Her biri kendi içinde anlamlı olan ama birbiriyle doğrudan alakası olmayan kısa yazılardan oluşan serimiz "Blog Notlar" on birinci yazısıyla devam ediyor.
Bu yazıda; Kraliçe'nin vefatı üzerinden "tarafsız" İngiliz basınını eleştirecek, Majesteleri Roger Federer'in tenise vedası dolayısıyla saygılarımızı sunacak, büyükşehirlerde azalan delilerin nereye kaybolduğunun izini sürecek ve birlikte izleme alışkanlığının yok oluşuna dair bir iki kelâm edeceğiz. Ayrıca Hekimhanlı Âşık Esirî'nin bir deyişini hatırlayacağız.
"Görsel" bölümümüzde spor ve sanatı birleştiren Federer'in gayet estetik bir fotoğrafını paylaşırken; kitap tavsiyesi kürsümüzde Bülent Tanör'ün Türkiye'de Yerel Kongre İktidarları (1918-1920) kitabını ağırlayacağız.
Buyurun başlayalım.
1
Kraliçe'nin Tacındaki İnci: İngiliz Basını
70 sene boyunca kafasında taç taşımak, gülümsemek, halkı selamlamak ve seçilmiş başbakanı tebrik etmek haricinde çok az şey yapan fakat yaptığı bu işler için çok fazla para alan Elizabeth Windsor ruhunu "huzur içinde" teslim etti. Ölümü 8 Eylül'de açıklanan Kraliçe 19 Eylül günü sinema filmi tadında bir cenaze töreniyle defnedildi. (Konumuzu doğrudan alâkadar etmese de; sinemanın, Batı'nın üç temel bileşeninden birisi olan Hristiyanlıktan ne kadar beslendiğini görmek isteyenler cenaze törenine şöyle bir göz atmalılar.)
Benim ilgimi zaten çok yaşamış bir kadının Allah'ına kavuşmasından çok; "tarafsız" İngiliz basınının tavrı çekti.
Tarafsız olmak diye bir şey sözkonusu değildir. Basın taraftır. Tabii ki kraliyete taraftar olanların tavırları buna göre şekillenecektir. Bu takımın Kraliçe'nin ölümü karşısında abartılı tavırlar göstermesi ve "çok üzülmesi" gayet normaldir.
Normal olmayan; kendilerini kraliyetle mesafeli göstermek isteyen ne kadar İngiliz gazetesi, televizyon kanalı ve internet sitesi varsa Kraliçe'ye yalnızca saygılarını değil sevgilerini ve hatta giderayak biatlarını sunmak için sıraya dizilmesidir. Bu hadise bizde sıklıkla tarafsızlık örneği olarak gösterilen İngiliz basınının ne derece "tarafsız" bulunduğunu afişe etmesi açısından kıymetlidir.
Birileri İngiliz basınının yaltaklanmasını Kraliçe'nin başarısı olarak görüyor. Bence esas tacın başarısıdır.
Nasıl her Türk içten içe Osmanlı özlemi duyarsa, her İngiliz de öylece imparatorluk özlemi duyuyormuş. Bir zamanlar "tacın incisi" olarak tavsif edilen Hindistan'ın kaybından sonra aynı tacın yeni incisi İngiliz basını olmuş.
Sırf bunu öğrettiği için bile "Royal nineye" teşekkürü borç bilirim. Toprağı bol olsun.
2
Majestelerine Veda: Federer Tenisi Bırakıyor
Yine Londra'da ama bu sefer daha sahici bir majeste vedasını bu hafta sonu yaşayacağız. Tenisin büyük üçlüsünden Roger Federer emekli olacak.
Yalnızca bir kez, İstanbul Açık'ta, canlı izleme fırsatı bulduğum; onun haricinde sürekli ekran başından takip ettiğim büyük bir sporcu Roger Federer. İçinde benim de bulunduğum birçoklarına tenis sporunu sevdiren kişi aynı zamanda...
Oynadığı her maçta onun tarafını tuttum. Muhteşem servisleriyle rakiplerinin canını yakarken, onu izleyenlere keyifli anlar yaşatmasını bildi.
Güce değil estetiğe dayanan oyun yapısı, centilmenliği ve karizmasıyla tenisin dönüşümünde ve geniş kesimlerce sevilmesinde istisnai bir rol oynadı.
Çok söylendi ama kesinlikle katıldığım için tekrarlamak istiyorum: Nadal ve Djokovic bu sporun en büyük oyuncuları. Federer ise bütün zamanların en estetik sanatçılarından birisi.
Boksu estetik kılan Muhammed Ali gözümüze ne kadar hoş görünüyorsa, tenisi sanata çeviren Federer de aynı şekilde görünüyordu.
Vedasını açıkladığında aklıma oynadığı iki maç geldi. İlki yukarıda da değindiğim "İstanbul Açık" yarı finaliydi. (Kontrol ettim: Arjantinli Schwartzman'la oynamışlar. Maçı Federer'in 2-1 kazandığını hatırlıyorum ama rakibini unutmuşum. O tarafa hiç bakmadığımdan olabilir.)
İkincisi ise televizyon başında izlediğim 2008 Wimbledon Finali'ydi. Yani; Nadal'ın 2-0 öne geçtiği, Federer'in şampiyonluk puanı çevirerek 2-2'ye getirdiği ama nihayetinde Nadal'ın kazandığı "bütün zamanların en iyi maçı".
Neden bu kadar çok zaferi varken yenilgisi geldi aklıma? Galiba "güzel kaybetmeyi" kabullenmesi ama aynı zamanda asla pes etmemesi yüzünden.
Bunu çok az insan için söyleyebilirim: İyi ki Federer'le aynı dönemde yaşıyoruz ve iyi ki bu büyük sanatçıyı sanatını icra ederken izleyebildik.
3
Sanat ve Sporun Mükemmel Birleşimi: Bir Federer Fotoğrafı
Sanat eserlerini izlemek insanın zevkini inceltir. Hayata bakışını çeşitlendirir. Ama bu eserlerin üretimi çok sancılıdır ve bu süreci izlemek insana zevkten çok acı verir.
Picasso, muhtemelen, resim yaparken çok sıkıcıdır. Kitaplarını bayılarak okuduğumuz Dostoyevski'yi onları yazarken izleme fırsatımız bulunsaydı, yine muhtemelen, pek de memnun kalmazdık.
Sporu sanatla birleştirenler veya sporu sanat seviyesine çıkaranlar mevzubahis olduğunda üretim süreci bile güzelleşir. Bunun en nadide örneklerini, tenis alanında, Federer vermiştir.
![]() |
| (Kaynak: Getty Images) |
Tenis fotoğrafçısı Chen Hongbo'nun objektifinden Federer'e baktığımız bu fotoğrafta bir tenis oyuncusunun yanısıra bir balerin veya atletizm sporcusunu da görürüz. Tacın değil tenisin majestelerine, bundan sonra benzerlerini nadiren göreceğimiz, estetik bir fotoğrafla saygılarımı sunmak istedim.
4
Büyükşehirdeki Deliler Nereye Gitti?
Ülkemiz akıl hastalığına dûçâr olmak anlamında değil ama daha çok "boş vakitlerini değerlendirmek" için deliren insanlarla dolu. Bu cinsin sayıları o kadar artıyor ki, bazen hakiki akıl hastaları ve "normal" insanlar azınlığa düşüyorlar.
Fakat pandemi sonrasında özellikle büyükşehirlerdeki deli sayısında ciddi bir azalma görülmeye başlandı. Muhtemelen bir kısmı boş zaman aktivitesini çok beğenip tam zamanlı deliliğe terfi ettiler. Bir kısmı ise başka eğlenceler buldu. Bu iki durum da, sayıları yüzbinlere ulaşan toplulukların nereye kaybolduğunu açıklamaya yetmiyor.
Cevap ise bambaşka bir mekânda yatıyor. Büyükşehirlerde ikamet eden delilerin tamamı kırsala geçmişler.
Ülkemizin herhangi bir kimliksiz taşrasına gidecek olursanız harika zaman geçirebilirsiniz. Tabii aklınızı dışarıda bırakmak kaydıyla...Mesela daha geçen gün ufak bir kasabada şu manzarayla karşılaştım: Topal olmayan ama öyleymiş gibi davranan bir adam, adım atmak yerine zıplayarak yürüyen bir başkasını uçar tekme atarak yere düşürdü. Bu, böylece yaşandı.
Peki bunlar kırsala nasıl geldi? Ben belediyelerin işin içinde olduğunu düşünüyorum. Nasıl sokağa atılan köpekleri götürüp kırsal araziye salıyorlarsa, büyükşehir delilerini de öylece toplayıp kırsala getiriyorlar.
Yahut bir ihtimal daha var: Büyükşehirlerde psikoloji servisleri iyi iş çıkarıyor, buna mukabil kırsalda oturan ama ne tam köylü ne de şehirli olamayan kasabalı vatandaşlarımız ise hızla deliriyor.
Galiba belediyelerin delileri toplayıp kırsala sürmesi açıklamasına inanmak daha doğru görünüyor.
Çünkü; öteki ihtimali ciddiye alırsak, bambaşka bir Türkiye fotoğrafı çizmemiz gerekecek. Herkes hâlinden memnunsa, neden böyle bir zahmete katlanalım ki? Biraz delilere, biraz belediyelere kızar işimize gücümüze bakarız.
Galiba böyle böyle biz de delireceğiz.
5
Televizyon mu Ölüyor Birlikte İzleme Alışkanlığı mı?
Ekmeğimi teknolojiden kazansam bile, modern çağın bu esas yürütücü gücünden çok da hazzetmiyorum.
Yine de teknolojinin getirdiği bazı davranış biçimlerini ben de benimsiyorum. Tek başına izleme alışkanlığı bunların başında geliyor.
Çünkü her bulduğum şeye bakmak gibi bir huyum yok. Dolayısıyla önceden seyretmek için planladığım, süresi ne kadarsa o kadar vakit ayırdığım izleme zevkimi, bir başkasının çenesine veya tuvalet molasına feda etmek istemiyorum. Belki aşırı bir tavır bu ama yine de hâlimden memnunum. Gözlemlerime dayanarak söyleyebilirim ki; insanların büyük çoğunluğu da benim davranışımı paylaşıyorlar.
Böylece birlikte "bir şeyler" yapma süremiz azalıyor, daha az sosyalleşiyoruz. (Sosyalleşmeyi yalnızca biraraya gelerek belirli bir "şeye" bakmak olarak anlamadığım için kendimi bu listenin dışına çıkarıyorum. Mesela sohbet ederek de sosyalleşebilirsiniz.)
Fakat birçokları için "bir şeyler" yapmak, siyah ekrana bakmaktan ibaret. İşin sosyal yanı ise gördüğünü yorumlamak.
Herkes tek başına izleyince "anlık" yorum yapma ihtiyacı tatmin edilemiyor. Tam burada imdada bir başka "sosyal" mecra yetişiyor: Twitter.
Twitter tam anlamıyla televizyona eklemlenmiş durumda.
Bir işi olmayan veya işten çıkınca eve ulaşmak haricinde bir iş yapmayan insanlar televizyonlarını açıyor ve gördükleri şeyler üzerine seri tweetler atıyorlar.
Böylece tek tek izleyip, bambaşka şeyler gördüğümüz "izlence" üzerine binlerce farklı yorum okuyoruz.
Her şeyin belirli olduğu çağların aksine, gördüğünde bile anlaşamayan insanların çağında; deliliğe övgü de aptallık sayılmaz mı? Çünkü böyle bir çağda insanların delirmesi değil ama aklını muhafaza etmesi mucizedir.
6
"Her özün bilmezi mihenge vurma
Hazer kıl cahilin yanında durma
Manâdan bilmeze mesele sorma
Arif vardır ıssız sanma cihanı"
Hekimhanlı Âşık Esirî
Kitap Tavsiyesi: Türkiye'de Yerel Kongre İktidarları (1918-1920) - Bülent Tanör
Tarihçi değil anayasa profesörü olan Bülent Tanör, çağının ötesine seslendiği bu ufak kitapta muhteşem bir meseleyi ele alıyor: Türkiye'de Kongre İktidarları.
Konfüçyüs'ün "Senin iktidarın saygı görmüyorsa, başka bir iktidar yoldadır" sözüyle açılan kitap; Türkiye'de herkesin üzerine lâf ettiği ama çok az kişinin bildiği bir dönemi konu ediniyor.
Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından Büyük Millet Meclisi'nin açılışına kadar geçen sürede Türkler işgallere nasıl direndiler? Silahlı direniş çoğunlukla Kuvayı Milliye eliyle oldu ama ya sivil örgütlenmeler?
Türkler birbiri ardısıra kongreler düzenlediler. Bu kongrelerin temsil gücü o kadar kuvvetliydi ki, başlı başına bir iktidar odağı olarak belirdiler.
Tanör bunları temel olarak dört gruba bölerek inceliyor: Elviye-i Selase Grubu (Kars, Ardahan, Batum), Trakya Grubu, Doğu ve Kuzeydoğu Anadolu Grubu ve Batı Anadolu Grubu.
Peki, yukarıda atıfta bulunduğum, kongrelerin "temsil kuvveti" tam olarak ne kadardı?
"(...) Bu durumda, 1918-1920 döneminde bu türden kongrelere katılan temsilci sayısının 1500 civarında olması çok muhtemeldir. Bazı kişilerin birden fazla kongreye delege olarak katılmış olmaları hesaba katıldığında bile, bu dönemde temsil ilişkisine giren en az 600 civarında "kongreci"den söz edilebilmelidir.
...
Bu dönemde, işgal altındaki topraklardakiler de dahil, Türk-Müslüman nüfusun 8-10 milyon civarında olduğu göz önüne alınırsa, bu rakamların dile getirdiği temsil ve vekâlet gücünün ne kadar yaygın ve köklü olduğu da kolayca anlaşılır.
...
Bir karşılaştırmayla bunu tamamlayacak olursak, 1983-1992 tarihleri arasındaki 50-60 milyonluk Türkiye'de kural olarak ancak 5 yılda bir, merkezi sisteme (TBMM) bağlı olarak ve 400 ya da 450 milletvekili çerçevesi içinde yaşanan bir seçim ve vekâlet sistemi varolmuştur." (s.64)
Bu derece yüksek bir temsil kabiliyetinin siyasi hadiseleri yönlendireceği açıktır. Burada şu mühim paragrafın özellikle altını çizmek istiyorum:
"Temsil olayı, kurumsallaşmanın sivil karakterini de vurgulamakta ve pekiştirmektedir. Bu durum, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının doğrudan etkisini taşımayan kongre hareketlerinin hemen hemen hepsinin zaten ortak niteliğidir. Temsil olayının sivilleşmeye etkisi, asıl Mustafa Kemal ve arkadaşlarının etkin ve önder durumunda oldukları kongrelerde önem kazanacaktır. Bunun da dönüm noktası Erzurum Kongresi'dir. Burada, askerlik görevinden ayrılan ve askeri kimliği ve yetkileri son bulan Mustafa Kemal'i yine güçlü kılmaya devam eden faktör, sadece asker arkadaşları tarafından (özellikle Kazım Karabekir) desteklenmeye devam etmesi değil, aynı zamanda Erzurum Kongresi'ne ve kongrenin oluşturduğu Heyet-i Temsiliye'ye başkan seçilmiş olmasıdır. Kaynağını sivil temsilden alan bu yeni meşruluk güvencesi, Mustafa Kemal'i de askeri örgütlenme ve direnişe tanıdığı öncelikten, sivil ve siyasal faaliyete ağırlık verme yönüne doğru çekecektir." (s.60)
Türk Kurtuluş Savaşı'nı sarayına hapsolmuş oturan bir zavallının başlattığını iddia edenlerin bilhassa okuması gereken bu eseri; henüz aklını peynir niyetine yememiş bütün okuyuculara da öneririm.


0 Yorumlar