Ben, şey, yani…

    — Alacak mı?

Dişi pars bunu söylerken gülüyordu. Çünkü avını bu kadar çaresiz düşüreceği aklına gelmemişti. Büyük bir keyifle, şimdi de süt dökmüş kediyi andıran, Yavuz’a baktı.

Yavuz’un yere diktiği bakışlarında öfke vardı. Evden neye karar verip çıkmıştı? Neleri göze almıştı? Bütün dünyayla dövüşmeye hazırdı. Oysa şimdi elini kaldıracak mecali kalmamıştı. Tek bir darbe almadan yıkılmıştı. Daha önemlisi, kendi kendisini düşürdüğü garip pozisyon yüzünden, karşılık da veremiyordu.

Bu anda onu kurtaran, yarım saat evvel faziletlerini düşündüğü telefon oldu. Neredeyse aklından çıkmış olan herif arıyordu. Yavuz, Mehdi’nin gelişini kutlayan mümin sevinciyle telefonu açtı. İlk hecede sevinçli olan sesi daha cümle bitmeden, karşısındakinin kim olduğunu hatırlayınca, öfkeye döndü. Fakat bu öfkenin asıl kaynağı terbiyesiz adam değildi. Zor bir durumdan kaçarak kurtulma planıydı. Bunu kendine yediremiyordu. Kaçmak korkaklara göreydi. Yavuz’un da korkuları vardı ama kavgadan kaçmak bunların arasında yer almıyordu. Oysa şimdi karşısında ezilip büzüldüğü, cümle kurabilmek amacıyla ihtiyacı olan kelimeleri yerin dibinde aradığı ama yine de bulamadığı bu kadından kaçarak kurtulmayı kuruyordu.

Bu yüzden telefonda öfkelenen sesi, telefonu kapattıktan sonra mülayim bir kediye döndü. “Beni yanlış anladınız” diye başlayan uzun cümlesi dişi parsa “Sen” hitabıyla ve birlikte yemek yeme teklifiyle tamamlandı. Normalde aklında olan bir şeyler içmekti ama kadının bakışlarını görünce teklifini yemeğe çevirdi. “Böylelikle belki biraz karnı doyar da beni yemekten vazgeçer” diye düşünmekten de kendisini alamadı. Fakat beklemediği kadar net bir cevap aldı. Dişi pars teklifi kabul etmişti. Ayaküstü tanıştılar ve numara değiş-tokuşunda bulundular. Dişi parsın verdiği talimata göre “Yavuz alacak-verecek işlerini iki saat içerisinde halledecek ve tam bu noktada onu almaya gelecekti”. Yavuz hepsini tasdik etti, kadının elini sıktı ve hızla yürümeye başladı.

Önünde neredeyse yarım saatlik yürüyüş mesafesi vardı. Dolmuştan inmese beş dakikaya ulaşacaktı ya, indiğine de pişman değildi. Bu kadar tutuk başlayıp bu derece atak bitirdiği başka bir konuşma hatırlamıyordu. Belli ki dişi pars onu etkilemişti. Bu etki o kadar barizdi ki, Yavuz kızın adını unuttuğunu fark ettiğinde yolu yarılamıştı. Kız büyük bir atiklikle onun telefonunu ve ismini kaydederken o yalnızca numaranın sonuna bakmıştı ve tabii ki kaydetmemişti. Böylece iki saat sonra yemek yiyeceği ve fena halde hoşlandığı kadına isim vermek zorunda kaldı. Fazla düşünmeden “Seniha”da karar kıldı. İçinden Yakup Kadri’yle dövüşüyordu. “Ben sana Seniha’nın da iyi bir insan olabileceğini göstereceğim yazar efendi.”

Yollar yürümekle aşınmaz fakat yeterince yürüyen herkes bir yerlere varır. Kahramanımız buluşma yeri olan kahvehaneye nihayet vardığında, komşu ilden bir adamın işlettiği mekânı sakin buldu. Kahveci dışarıda küllük değiştiriyordu.

    — Selamun aleyküm beybaba.

    — Aleyküm selam deli oğlan.

Bu Yeşilçam tadındaki selamlaşmanın ardından, kahveci mekânın arka tarafındaki kapıyı gösterdi.

    — Seninki öfkeli, dikkatli ol.

    — Ben daha da öfkeliyim. Ses duyarsan…

    — Duymam.

    — Eyvallah.

Yavuz kahvenin arka tarafında, geceleri kumar oynanan ve şu anda kapısı kapalı duran odaya doğru yöneldi. 15-20 adımlık mesafede yürüyüşünü dikleştirdi ve “her şeye hazır” bir adam tavrını takındı.

Kapıyı sakince açtı. Beklemekten sıkılmışa benzeyen adama önce kafa selamı verdi, sonra yanına iyice yaklaşıp elini sıktı. Bütün bunları yaparken gözlerini bir an avından ayırmamıştı. “Seniha’nın” aksine, şimdi karşısında oturan şu uzunca boylu adam onun aklını çelemezdi. Hatta dikkatini dağıtmayı bile beceremezdi. Adam açısından tehlikeli olan esas şey ise Yavuz’un bütün bunları biliyor oluşuydu. Eğer alttan alırsa Yavuz tepesine binerdi; bunu inatçı bakışından sezmişti. Eğer ters bir hareket yapacak olursa, Yavuz onu çekip vururdu. Orta boylu kahramanımızı karşısında görene kadar epeyce yükseklerden uçan adam, şimdi nasıl ineceğini düşünüyordu.

    — Telefonu neden suratıma kapattın Ahmet… Ağabey?

Yavuz “ağabey” kelimesini yeni uyuşturucu içmiş müptezeller gibi söylemişti. Geldiğinden beri kendisini tutmaya gayret etse de cümlesinin sonundaki bu kelimeyi öyle bir vurgulamıştı ki, kendisi kendi öfkesinden korktu.

Ahmet “ağabeyin” yaşı kırka yakındı. Yaklaşık altı ay önce evlenmişti. Uzun yıllar bekar gezmiş, nihayetinde gönlünü 22 yaşındaki bir dilbere kaptırmıştı. Kızı bir şekilde ikna etmiş ama ailesi Ahmet’i “fazla yaşlı” bulmuştu. Güzellikle işi çözemeyeceğini anlayan Ahmet kızı kaçırmış, buraya, büyükşehre getirmişti. Yazık ki, kızın abileri de peşinden gelmişti. Onların meselesi yalnızca kardeşlerini kaçırmış olması değil ama aynı gece köydeki samanlıklarını da yakmasıydı. Hem maddi zararı büyüktü hem de manevi zararı… Daha önce birkaç kez dövdükleri Ahmet’i bu sefer yakalayınca “çok fena” şeyler yapacaklardı. İşte bu korkudur ki, Ahmet’i Yavuz’la tanıştırmıştı.

Yavuz günlük işlerinin yanı sıra silah satıyordu. Günlük işleri ise değişkendi. Kimi zaman sigortacı oluyor, sonraki ay inşaatta amelelik yapıyor, bir sonraki ay depo sayımına gidiyordu. Kasiyerlik, garsonluk, bekçilik de yapabildikleri arasında yer alıyordu. Bir de kitap okumayı çok seviyordu. Öyle oluyordu ki, bazı zamanlar, eğer yarını çıkaracak kadar parası varsa çalışmayı düşünmüyor, bütün gün eve kapanıp kitap okuyordu.

Silah satma teklifi bir hemşehrisi tarafından bundan beş ay önce gelmişti. Dediğine göre her işi arkadaşı halledecek, Yavuz’a kalansa kendisiyle iletişime geçen insanlara silahı teslim etmek olacaktı. Zaten paraya ihtiyacı olan kahramanımız önünü arkasını çok da düşünmeden teklifi kabul etti. Beş ayda hatırı sayılır satış gerçekleştirdi. Her satıştan yüzde on alıyordu. Bu sayede birkaç ufak borcu kapatmış, diğer işlere daha az ve kitap okumaya ise daha fazla zaman ayırmaya başlamıştı. Yavuz, belki de bu sebepten, mesleğini seviyordu.

Zaten silahları da severdi. Silahlarla mazisi çok eskiye dayanıyordu. Ailesinin bütün erkek ve kadınları silah kullanmayı bilir, dahası severdi. Kendisi hatırlamasa bile Yavuz elini ilk kez bu soğuk demire dokundurduğunda üç yaşını yeni dolduruyordu. Aile üyeleri tarafından, yarın ne olacağı belli olmaz düşüncesiyle, altı yaşında silahlı talimler yapması istenmişti. Babasının “tetik tereddüdü” dediği şeye yakalanmaması için çok küçükten ateş etmeye alışması gerekiyordu. Bunun bilimsel bir açıklaması var mıdır bilinmez ama Yavuz bu yaşına kadar (30’una yaklaşıyordu) bir kez elinin titrediğini hatırlamıyordu. Ne zaman ateş etmeye karar verse, o zaman ateş etmişti.

Katil değildi, insan öldürmemişti. Tarlayı bölüşemedikleri için akrabalarıyla çıkan çatışmada iki kişiyi yaralamıştı. Kendisinde sıyrık izi bile yoktu.

Bir başka seferinde, bir sokak kavgasının ortasında kalmıştı. Önce havaya ateş etmesine rağmen ortalık durulmayınca, kavga edenlerden birini ayağından vurmuştu. Adam o gün bugündür topaldı.

Bu iki hadise de polise intikal etmediği için sicili temizdi. Zaten silah satması teklifini getiren arkadaşı da buna güveniyordu. Sistemin bozulmaması için dikkat çekmeyecek kişilerle çalışmaları gerekiyordu. Yavuz bu bakımdan bulunmaz nimetti. Üstelik güvenilirdi. Dahası yakalansa bile çok sürmeden dışarı çıkabilir, eskisi gibi yaşayabilirdi.

“Eskisi gibi yaşamak”? Yavuz beş ay önceki konuşmada geçen bu tabirin üstünde durmamıştı. Fakat ne zamanki silah işinden para kazanmaya başladı, bu işi sevdi. İşi ve ona kazandırdıklarını sevdikçe de “eski yaşamını” basit bulmaya başladı. Eskiden ne yapmaya karar verirse hemen maddi sıkıntılar çıkıyordu önüne. Oysa şimdi parayı daha az dert ediyor, daha kolay yaşıyor, daha çok okuyor ve geziyordu.

Yavuz artık “eskisi gibi yaşamanın” imkânsız olduğuna iman ediyordu. Eskisi gibi yaşamamak içinse Ahmet’in borcunun tamamını tahsil etmeliydi.

Silahı dört bin liraya satmıştı. Halini anlatan ve acımasını isteyen Ahmet 3800’ünü peşin ödemiş, kalan iki yüzü sonra halletmeye söz vermişti. Bu iki ay önceydi. Yavuz bir ay hiç sesini çıkarmamıştı. Bir ayın sonunda yaptıkları telefon görüşmesinde, Ahmet’in bir ay daha süre istemesi üzerine, “Peki” demişti. Dün ikinci ay dolmuştu. Yavuz Ahmet’i aramış yarın işi tamamlamaları gerektiğini söylemişti. Farkında olmasa da sesi öfkeliydi. Sabahki görüşmede Ahmet’in telefonu suratına kapatmasının sebebi buydu.

Ahmet iki yüz lirayı dert edinen genç adamı anlayamıyordu. “Ha bugün ha yarın, zaten çoğunu aldı” diye düşünüyordu. Oysa Yavuz “bu işe” ilk girdiği gün kendi kendisine “kimsede alacağının kalmamasına” söz vermişti. Çünkü diğer iş tecrübelerinden öğrendiği bir şey varsa, bir kez alacağınızdan vazgeçerseniz, her seferinde vazgeçmeniz istenirdi. Diğer işler neyse ama silah işinde alacağından vazgeçen adamın para kazanma ihtimali yoktu. Hatta hayatta kalma ihtimali bile yoktu.

Bu yüzden Yavuz bir an önce bu can sıkıcı ayrıntıyı halletmek istiyordu. Fakat adamın sabahki tavrı ve tam Seniha’nın (hakikaten, neydi bu karının adı?) yanındayken onu ısrarla araması canını sıkmıştı. Kahveden içeri girdiğinde, çoktan Ahmet’e yaptığını ödetip, unutamayacağı bir ders vermeye kararlıydı.

Şimdi, karşı karşıya oturdukları dakika ise, bu adamı bir yılana benzetiyordu. Gerçekten Ahmet uzun boynunu bir yılan gibi kıvırıyor; konuşmaya başladığı zaman sanki ses çıkarmıyor, tıslıyordu. Aklına silahını üçüncü kez kullandığı o an geldi.

Köyde olduğu bir vakit, bazı arkadaşlarıyla derede yüzmeye gitmişlerdi. Belki atış yaparız düşüncesiyle silahını da yanına almıştı.

Şanslarına o gün hava sıcaktı. Nevalelerini derenin kenarına bıraktıktan sonra yüzmeye başladılar. Güneş müthiş bir surette parlıyordu. O kadar parlaktı ki, ışınlarının yansıması gündüz vakti Ay’ı bile görünür kılmıştı. Yavuz bu garip durumu fark edip, gündüz vakti karşılaştığı Ay’ın gölgesinin nereye düşeceğini merak ederken, dereden çıktı. Henüz kurulanmaya fırsat bulamadan, Ay’ın gölgesi mi yoksa bir kayanın altı mı olduğunu hala bilmediği ama nevalelerine oldukça yakın duran bir noktada duran yılanla karşılaştı.

Muazzam bir karşılaşmaydı. İki çok eski düşman birbirlerini görür görmez “ölümüne” bir kavga vereceklerini anladılar. İnsanlar ve yılanlar. Kavgaları o kadar uzun süre önce başlamıştı ki, ilk kanı kimin döktüğü çoktan unutulmuştu. Kim daha vahşi, kim daha tehlikeli, kim daha masum, kim daha güçsüz; bu soruların artık bir anlamı yoktu. Aynı muhiti evi olarak kabul eden bu iki yaratığın savaşı, bitmeyen bir miras kavgasıydı. Bunun, şimdilik, son perdesi ise Yavuz ve şu engerek arasında oynanacaktı.

Yılan aslında nevalelerden hakkını almak amacıyla gelmişti. Yavuz’un dereden çıktığını fark ettiğinde uzaklaşmak için sürünmeye başlamış ama yüzmeyi bırakan diğer insanların da tam kaçacağı yöne doğru hareketlenmesi üzerine olduğu yerde kalmıştı. Yavuz da yılanı geç keşfettiğinden üstüne üstüne gitmiş, sıkıştırıldığını zanneden engerek saldırı pozisyonu almıştı. Yavuz ise her daim kavgaya hazırdı. Yerden bulduğu uzunca bir değneği eline almış, yılanla bakışıyordu.

Yılanın gözleri çok garipti. Daha önce gördüğü hiçbir renge benzemiyordu. Beyaz dese değil, sarı dese hiç değildi. Derisi siyah olan yılanın, sarı püskülleri vardı. Sanki birisi oyayla işlemiş gibi… Yavuz’un ayakları tozluydu. Yılanın da derisi…

Tamamı yılandan korkan arkadaşları Yavuz’a değişik komutlar veriyorlardı. Kimi sakin olmasını, kimisi dereye kaçmasını (heyecanlanan arkadaşı dere yerine deniz diyordu), kimisiyse değneği yılanın başına fırlatmasını söylüyordu. Hepsi heyecanlıydı. Bu yüzden sesleri yüksek çıkıyor, Yavuz bu kakafoninin ortasında ne denildiğini anlamıyordu. Arkadaşlarına dönüp susmalarını işaret ederken, tıslama sesini gittikçe artıran yılan, düşmanını denemek amacıyla ilk saldırısını yaptı. Refleksleri kuvvetli olan Yavuz’un geriye sıçraması üzerine saldırı boşa çıktı. Yine tamamen refleksleriyle elindeki değneği yılana doğru sallayan kahramanımız, bu sefer de yılanın geriye sıçramasıyla boşa düşmüş oldu. İki taraf da ilk saldırısını yapmış, sonuç olarak, kavga başladığı yere dönmüştü.

Şimdi arkadaşların sesi çıkmıyordu. Kavganın başında, dünya umurlarında olmadan öten kuşlar, cıvıldamayı bırakmıştı. Derenin yanındaki ormanda sessizliğin sesi hakimdi. İki ezeli düşman gözlerini birbirlerine kenetlemiş sıradaki hamlelerini düşünüyorlardı.

Yavuz vücudunu hafifçe öne almış, ayakları arasında bir omuzluk mesafe bırakmıştı. Yılana sol profilinden bakıyordu. Böylece saldırı silahı olan değneği sağ elinde emniyete almış, ayaklarının arasındaki mesafe sayesinde ters bir durumda geri çekilmeye hazırlanmıştı.

Yılan geniş bir kıvrım halinde duruyordu. Başı ve kuyruğu aynı hizadaydı ama vücudunun kalanını açık bırakmıştı. Bu açıklık ne fazla geniş ne de fazla dardı. Yaptığı garip hareketlerle olduğu yerde sallanıyor gibi görünüyordu. Yavuz yılanın bu oyununa alışana kadar deprem oluyor zannetti.

Derin sessizliği bozan yine yılanın tıslamaları oldu. İlkinin aynısı bir hamle daha yaptı, Yavuz bu sefer antrenmanlı olmanın avantajıyla daha kolay kaçındı. Sıra insana geldiğinde, yılanın aksine, aynı hareketi yapmadı.

Kavgaya ilk başladıkları ve hala aşağı yukarı aynı pozisyonu korudukları yer nevalelerin önüydü. İkisi de yiyecek ve giyeceklerin olduğu tarafa eşit mesafedeydi. Birisi o tarafa yönelecek olsa, yiyeceklerin üzerine serildiği battaniyeye ulaşması yarım saniye sürmezdi. Yılanın o tarafa gitmek için bir sebebi yoktu.

Fakat Yavuz’un vardı. Yeşil çimenlerin üzerinde kırmızılığı daha da meydana çıkan battaniyenin üzerinde pantolonunu görmüştü. Hemen yanında da silahı vardı. Eğer ona ulaşırsa kavga uzun sürmezdi. Nitekim yılanın boşa çıkan hamlesiyle ilk defa savaş alanındaki konumları değişti. Biraz evvelkinin çaprazı bir şekil almışlardı. Yavuz yüzü yılana dönük olmasına rağmen, tek ayağıyla battaniyeye basıyor; yılan ise sırtını kayaya vermiş rakibinin hamlesini bekliyordu.

Yavuz düşmanına hissettirmemeye çalışarak geriye doğru iki adım attı. Yılan bütün bunları hissetmenin ötesinde görmüştü. Fakat anlam veremediği için pozisyonunu koruyordu.

Derken Yavuz değneği hızla yılana doğru fırlattı. Hafifçe toplanan ve olduğu yerde zıplayan yılan bu saldırıdan etkilenmedi. Fakat yere inip eski pozisyonunu aldığında Yavuz’un elinde parlayan başka bir şey gördü. Bu gördüğü son şey oldu.

Yavuz bu hatırayı neden hatırladığını iyi biliyordu. Karşısında yılandan daha tehlikeli bir adam vardı. İşi çabuk bitirmeliydi.

Sandalyeleri yeşil çuhayla kaplanmış, masaları kırmızı örtülerle süslü kahvehanenin basık odasındaydılar. Kapının tam karşısında bir pencere vardı. Açık olmasına rağmen içerisi havasızdı. Yavuz şimdi oturuş vaziyetlerini de yılanla kavgasına benzetmeye başladı.

Orman nasıl yeşilse sandalyeler de öyleydi. Battaniye ne kadar kırmızıysa masa örtüsü o kadar kırmızıydı. Yılanla karşılıklı durdukları ilk anda nasıl nevaleler ikisinin ortasında kalıyorsa; şimdi de kapı ortalarında kalmıştı. Adamın üzerinde siyah bir kazak vardı, sarı çizgileri bulunan siyah bir kazak… Tıpkı öldürdüğü yılanın derisi gibi…

Ahmet Yavuz’un bakışlarını hiç beğenmemişti. Bir anlığına korkusunun üzerine gitmeye karar verdi:

    — Telefon kendiliğinden kapandı ama senin yaptığın da ayıp kardeşim.

“Kardeşim” kelimesini tam telaffuz edemeden Yavuz hızla ayağa kalktı. Silahını çekti, emniyeti indirdi ve oturduğu yerden tek hareketle kaldırdığı Ahmet’i kapıya yasladı. Silahın dipçiğiyle iki sefer suratına vurup kaşını açtıktan sonra, namlusunu ağzına soktu.

Ahmet korkudan bayılmak üzereydi. Ne olduğunu nasıl olduğunu anlamıyor, yalnızca hareket ederse öleceğini biliyordu. Yavuz ise karanlık görmeye başlamıştı. Yine de odada ağzına namlu sokulmamış kişi kendisi olduğundan konuşmaya başladı.

Bu sıradan bir konuşma değildi. Esasen bir konuşma bile değildi. Ağzına geleni söylüyor, Ahmet’in de onaylamasını istiyordu. Zavallı Ahmet anlayamadığı şeyleri, ağzına sokulan namlu ileri geri hareket ettikçe kafasını sallayarak tasdik ediyordu. Yavuz adamın şahsına, ailesine, karısına, doğmamış çocuklarına kadar epeyce sövdü.

Bu kadar sövgü onu biraz rahatlatınca, bakışları da normale dönmeye başladı. Bu sefer bağırdı:

    — Çıkart lan cüzdanını!

Ahmet’in elleri titriyordu bu yüzden Yavuz cüzdanı çıkartma işini de üzerine aldı. İçinde bin liraya yakın para bulunan cüzdandan bir iki yüzlük çekti. Sonra cüzdanı yere fırlattı. Hakkı olan parayı cebine koyan Yavuz, ölüm gibi bir sesle:

    — Silahı ağzından çektiğim vakit, cüzdanını yerden alıp bu odadan çıkman için üç saniyen olacak. Başarabilirsen yaşarsın. Yoksa seni öldürürüm.

Ahmet bu sefer ne söylendiğini anlamıştı. Yavuz namluyu çekiyormuş gibi yapıp, yeniden itti:

    — Cüzdanını almayı unutma. Eğer cüzdanı bırakırsan seni gebertirim. Ben hırsız değilim, seni gasp da etmiyorum. Sadece hakkımı istiyorum, aldım da zaten. Sana da hakkın olanı verdim.

Ahmet bir daha kafa salladı. Yavuz yavaş hareketlerle namluyu Ahmet’in ağzından çıkardı. Aynı yavaşlıkla saymaya başladı.

    — Bir… İki…

“Üç” dediğinde Ahmet cüzdanını yerden almış ve değil odayı kahveyi bile terk etmişti.

Yavuz ise sandalyesine çökmüş, sakinleşmeye çalışıyordu. Biraz önce bir insanı öldürmeye yaklaşmıştı. Daha önce de silah kullanmış, kavgalara girmiş, yaralamış ve yaralanmıştı. Ama hiçbirisinde can almaya bu kadar yaklaşmamıştı. “Zormuş” diye söylendi. Aynı anda beyninin içinden “Kolaymış” diye bir ses duydu. Üstünde durmadı.

Yavuz nefes alışverişini düzenlerken kahveci odaya daldı. Elinde kocaman bir bardak ayran tutuyordu. Güler yüzle:

    — Al bakalım deli oğlan. Adama ne yaptıysan tabanlarını vurarak kaçtı. Veliefendi’de böyle koşanını bulamazsın.

    — Öyle mi?

Yavuz niye böyle bir soru sorduğunun farkında bile değildi. Sanki kahveci başkasının başından geçen bir olayı anlatıyordu. Konuya o kadar uzaktı.

Yavuz’daki durgunluğu “mütevazı” oluşuna veren kahveci göz kırparak:

    — Koşan değil, koşturana bakmalı. İyi joker kötü atı da uçurur.

Cümlesini temiz bir kahkahayla bitirdi. Yavuz da eşlik etti. Kısa bir müddet gülüştükten sonra genç adam cebinden para çıkarıp masaya koymaya çalıştı. Kahveci bırakmadı:

    — Bir bardak ayrana para almam, sen yabancı değilsin. Hem onu bile doğru düzgün içmedin ya…

Kahveci lüzumsuz bir baba şefkatiyle Yavuz’la konuşmaya çalışırken; kahramanımız kısa bir “Eyvallah” çekerek kahveden çıktı.

Canı hiçbir şey yapmak istemiyordu. Fabrikalarda kesilmeyi bekleyen inekler gibiydi. Sanki küçücük bir kutuya hapsolmuş da ahtapot gibi bir makine tarafından sütü sağılıyor, ağzına yem tıkılıyor, huysuzlanmaması için iğne üstüne iğne yapılıyordu. Birazdan nihai sona gidecekti.

İnek benzetmesi hoşuna gitti. İki dakika sonra kesilecek olsa ne yapacağını düşündü. “Sigara yakarım” cümlesinden başka anlamlı bir cevap bulamadı.

Biraz yürüdü. Temiz hava iyi gelmişti. Biraz daha yürümeye karar verdi. Farkında olmadan dişi parsla sözleştiği yere kadar gelmişti. Saatine baktı. Buluşmaya daha bir saat vardı. Yavuz’un canı bu kadınla yemek yemek istemiyordu. Beş dakika civarı oyalandıktan sonra eve gitmeye karar verdi.

Hakikaten yarım saate evdeydi. Acıktığını hissetti. Dolapta birkaç tane domates buldu. Biraz da biber olacaktı. Fakat yeşil renkli ve ufak boylu olarak aldığını bildiği biberleri bulamadı. Dolabı pek dolu sayılmazdı. Evde tek yaşıyordu. Yani ondan başka kimse biberleri yemiş olamazdı. Biraz daha bakındıktan sonra üst raftaki ince, uzun ve kırmızıyla yeşil karışımı biberlerle göz göze geldi.

“Bunlar nasıl biber?” diye söylendi. Yine de yapacak bir şey yoktu. Sarı domateslerle kırmızı biberleri karıştıracak, yalnız dışı değil içi de beyaz yumurtaları üzerine ekleyerek menemen yapacaktı.

Yanına çay yapmayı düşündü. Vazgeçti. Suyla yiyecekti.

Hızlıca yaptığı ama görüntüsünü ve kokusunu çok da sevmediği menemeni masaya bırakırken telefonu çaldı. Seniha arıyordu.

Açmadı. Tekli koltuklardan birini masaya yaklaştırdı, dolaptan çıkardığı suyu bardağa döktü. Ekmeğini poşetten çıkardı ve histeri nöbeti geçiriyormuş gibi ağlamaya başladı.

Önce kendisini tutmaya çalıştı, çok sürmeden bu inadından vazgeçti. Çocuk gibi ağlıyordu. Biraz geçince yavrusunu kaybetmiş bir kurt gibi ulumaya başladı. Fakat durmadı, duramadı. Yavaş yavaş kendini toplamaya başladığında, bir türlü durduramadığı ağlaması bir ayının sızıltısını andırıyordu.

Yüzünü yıkamak için masadan kalktığında neden ağladığını düşündü. Bugün katil olabilirdi ama olmamıştı. Bugün ölebilirdi ama ölmemişti. Bugün aşık olabilirdi ama olmamıştı. Bugün rezil olabilirdi ama hayır rezil bile olamamıştı. Evet, Yavuz bu kadar çok şey yaşayıp da hiçbir şey olamadığı için ağlıyordu. Hep bir iz bırakmak istemişti. Otuzuna yaklaştığı şu sıralardadır ki, ilk defa hayatın bir anlamı olmayabileceği aklına girmişti. Üstelik nasıl bir günün üstüne gelmişti bu “belalı fikir”?

“Bela” kelimesi ona malumatfuruş bir arkadaşından duyduğu bir şiiri hatırlattı ama sadece baş kısmını: “Herkese gelmez bela…” Devamını bulmaya çalışıyordu. Zihnini karıştırırken bu sefer de sabahki kitap aklına düştü.

İki gizemi aynı anda çözdü. Şiirin devamı şöyleydi: “Erbabı istihkak arar.” Yani belayı hak etmek gerekir. Yavuz belayı hak etmişti. Çünkü…

Çünkü gece vakti aklına giren kitap aslında henüz yazılmamıştı. Adını hatırlamaması, içinde geçenleri çıkaramaması bu yüzdendi. Şimdi anlıyordu ki, bu kitabı ilk “hissettiği” zaman gece vakti sigara içtiği an değil, bir önceki gün yattığı kısa öğle uykusunda gördüğü rüyaydı.

Evet rüyada gördüğü kitabı kafasında dolaştırıp duruyordu. Yazarını neden önemsemiyordu? Çok basit: Yavuz kendisini hiç ciddiye almazdı. Diğer insanları da… Kafasında taşıdığı kitabın yazarının kendisi olduğunu anladığında vakit yine gece yarısıydı. Yavuz yine kararlıydı. Bu sefer öldürmek değil ama yazmak için…

 

 

Yorum Gönder

0 Yorumlar