Haftanın Gündemi Üzerine



"Gitti Mecnun hanei dehri bana ısmarladı
Bir harap evdir kalur divaneden divaneye" 

Son bir haftada neredeyse hiç iyi bir şey olmadı. 

Dışarıda kıyamet kopuyor. Rusya bir ayının bal kovanını tokatlama iştiyakıyla Ukrayna şehirlerini vuruyor, parçalıyor, yakıyor, işgal ediyor. "Balkanlardaki Rusya" Sırbistan da abisi ne yaparsa taklit etmekle meşgul bulunuyor. Onun bal kovanı ise Kosova. Çin, Tayvan'ı kendisine çekmeye gayret ederken; ABD bu meseleyi kaşımayı çıkarına uygun buluyor. Sırbistan'ı bir kenara ayırırsak, aslında şöyle "garip" bir manzara var: Slav olan Ruslar Slav olan Ukraynalılara saldırıyor; Çinli olan Çinliler Çinli olan Tayvanlılarla çekişiyor. Amerika ise ne kadar akraba ve taallûkatı varsa dizinin dibine toplamış, afacan bir dede muzipliğiyle hikâyeler anlatıyor, hoşça vakit geçirmelerini sağlıyor ve bir şekilde çevresini kalabalık tutuyor. 

Türkiye bu meselelerin tamamında sükûnet çağrısında bulunuyor. Sınırın hem Irak hem de Suriye tarafında artık gerçek durum olarak kabul etmemiz istenen terör koridoruna operasyon fikri dile getirildiğinde ise, bu sefer bütün dünya bize sükûnet tavsiyesinde bulunuyor. 

Dünya, sanki aynı anda birkaç işi yapması gerekirken strese giren insanlara benziyor. Hiç kimse ötekinin ne dediğine bakmıyor, ne yaptığıyla ilgilenmiyor. Çok canını sıkan bir hadiseyle karşılaşırsa, yine hep bir ağızdan, "Sırası mıydı Allasen!" diyerek "tepkisini" gösteriyor. 

Kafamızı içeri çevirir çevirmez, gelecekte en ciddi tarih kitaplarına "Dönemin hükümeti vatandaş üzerinde ilginç bir deney yaptı. Bu deneyin hiçbir mantıklı sonucu olmadığı gibi, kimseye bir hayrı da dokunmadı" şeklinde geçecek ekonomi deneyimiz tam gaz devam ediyor. 

Dünya'yı da sallayan ama bizi hayli sarsan bu kriz ortamında; mekânlar yine de doluyor, insanlar her şeye rağmen tatile gidiyor, can çekişen orta sınıf "son kuruşumu harcamadan ölmem" diye tepiniyor. İlk zamanlar biraz kızar gibi yapan sokaktaki vatandaş artık ekonomik kriz meselesinde tepki vermekten vazgeçti.

Havalar sıcak. İnsanlar dengesiz. KPSS iptal edildi, soruları çalmışlar.

Önceden on senede bir darbe olurdu, şimdilerde on senede bir çalınan sorular yüzünden sistem tıkanıyor. 

Memleketi dolandıran bir kısım üçkağıtçı seneler var ki yurtdışına kaçtı, hâlen "yakalamak üzere" olduğumuz söyleniyor. Çok şey bozuldu ama dil de buna eşlik ediyor. "Yakalamak üzere" tabiri, hadi en nazik konuyu ele alsak, bir haftayı geçmemesi gereken süreler için kullanılabilir. Sanki zamanı kırdık da iki senedir "yakalamak üzereyiz". 

Çok şey bozuldu derken, aklıma Oktay Akbal'ın meşhur "Önce Ekmekler Bozuldu"su geldi yine. Hakikaten tanesine 4 lira verdiğimiz ve gramajı gittikçe düşen (şu anda 250 gramın altında) ekmekler bile bozuldu yahu! Fazla ekmek aptallaştırır evet, ama hiç ekmek yiyemezsek açlıktan ölmez miyiz? 

Tarikatlar cemaatleşmeye, cemaatler şirketleşmeye, şirketler devletleşmeye ve devlet hiçbirşeyleşmeye devam ediyor. Çürüme önlenemez bir virüs gibi yayılıyor.

Muhalefet - muhakkak yuvarlak - bir masanın etrafına toplanmış ruh çağırır gibi aday kriteri belirliyor. Her toplantıda bir kriter daha ortaya çıkıyor. Usta medyumlar da böyle yaparlar. Her ayinde birkaç kelime, bilemedin bir cümlelik "bağlantı" kurarlar ki, insanlar yine istesin. Medyum oy, siyasetçi para kazansın. Veyahut tam tersi de olabilir ama çürüme her tarafa yayıldı derken, yalnızca iktidardan mı bahsediyoruz cidden? 

Yukarıda saydığım ve memleketin her meselesinde karar verici veyahut karşı çıkıcı sıfatıyla yer alan kişilerin sayısı iki bini geçmiyor. Bütün bu gruplara dahil olmamış veya olamamış geniş bir kesim var.

Oysa Türkiye, mültecileri ve günübirlik alışverişe gelenleri de sayarsak, 100 milyona dayandı. Geriye kalan 99 milyon 998 bin kişi ne yapıyor? Ne yapsınlar, "yukarıdakileri" taklit ediyorlar. 

Rahmetli Dilber Ay, Flash isimli art-house TV kanalında fevkalade sürreal bir iş yapıyordu. Konseptin özü şuydu: Demir parmaklıklarla çevrili bir alanın içinde, bir kısım adamlar dertli dertli volta atarken; Dilber Ay ve konukları volta atanlardan daha da dertli türküler söylüyorlardı. Bu topraklarda yapılan bazı işler hakikaten zamansızdır. Mesela rahmetli Ahmed Hamdi dirilip Huzur'u bir daha yazsa, biz yine aynı zevkle okuruz. Aynısı bu konsept için de geçerlidir.

Bugüne uyarlamak için yalnızca tek bir değişiklik gerekiyor. İçeride volta atan adamlar yerine beyaz bir gömleği tersten giymiş veyahut kafasına huni takmış insanlar gezinecekler. Parmaklıklar ve türküler aynen muhafaza edilecek. Böyle de yeterince "sürreal" olmadı sanki değil mi? Biraz fazla hayatın içinden oldu! 

Bunları "ne kadar kötü bir hâlde" olduğumuzu söylemek için yazmadım. "Umutsuz durum yoktur, umutsuz insanlar vardır." Hakikaten ümitvar olacaksak, evvela durumumuzun ne olduğunu bilmeliyiz. Şu anki görünüm aşağı yukarı budur. Düzeltecek olanlar ise, işe "yukarıdakileri" taklit etmeyi bırakarak başlamalıdır. 

Memleketten havadisler şimdilik bu kadar. Belirli aralıklarla "memleket meseleleri" üzerine sohbet etmeyi sürdüreceğiz. 


Yorum Gönder

0 Yorumlar