"Vatan hainliği ve vatanseverlik arasındaki fark bir takvim meselesidir" Alexandre Dumas
Dikotomi kendi kendimizi hapsettiğimiz ikilemleri tarif etmek için devşirilen bir kelime. Mesela tarih tartışmalarımız neredeyse tek bir dikotominin içine hapsolmuştur: Kahramanlar versus hainler.
Ortalama bir tarih okuyucusu için "Dünya'yı dize getirmek", "âleme nizam vermek", "başlıya baş eğdirmek" bir nevi Türk sporu zannedilebilir. Oysa tarihimiz bundan ibaret olmadığı gibi, her zaman "baş eğdirmekle" de geçmiş değildir.
Lafı uzatmadan şu ısırıcı tespiti vuralım: Son üç asırda dünya tarihine damgamızı vurduğumuz tek bir hadise vardır: Zaferinin birinci asrını kutladığımız İstiklâl Harbi!
Bu harbin başkomutanı ise Mustafa Kemal Atatürk'tür. Bu başarı o kadar büyüktür ve aradan geçen bir asırlık zaman diliminde bırakın tekrarlanmayı yanına yaklaşacak hiçbir iş beceremeyiş oluşumuz o kadar barizdir ki, yıllardan beri Atatürk'e ortak aramaya çalışıyoruz!
Bulabildiğimiz en elverişli adam ise Vahdettin. Yani yıllarca Sultan Hamid'in sevgili küçük kardeşi olmaktan başka bir vasfı bulunmayan, uzun zaman tahta geçmesine imkansız gözüyle bakılan bu yüzden doğru dürüst bir hazırlığı olmayan, fıtratı gereği aksiyon almayan ve daima içine kapanık duran Vahdettin! Bir teferruat olarak İngiliz zırhlısıyla kaçtığını da eklemek gerekiyor.
Vahdettin tarihimizin zavallı adamlarındandır. Bu zavallıyı kendi çıkarlarına alet edenler ise hiç de zavallı değillerdir. Belirli bir plan dahilinde "padişahı" kullananların derdi Vahdettin'i büyütmek değil, Atatürk'ü küçültmektir.
Bu amaçla Vahdettin'in "Türk Kurtuluş Savaşı'nı planladığını ve bunu yönetmesi için Mustafa Kemal Paşa'yı görevlendirdiğini" iddia eden gerçeküstü bir görüş ortaya atıldı. Daha doğrusu, ısıtıldı.
Bayat yemekten mideleri değil aklı bozulan birçokları da bu tartışmaya balıklama daldı. Böylece yine "kahramanlarla hainler" arasında sıkışıp kaldık.
Esas mesele ise araya kaynadı: Hakikaten ne oldu?
19 Mayıs: Bir Millet Operasyonu
Öncelikle şunu söyleyerek başlamamız gerekiyor: Kurtuluş Savaşı 19 Mayıs günü başlamış değildir. Daha Mondros Mütarekesi imzalanmadan evvel, bilhassa Kars mıntıkasında, hemen ardından Trabzon ve Erzurum yörelerinde sivil direniş odakları kongreler vesilesiyle kurulmuş; Yunan'ın İzmir'e, Fransız'ın Maraş'a, İtalyan'ın Antalya'ya, İngiliz'in her boş bulduğu yere çıkması üzerine adına Kuvayı Milliye denilen silahlı yerel direnişler de başlamıştır.
Peki yerel direniş unsurlarını örgütleyenler kimlerdir? Bir kere o zaman sayıları az olan milliyetçiler. İkincisi düşman takibinden korkan veya vatansever duygularla hareket eden eski İttihadçılar. Üçüncüsü vatanı savunmak gayesiyle harekete geçen ve siyasetle o kadar da meşgul görünmeyen yerel eşraf ve münevver takımı. Bir de askerler.
İşte Mustafa Kemal Paşa bu son takımın bir ferdi olarak katıldığı Türk Kurtuluş Savaşı'nı büyütmüş, yönetmiş ve başarıya ulaştırmıştır. Hiçbir şeyi tek başına yapmamıştır. Fakat başardığı şeyleri ondan başka yapabilecek kimse de yoktur.
19 Mayıs Türk Kurtuluş Savaşı'nın başlangıç değil ama dönüm tarihidir. Çünkü Çanakkale kahramanı Mustafa Kemal Paşa, yanına alabildiği kadar işbilen adam alarak Anadolu direnişini birleştirmeye gelmiştir. Birlikten kuvveti doğuran irade milletindir, bu iradeyi harekete geçirip sonucu alan ise Mustafa Kemal Paşa'dır. Zafer birisiyle müşahhas hâlde anlatılacaksa, bu kişi tabii ki Mustafa Kemal Paşa olacaktır.
Şimdi, direnişin sebebini açıkladık. Kimin, neden direndiğine de temas ettik. Geriye basit bir soru kaldı: Vahdettin nasıl ve neden direniş kuracakmış?
İzahı yok. Birileri; ne Vahdettin'in bilgi birikimiyle ne dünya görüşüyle ne de çevresindekilerin hareketleriyle uyumlu olmayan bir "gizli direnişçi" profili çizme gayretinde. Üstelik eylemlerini çok masum bir kisveye büründürüyorlar: Tarihimizi bütün olarak görmek!
Bitmeyen İnşaat: Türk Düşünce Hayatı
İslamcı jargonu milliyetçiliğe yedirip imparatorluk savunuyorlar! Aklı başında birisine bu cümleyi anlatmaya kalksanız yarısında delirir. Bizim memlekette kimse tınmıyor.
Tarihi yeniden kurgulamaya çalışıyorlar. Böyle daha toplu göründüğü doğru ama sıkıntı şurada ki; hayatımız bu derece derli toplu değil. Ciddi kesiklerle birlikte yaşıyoruz.
Oturup birbiriyle alakasız kişileri aynı tarafa yazınca belki "doğru bir tarihe" sahip oluyorsunuz fakat hiçbir şeyi açıklamıyor. Tarih, bir şeylere açıklama getirmiyorsa, hiçbir işe yaramaz.
Kimi yerlerde artçıları devam etse de şimdi durulan bu kavgayı 1920'lerden beri verdiğimiz ise kimsenin aklına gelmiyor. Daha doğrusu işine gelmiyor. Çünkü kahraman/hain dikotomisi derken, yerimizde saymaya bulunmuş mükemmel bir kılıftan bahsediyoruz.
Her nesilde ileriye gitmemiz gerekirken, ısrarla yerimizde sayıyoruz. 2020'li yıllardaki tartışmalarımızı, 1920'lerin sözleri, şahısları ve taraflarıyla sürdürmek istiyoruz.
Esas amacımız ise bambaşka. Ciddiye alınmak, güçlü görünmek mümkünse kuvvetli olmak istiyoruz.
Yüz sene evvelinin tartışmalarına hapsolmuşken bugün nasıl güçlü olabiliriz? Kim bizi ciddiye alır?
Zamanında pek konuşmayı sevmeyen bir adamla tanışmıştım. Herif en sert tartışmaların ortasında bile put gibi duruyor, inanılmaz bir sakinlik ve hoşgörüyle dinliyordu. Sanki bu meseleleri çoktan çözmüş gibiydi. Daha sonra aslında hiçbir şey çözmediğini, cehaletini bastırmak için sustuğunu anladım. Yine de yüz yıl öncesinin kavgasını bugüne taşımaya niyetlenmediği için hâlen bir miktar saygı duyuyorum kendisine.
Ülke bu hâle geldi. Kahramanlar ve hainler arasında tercih yapıyormuş gibi görünsek de, konuşan aptallar ve susan aptallar arasında tercih yapıyoruz. Gürültü etmeyen aptallar bize sevimli görünüyor.
Türkiyamızın fikir ortamı, temeli atılıp öylece bırakılmış yapılara benziyor. Her gelen, önüne bir kırmızı kurdele gererek ve tabii bu kurdeleyi kibirle keserek açılış yapıyor fakat kimse binada oturamıyor.
Çünkü; inşaat durmuş.
Yanlışlıkla bir tuğla koyulsa, akşamına şarapçılar çalıyor, tuğlası çalınan ağlıyor, bir kısım vatandaş binaya "küsüyor".
Saçma sapan tartışmalar için labaratuvar işlevi gören ülkemiz dünyadan kopuyor. Gidişatı izlemekte zorlanıyor, ardından herkese kızıp "biz bize yeteriz" gibi anlamsız bir hamakata savruluyor.
Oysa kavga içimizde gibi görünse de, aslında dışarıdakilere kendimizi gösterme kavgasıdır. (Bunu en ucuz şekilde yapıp kendisini satanları işin dışında bıraksak bile, geri kalanında hatta en milliyetçisinde bile böyle bir arzu vardır.)
Dünyayı anlamadan, tanımadan onu değiştiremezsiniz. Dolayısıyla diz de çöktüremezsiniz.
Aşağılık kompleksini aşmanın yolu çalışmak, çabalamak, anlamak, tanımak, mücadele etmektir. "Biz var ya... çok büyüğüz" demekle büyük olunmaz. Ağır sanayi kurarak büyük olunabilir, tarımı şaha kaldırarak büyük olunabilir, bilgi üreterek ve üretilen bilgiyi işleyerek büyük olunabilir. Beyin göçü vererek değil, alarak büyük olunabilir. Fakat "bir sabah kalkıp da kendimizi büyüğe dönüşmüş olarak" büyük olunmaz.
Kendi kendisini hapsetmiş topluluklar özgür olamazlar. Dolayısıyla saygıya da layık değillerdir. Ülkemizi hakettiği itibara kavuşturmak istiyorsak; işe ilk olarak üzerimize zevkle giyindiğimiz "deli gömleklerini" parçalayarak başlamalıyız.
Kahramanlar/hainler dikotomisi bunun için nefis bir başlangıç noktası teşkil edecektir. Tabii ki rahat koltuklarında oturup kör döğüşü izler gibi izleyenler değil, rahatsız olanlar için!

0 Yorumlar