Kalemiyle - sadece kalemiyle - putları deviren Selman Rüşdi'ye...
Sandık denilen şeyin, içine attığımız oylarla istediğimiz (veya istememiz istenen) kişileri seçmeye yaradığını çözdüğümüz günden beri "seçim sath-ı mailinde" bulunuyoruz. Sevdiği peluşu olmadan uyayamayan koca bebekler gibi, sürekli aynı oyuncakla oynuyor ve fakat bıkmıyoruz. Çünkü başka oyunları karmaşık buluyoruz.
Futbolun neden bu derece popüler olduğu sorusuna birçok bilimci "Kuralları basit" cevabını veriyor. Hakikaten öyle. Siyasetin kuralları da pek karmaşık değil. Dolayısıyla kahvehane (buna modern olanı, yani Twitter da dahil) sohbetlerinin vazgeçilmez konuları siyaset ve futboldur. Bir de "havadan-sudan" tabir edilen sohbetlerimiz vardır. Şimdilerde sadece havadan bahsediyoruz. Sahi, sulara ne oldu?
Tam olarak sulara ne oldu sorusunu sorup da ortalığı bulandırmamak ve gayet basit olan kuralları değiştirmemek için "siyasi klişeler" icat edildi.
Cumhurbaşkanı "ülkenin seçim sath-ı mailine girdiğini" açıkladığında gözümün önünde şöyle bir manzara canlandı: Hangi partiyi tuttuğu belli olmayan ama sıkıca tutan (fanatik anlamında) kalabalıklar, yüksek sesle çalınan siyasi marşlar, aynı volümden eşlik eden ve meslektaşına kızan siyasi liderler ve liderleri anons ederken hem marşlardan hem de liderlerden daha fazla bağırabilen cazgırlar.
Türkiye'de seçim sath-ı mailine girdik demek, biz sürekli birbirimize bağıracağız siz de kulaklarınızı tıkayın demektir.
Bu kadar lüzumsuz gürültü, samimi söylüyorum, başımı ağrıtıyor. Fakat "ülke meseleleriyle" ilgili (bunun da ne demek olduğu belli değil ya, neyse.) birisi olduğumdan ben de yaklaşan seçimlerde fikir vermesi amacıyla bir yazı dizisi hazırlamaya karar verdim.
Başlığı okuduğunuza göre konuyu biliyorsunuz: Türk siyasetinde klişeler. Beş yazıdan oluşacak. Hiçbir tarafı tutmaksızın yazacağım.
Allah korusun "tarafsız" falan değilim. Fakat siyasetçi tutmuyorum. Tutana da bir şey demem, herkesin... kendi bileceği iştir.
Klişe nedir?
Lafın burasında klişe sözcüğünü tanımlamamız gerekiyor. Allah'tan dil kurumumuz var da, bizi uzun uğraşlardan kurtarıyor.
Fransızca "cliché" sözcüğünden ithal ettiğimiz klişenin iki anlamı var. Birincisi, isim kökenli olanı, şöyle: "Baskıda kullanılmak amacıyla, üzerine kabartma resim, şekil, yazı çıkarılmış metal levha."
İkinci anlamı ise - sıfat olarak kullanılanı - tek kelimeden ibaret: "Basmakalıp (söz, görüş vb.)"
Biz her iki anlamı da birbirinin yerine kullanarak yürüyeceğiz. Nereye mi? Mesela Türk siyasetinin vazgeçilmez klişelerinden birine: Ölüleri konuşturma hevesine.
Ölüleri Konuşturmak
"Atatürk yaşasaydı...", "Sultan Hamid olsaydı...", "Menderes hayatta kalsaydı...", "Demirel az daha görev yapsaydı...", "Ecevit biraz daha dursaydı..." gibi cümleleri çok sık duyuyoruz. Dışarıdan bakan birisi bizi ölülerimizle birlikte yaşıyoruz zanneder. Halbuki hiç alakası yok.
Pierre Loti, Eyüp semtine muhabbet duyardı. Çünkü burada büyük türbeler, mezarlıklar ve bunların çevresinde yaşayan insanlar vardı. Burada ölüler dirilerle beraberdi. Burada ölüm korkusu imana teslim olmuştu. Burada Türk'ün yaratma kudreti bütün ahlâkî telakkileri gereksiz kılacak kadar kuvvet bulmuştu.
Tabii bunlar çok öncedendi ve manzara Pierre Loti'nin gözünden böyle görünüyordu. Aynı tarihlerde Eyüp'te ikâmet eden bir vatandaşımız günlük hayatı ve düşünceleri hakkında yazma zahmetinde bulunmadığı için mukayese edemiyoruz.
Bugüne gelirsek; hakikaten ölüler olmadan siyaset yapamıyoruz. Siyaset bir toplumun hangi istikamete yöneleceğine dair karar verme işlemi ise, bizler tarihte ölüleriyle en sıkı münasebete sahip bir millet olabiliriz. Peki öyle miyiz?
Dediğim gibi: Alakamız bile yok. Öyleyse neden karar alıcılarımız ölülere referans verip duruyorlar? Adına seçmen denilen "kitle" neden bu referansı sahiplenip daha da ileri götürüyor? Sebep insanın kendi gençliğini ararken buna siyaseti de alet etmesi değildir. Yani basit bir "eski güzel günleri ananlar, kendi gençlik zamanlarını arıyorlar" çözümlemesi bu konuyu anlamaya yetmeyecektir.
Fakat daha basit bir gerçek özellikle siyasetçilerimizin neden durmadan ölülere musallat oldukları hakkında fikir verebilir. Çünkü ölüler konuşamıyorlar. Yalnızca bu kadar da değil; - inanmayacaksınız - hareket de edemiyorlar.
Yani ben oturduğum yerden herhangi bir ölüyle ilgili "Yaşasaydı muhakkak böyle yapardı" dediğim zaman beni yalanlayacak kimse çık(a)mıyor. Belki hayatını yakından bilenler "Ne alakası var, söylediğin şeyi hayatında hiç yapmadı" diyebilirler. Cevabım hazırdır: "Yapmamış olması yapmayacağı anlamına gelmez." Neticede kimse beni yalanlayamaz. Çünkü iddia ettiğim şey mantık sınırlarının dışındadır. Fakat tam olarak metafizik de sayılmaz. Kendi mantıksızlığının ise bir mantığı vardır. (Son cümle biraz Shakespeare kokuyor.)
Diğer taraftan zaten maddi hayatla ve gündelik çıkarlarla ilgilidir. Ölülerin yerine konuşurken duygular da işin içine girebilir.
İnsanı oluşturan her ögeden az az barındıran ama hiçbirisinden tam olmayan bu anlamsız eyleme aptallık adını verebiliriz.
Bu kadar siyasetçi aptal mıdır? Büyük çoğunluğu öyle olmakla beraber bazıları da değildir.
Konuyu biraz daha anlaşılır kılmak, birazdan üstünden geçeceğim bu klişenin ne olduğunu iyice anlamak adına Yakup Kadri'nin Hüküm Gecesi romanından bir alıntı yapmak istiyorum.
Yaban'daki Ahmet Celal'in, İttihadçıların İstanbul'undaki yansıması olan Ahmet Kerim, Samiye isimli bir kadına aşık olur.
Samiye ise İttihadçı abisinin "muhalif" Ahmet Kerim'i öldürme planına alet olur. Ahmet Kerim'in cesareti üzerine derin bir pişmanlık krizine tutulan Samiye, bir türlü görüşmeye ikna edemediği herifin aşkına yenik düşer ve kendisini Boğaz'ın serin sularına atarak intihar eder.
Samiye'nin intiharından sonra Ahmet Kerim vicdan azabını kızı büyüten Şerife Hanım'a yaptığı ziyaretlerle gidermeye çalışır. İşte bu ziyaretlerden birinde Yakup Kadri'nin ustaca çizdiği şu sahne meydana gelir:
"Aklına bu maaş meselesinden bir kere de Ahmet Kerim'e söz açmak geldi.
— Efendim; dedi. Bu maaş meselesi de o kadar güç bir şey değil. Bizim merhum... Kerküklü Osman Efendi - belki işitmişsinizdir - sâdattan idi. Evkaf kendisine bir mütevellilik hakkı verirdi. Şimdi o öleli altı yıl oldu. Ben maaşı almıyorum. Pekâlâ merhumun "tekaüt" maaşını veriyorlar ama bunu bir türlü vermiyorlar. Bana her yandan büyüklere baş vurulursa olur dediler. Bu iş Evkaf Nazırının elinde imiş. Evlâdım, eğer bir vaktin olur da soruverirsen büyük sevap işlemiş olursun. Ah oğlum, bilsen neler çekiyorum, dört yüz elli kuruşla bir koca evi döndürmek için...
Ahmet Kerim Samiye bahsinin birden kapanmış olmasından sıkılmıştı. Sözü değiştirip yeniden o mevzua dönmek istedi.
— Demek ki, Selim Necati Bey hiç de hayır sevmez bir adamdır. Kim bilir Samiye... Samiye Hanım onun bu haline ne kadar üzülürdü?
— Ah zavallı yavrucak... Hele benim işim olmadı diye öyle bir üzülür, öyle bir üzülürdü ki... Yattığı toprak nurdan olsun!" (s. 194-5)
Dirileri Bitirdik, Ölülere de Vazife Veriyoruz
Konuşamayan, hareket edemeyen, düşünemeyen varlıklardan; konuşmalarımıza, hareketlerimize, düşüncelerimize tercüman olmalarını mı istiyoruz cidden? Samimi bir sorum olacak: Sizce de ölülerden çok şey istemiyor muyuz?
Herhangi bir varlığa fıtratı gereği yapamayacağı bir iş verirseniz, yapamaz. Bir köpek şirket kuramaz. Kediler uçamaz. Balıklar çayda çıra oynayamaz. (Horon teperler)
Şimdi biz bir köpeğe şirket kurma vazifesi verip de sevimli dostumuz bu işi beceremeyince öfkeleniyorsak suç kimde? Doğada böyle bir şey nadiren görülür ama suçun tamamı tek bir tarafta, yani bizde.
Ölüleri işin içine karıştırınca da aynı şey geçerlidir. Duyar kasmaktan akli melekelerini körelten birileri çıkıp "Sen bizim ölülerimizi köpeklerle bir mi tutuyorsun?" diyebilir. Ben böyle bir şey yapmıyorum.
Fakat siyasetimizin önemli konuları ötelemek için icat ettiği klişelerin başında gelen "ölüleri konuşturma" sevdası daha beterini yapıyor.
Bir millet canı sıkıldıkça ölülerini bölüşüyor, omuzları üstüne alıyor, Kaddafi gibi yerlerde sürüklüyor, sonra da onlara sövüyor.
Hayaletlerle kavga ediyoruz. Üstelik ne elimizde kılıç, ne de altımızda don var. Fakat suratımız o kadar ciddi ki, görenler "mühim bir iş" yaptığımızı sanıyor.
Hakikaten ölüleri her gün diriltip, her gün öldürmek mühim bir iştir. Sofokles meşhur tragedyası Antigone'de sorar: "Yiğitlik midir bir ölüyü yeniden öldürmek?" Üstelik oradaki ölünün cezası gömülmemekti.
Bizim mezar kazıcıları, bizim ölü soyucuları, bizim nekrofiller; mezarlardan ölülerimizi çıkarıyorlar. Kemiklerini kırıyor, paramparça ediyor, mezarlıkları mezbahalara, mezhabaları mezbeleliğe çeviriyorlar.
İngilizler hâlâ Cromwell'in mezarından çıkarılıp asılmasının şokunu yaşıyorlar. Yüzyıllar geçti. Oysa bu bizim için yüz yıkamak, top oynamak, ekmek almak gibi günlük bir itiyad.
Ölüleri Gömmek
Belki insanoğlu bir gün ölümü de yenecek ama oraya daha var. O gün gelene kadar hepimizi önünde baş eğdiren yegâne güç ölüm olacak.
Evet hepimiz öleceğiz. Fakat yaşarken sorumluluk almış, ölümüyle birlikte, artık sembol olma haricinde, bütün görevlerini tamamlamış insanlara kapı komşumuz gibi davranamayız. Belki bazılarınız bu benzetmelere güler fakat inanın yazarken kanım donuyor.
Böyle olmamalıydı. Millete hizmet için sorumluluk alanlar bu kadar kolayca harcanmamalıydı. Oysa biz oy almak, ihale almak, koltuk almak ... sürekli almak uğruna ölülerimizi verdik.
Belki de o yüzden dünyaya dün gelmişcesine geziniyor, anlamsız bakışlarla birbirimizi gözetliyoruz. Her huyu, her "düşüncesi" bizimle tıpatıp aynı olmayanlara müthiş öfkeleniyoruz. Belki de ölüleri bile kavgaya dahil etme hırsımız yüzünden sürekli haklı olduğumuza inanıyoruz.
Sağlıklı karar almak, sorunlarımızı çözemesek bile tartışmak için bu kepâzeliğe son vermeliyiz. Ölülerimizi öne sürerek bizden oy dilenen üçkağıtçılara "Dirilerden haber ver" ihtarını çekmeliyiz. Yoksa aynı hamamda aynı tasla yıkanmaya devam eder, üzerimize sinmiş "ölü toprağıyla" etrafa berbat kokular yaymaya devam ederiz.
Ben daha yazarım ama siyasetçilerimiz "fazla alıngan" olduğu için burada kesiyorum.
Bu yazıya basit bir kapanış cümlesi gerekirse, şöyle diyebiliriz: "Bu ülke" müreffeh olacaksa, işe ilk önce ölülerini gömerek başlamalıdır.
0 Yorumlar