Blog notlar serisinin on ikinci yazısıyla birlikteyiz.
Serinin bu sayısında; Hıncal Uluç'un ölümüne, The Offer dizisine, muhalefetin Tayyip Erdoğan arayışına, KKTC'nin Türk Devletleri Teşkilatı'na gözlemci üye oluşuna ve dünya nüfusunun sekiz milyarı geçmesine değinecek; Hegel'in bir sözünü hatırlatacağız.
"Görsel" bölümümüzde yakın zamanda vefat eden ressam Komet yani Gürkan Coşkun'un bir tablosunu paylaşırken; kitap tavsiyesi kürsüsünde Jean Baudrillard'ın Amerika'sını konuk edeceğiz.
Buyurun başlayalım.
1
Hıncal Uluç'un Ölümü
Hıncal Uluç öldü. Nevi şahsına münhasır bir adamdı.
Garip huyları olan, ilginç çıkışlarda bulunan ama daima izlenilir, daha önemlisi okunur olmayı başarmış bir insandı. Ölümünün ardından birileri çok sevindi, bazıları da eski günahlarını hatırlattı.
Yahya Kemal "Kaybetti asrımızda ölüm eski hüznünü" demişti. Galiba eski saygınlığını da kaybetti.
Eski günahlar başka zamanın konusu olsun ama ölüme sevinmek kadar aptalca çok az şey vardır. Bu bir insanın tuvalete gitmesine sevinmekle aynı şeydir. Çünkü hepimiz öleceğiz. Birileri, üstelik yaşı bizden büyük olan birileri, daha evvel öldüler diye "haksız" olmazlar. Yalnızca ölü olurlar.
Hıncal Uluç'a dönersek... Asker ve şair bir babanın, Fuat Uluç'un, oğluydu. Nabi'nin "Eğerçi köhne meta'ız revacımız yoktur/Revaca da ol kadar ihtiyacımız yoktur" meşhur beytine yazılmış en güzel nazireyi kaleme alan adamın oğlu yani. Şöyleydi o nazire: "Saray-ı uzleti bihude kalmadık me'va/ Zeman-ı hale muvafık miz'acımız yoktur."
Babasının aksine "zeman-ı hale muvafık mizacı" vardı. Kişiliği beni hiç alâkadar etmiyor fakat yazım tarzı, üslûbu üzerine bir iki laf etmek isterim.
"Entelektüelin" bambaşka ve kesinlikle anlaşılmaz bir dille konuşmaya yemin ettiği ülkemizde; Hıncal Uluç bildiği, gördüğü ne varsa okurları anlasın diye yazdı. Kimi zaman fazla basitleşti, bazen istediğini yapamadı ama neticede bir yol açtı.
Öteki taraftan tek yazıda "her şeyden" bahsetmek ondan önce pek rastlanan şeylerden değildi. Hayatı bir bütün olarak görenler için, en azından benim çocukluk yıllarımda bile, "Hıncal'ın Yeri" keyifli bir mekândı.
Yazıyı yazarken düşündüm. Belki Blog-Notlar formatını da ilk defa onda görmüşümdür, emin olamıyorum. Ama her yazıya biraz "eski kafalı" olsa da muhakkak "özlü söz" ekleme sevdam, kesinlikle Hıncal'ın Yeri'nden alınmış bir parçadır.
Allah rahmet eylesin. Yazı yazan herkes gibi unutulacak, yazı yazan herkes gibi bir parçası bir yerlerde yaşayacak.
2
Müthiş Bir Reklam Filmi: The Offer
Herhangi bir "görsel materyali" birden fazla kez izlemem istisnaidir. Bu yüzden birçok filmin, dizinin repliklerini bilmem. Onun yerine kitaplardan alıntılar, kimi şiir parçalarıyla zihnimi doldurmayı tercih ederim. Bu da beni sinefil dostlarımın gözünde çağdışı yapar.
Fakat, dediğim gibi, bu birden fazla kez izlememe durumunun istisnaları vardır. Bu istisnai şeylerin başında The Godfather filmi gelir. Tam sayısını çıkartamasam da, bütün seriyi, üç veya dört kez izledim. Zaten az film izlediğim için "bütün zamanların en iyisi" olduğunu iddia edersem hadsizlik etmiş olurum. Benim izlediğim en iyi film olduğuysa kesin. Dolayısıyla bu filmin yapım hikâyesini konu edinen The Offer dizisini görmezden gelmek gibi bir şansım yoktu.
Brando'nun deneme çekimini, oyuncuların aileye dönüştüğü yemek sahnesini ve filmin gücünü gösteren (hatta gövde gösterisi olarak tarif edebileceğimiz) mafyaya yapılan ön gösterimi çok beğendim. Bilhassa sonuncusunda filmden tek kare göstermeden, yalnızca seyircilerin tepkileriyle hangi sahnede olduğumuzu anlamamız Godfather'ın kült oluşunu fazlasıyla açıklıyor.
Peki neden The Offer'ı muhteşem bir reklam filmi olarak tanımlıyorum? Sadece gerçeği büktükleri için değil elbette. Gerçeği Paramount lehine fazlasıyla büktükleri için olabilir ama.
Bütün yapım ekibine hayatı zindan ettikleri Godfather'ı, aradan yıllar geçtikten sonra, "Nasıl da keyifle yapmıştık" üçkağıtçılığıyla satmaları belki anlaşılabilir. Çünkü başka şansları yok. Ama sırf stüdyonun ve birkaç kişinin isimlerini gerekli gereksiz her yerde geçirmek, bütün sahne geçişlerine reklam gibi kendi kendisini yerleştirmek daha ilk bölümden itibaren mide bulantısına sebep oluyor.
Bu kadar pahalı bir reklama ihtiyaçları var mıydı diye sorulabilir. Olmasa yapmazlardı, değil mi?
3
Muhalefetin Tayyip Erdoğan Arayışı
Muhalefetin cumhurbaşkanlığı adaylığı için adı geçen üç isim var. İlki CHP Genel Başkanı. Bu adamı "otorite sahibi olmadığı" için eleştiriyorlar. Sonra İstanbul Belediye Başkanı'nın adı geçiyor. "Tembel" diye beğenmiyorlar. Ardından bizim Ankara Belediye Başkanı'nın ismi ön plana çıkıyor, bu sefer de "reklamını yapmıyor" diye kızıyorlar.
Anketlerde de görülen bu garip durum şöyle bir tespit yapmamıza imkân veriyor: Muhalefet "otorite sahibi, çalışkan ve kendi reklamını yapabilen" bir aday arıyor. Daha da basitleştirirsek muhalefet bir Tayyip Erdoğan arıyor.
Muhtemelen mayıs ayında yapılacak seçimlere kadar ciddi bir zihniyet devrimi yaşanmazsa seçim şu iki kişi arasında geçecek: Tayyip Erdoğan ve Tayyip Erdoğan olamamış birisi.
Böylesi bir durumda kimin kazanacağını tahmin etmek zor olmasa gerek.
4
Kıbrıs'ın Türk Devletleri Teşkilatı'na Gözlemci Üye Oluşu
Daha evvel Türk Devletleri Teşkilatı'yla alakalı yazdığım bir yazıda Kıbrıs "meselesine" de değinmiş, zirve bildirisindeki Kıbrıs maddesine atıfla, "Umarım bu madde harfiyen uygulanır ve KKTC önce kültürel ardından da diplomatik olarak kulübün içindeki - haklı yerini - alır." temennisinde bulunmuştum. Yavaş da olsa olumlu bir süreç işlemeye başladı. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Türk Devletleri Teşkilatı'na "gözlemci üye" oldu.
Böylece Türkiye'den başka tanıyan ülkenin bulunmadığı bu Türk cumhuriyeti, uluslararası alanda tanınırlık yönünde ciddi bir ivme kazandı.
Kıbrıs artık ikiye bölünmüş bir adadır. 1974'ten beri ikiye bölünmüştü de, uzun zamandır "birleşme" diye bir şeyin söz konusu edilemeyeceği anlaşıldı. Dolayısıyla akıllı bir yönetimin yapacağı iş Rumların kapısında yatmak değil, uluslararası tanınma planı yapmaktır. Türkiye'yi de, eğer nazlanırsa, yanında görmek için elinden geleni ardına koymamaktır. Anlaşılıyor ki Kıbrıs bu yolda ilerliyor. Bizlere düşen kamuoyunda Kıbrıs'ı bir mesele olmaktan çıkarıp, bilinçli bir şekilde desteklenmesi gereken milli politika hâline getirmektir.
KKTC'nin gözlemci üyeliğinin hayır getirmesini temenni ederim.
5
"Tarih bir mezbaha tezgâhıdır." Hegel
6
Dünya Nüfusunun 8 Milyarı Aşması
Geçtiğimiz günlerde dünya nüfusu resmi olarak 8 milyarı geçti. Oysa daha 2011 yılında 7 milyara ulaşmamızı kutlamıştık.
Gezegende kendisinden başka türdeşini bırakmayan homo sapiens şimdi en zor sınavıyla karşı karşıya: Hayatta kalmak için dünya nüfusunun "biraz" azaltılması gerekiyor. Aksi takdirde, yeteri kadar kaynak bulunsa bile, yaşamaya uygun arazi kalmayacak.
Tarihte basit bir kural vardır: Yıkılmaz denen kişiler, devrilmez denen kurumlar, alt edilemez zannedilen kültürler hep aynı şekilde yok olmuştur. Yok edecek düşman kalmayınca kendi kendilerini imha ederek! Türümüz için aynı kaideyi bir kehanet veya dilek olarak yazmasam da, gidişatın ciddiyeti hakkında bir uyarı olarak geçmek istedim.
7
Ressam Gürkan Coşkun'un Bir Tablosu
Geçmişte yaşamış (veya yaşayan) kişilerin hâldeki tavırları nasıl olurdu? Fantazi ve gerçek birbirine girerse, tecrübe ne tarafta yer alırdı? gibi "sanatsal" ama kesinlikle boş olmayan soruların peşine düşen Komet, muhakkak melankolik bir ressamdı. Ölümünün ardından yazılan birkaç şahsî tanıklık yazısında hayatında melankoliye pek de yer vermediği yazıldı ki, muhtemelen doğrudur. Çünkü taşradan çıkmış bir çocuk istediği kadar melankolik bir sanatçı olsun, hayatını melankolik geçiremez. Çünkü melankoli sözcüğü onun doğduğu yerde bilinmez.
Çorum'dan başlayıp dünyaya uzanan bir ressamın hikâyesiydi Komet'in öyküsü. Türk resminde nereye düşer, neyi temsil eder inanın bilmiyorum. Fakat daha yaşarken onun bazı resimlerini görme fırsatına erişmiş olmaktan memnunum.
Resimleri anlamak için uzun süre bakmak gerekir. Ama bu sürenin de bir sınırı vardır. Çünkü herhangi bir şeye lüzumundan fazla bakarsanız, ne görmek istiyorsanız onu görürsünüz. Aşağıya belki "en iç karartıcı" resmini alıyorum. Resimle biraz vakit geçirince, belki de o kadar "karanlık" görünmez, kim bilir?
![]() |
(kentyasam.com sitesinden alınmıştır.) |
Kitap Tavsiyesi: Amerika - Jean Baudrillard
Altı başlıktan ve toplam 147 sayfadan mürekkep olan kitabın çevirisini Yaşar Avunç yapmış. Ayrıntı Yayınları'ndan çıkan kitabın 2013 tarihli üçüncü baskısını esas alıyorum.
"Amerika ne bir düş ne de bir gerçeklik; o, hiper-gerçeklik." (s.41) diyen Baudrillard çöllerinden, meydanlarına kadar Amerika'yı çözümlüyor. Bilhassa çölü anlattığı bölümler kitabın belki en özgün yönünü oluşturmakla beraber, benim bugünkü amacım kitabın Avrupa - Amerika kıyasının yapıldığı son bölümünden alıntılar yapmak.
Aslında bu kıyas kitap boyu yapılmakla birlikte, son bölümde neredeyse her sayfa; bir paragraf Amerika bir paragraf Avrupa'ya ayrılmak suretiyle mukayeseye hasredilmiş.
Bu kıyasa geçmeden önce Fransız feylesofun Amerika'ya dair bir tanımını paylaşalım:
"Amerika, modernliğin özgün versiyonudur; bizler dublajı yapılmış, altyazısı yazılmış versiyonuz. Amerika köken sorununa boş veriyor; kökenle ya da efsanelere özgü bir otantik olmayla uğraşmıyor; ne geçmişi ne de kurucu bir gerçekliği var. Zamanla ilgili bir ilk birikimi olmadığı için sürekli bir güncellik içinde yaşıyor. Hakikat ilkesinin ağır ve yüzyıllardan bu yana sürüp gelen birikimine sahip olmadığı için, sürekli bir taklit içinde, göstergelerin sürekli güncelliği içinde yaşıyor." (s.92)
Görüldüğü gibi pek de büyük bir Amerikan hayranından bahsetmiyoruz Baudrillard derken. Fakat üstad Avrupa'yı da pek beğenmemektedir:
"Biz ideal için kıvranan ama aslında bunun gerçekleşmesini istemeyen, her şeyin olası olduğunu ama her şeyin kesinlikle gerçekleşmediğini söyleyen nostaljik ütopyacılar olarak kalacağız. Amerika'nın savı her şeyin gerçekleştiği yönündedir. Bizim kendi sorunumuz ise şudur: Eski amaçlarımız - devrim, gelişme, özgürlük - ulaşılmadan önce, gerçekleşmeden yok olacaklar. Melankolinin nedeni bu. Biz hiçbir zaman böyle beklenmedik bir gelişmeyi görmek şansına sahip olmayacağız.
Biz olumsuz tutum ve çelişkiler içinde yaşıyoruz, onlar paradokslar içinde. (çünkü gerçekleşmiş bir ütopya düşüncesi paradoksal bir düşüncedir) Amerikan yaşam biçiminin kalitesi, çoğunlukla bu pratik ve paradoksal mizah içinde kendini göstermektedir. Oysa bizimki eleştirel aklın inceliğiyle belli olur. (belli olurdu?) Birçok Amerikalı aydın bizim bu özelliğimize imrenir ve kendileri için yeni ideal değerler, yeni bir tarih yaratarak, eski Avrupa'nın felsefi ya da Marksist güzelliklerini yeniden yaşamaya özenirler. Özgün durumlarını oluşturan her şeyin tersine; çünkü Amerikan kültürünün (kültürsüzlüğünün) çekiciliği ve gücü tamı tamına modellerin ansızın ve görülmemiş bir biçimde somutlaşmasından kaynaklanıyor." (s.95)
Bence kitabın kritik cümlelerinden birisi şudur:
"Onlar düşüncelerden gerçeği üretiyorlar, biz gerçeği düşüncelere ya da ideolojiye dönüştürüyoruz. Burada ancak üretilenin ya da ortaya çıkanın anlamı var; bizim için ise ancak üretilenin ya da gizlenenin anlamı var." (s. 101)
Son alıntıyı yine Amerika üzerine yapalım:
"Bizim zekâ dediğimiz şey konusunda iddiasızlar; kendilerini, başkalarının zekâsı tarafından tehdit edilmiş hissetmiyorlar. Onlara göre zekâ yalnızca zihnin özel bir biçimidir ki; bununla aşırı derecede karşı karşıya kalmamak gerekir. Bu yüzden de kendiliklerinden yadsımayı ya da yalanlamayı düşünmüyorlar; doğal davranışları, onaylamaktır. Biz, "sizinle aynı düşüncedeyim" dediğimizde bu, daha sonra her şeye karşı çıkabileceğimiz anlamına gelir. Oysa Amerikalı böyle dediği zaman bu, açıkyüreklilikle, daha sonra karşı çıkmak için hiçbir neden görmüyor demektir. Ama çoğu kez sizin çözümlemenizi olgularla, istatistiklerle, yaşanmış deneyimlerle doğrulayacak, böylece bu çözümlemenin her türlü değerini ortadan kaldıracaktır." (s. 104)
Baudrillard'ın bu hacim olarak ufak ama mana bakımından kuvvetli kitabını gönül rahatlığıyla tavsiye ederim.
0 Yorumlar