Köyün Ölümü ve Yükselen Taşra


Şehirden bakınca köy, yalnızca sağlıklı yiyeceklerin üretildiği bir mekân olarak görülüyor. Oysa köyün de bir tarihi vardır. Kültürü vardır. Maalesef bu köklü kültürün taşıyıcısı olan son nesli uğurluyoruz ve daha acısı bunun farkında bile değiliz...

Hastanede değil evde, tek başına değil çoluk-çocuk geniş ailesiyle birlikte, her tarafından bağlanmış kabloların esaretinde değil huzur içinde ruhunu teslim etmek isteyen ve bu isteğini yerine getiren insanlar gittikçe azalıyor. Bu arzu, şimdi toplumumuzda küfür niyetine kullanılan bir muhitin insanının, köylünün, arzusudur. 

Türkiye'de köy ölüyor. Bir zamanlar kalkındırmak için sol ve sağın birbiriyle yarıştığı; solun saçma sapan "romanlarına", sağın abuk sabuk "projelerine" meze olan Türk köyü son nefesini veriyor. Hepimiz şehirde olduğumuz için bu sekerat hâlinden pek haberdar olanımız yok. Fakat kör kayıkçıyla birlikte gördüğümüz bu cinayeti sizlere haber vermek istiyorum. 

Köyün Yok Oluşu 

Medeniyetin tarıma geçişle başladığı söyleniyor. Demek ki tarihin ilk medeni yerleşim birimleri köyler oluyor. Köylerin büyümesiyle şehirler meydana gelse de; zamanla şehir bir kültürü, köy ise bambaşka bir kültürü temsil eder hâle geldiler. 

Şehirler; ev ve işyeri haricindeki "üçüncü mekânlarla", her zaman sürprizler yaratan tesadüf imkânıyla, geniş nüfusu ve olanaklarıyla temerküz ettiler. Köyler bunun karşısına herkesi tanıma emniyetini, bugünden bakınca tezat gibi görünse de nispi bir özgürlük sahasını, düzenli ve tabii ki sağlıklı yaşamı koydular. Bunlar dünyayla birlikte bizde de böylece geçerli olan kurallardı.

Yine dünyadaki trendlere uygun olarak şehirlere başlayan göçle beraber, iki farklı kültür formunun ikisi de çökmeye yüz tuttu: Şehirler aşırı nüfusu eritmekte zorlanırken; köyler insansızlıktan çürümeye başladı. Uzun zamandır bu bir sorun değil realite olarak kabul edildi. Ve süreci izleyenlerin aklına tek bir soru takıldı: Önce hangisi ölecek? Şehir mi köy mü? Yaşı daha büyük olan köy "sırayı bozmak" istemedi ve önden gitmeye karar verdi. 

Evet, Türkiye'de köyler eriyor. Yaşları 80'e dayanan son insanların da bu dünyayı terk etmesiyle birlikte, bildiğimiz "köy" tamamen ölecek. Bütün bir kültürel birikimiyle beraber yok olup gidecek. 

Geriye Kalan: Taşra

Peki ne kalacak? Kalan kocaman bir kasabadan ibaret. Eski köyün üzerine çökmüş ama ablasının kıyafetlerini giyen kardeş gibi tam "yakıştıramamış", çirkin desen çirkin bile değil, apaçık bir acube! 

Bu acayipliğin de bir tarihi vardır ama kültürü yoktur. "Birlikte yaşam" formunu hiç olmamış gibi kabul eder. Bilimi, felsefeyi, işine gelince siyaseti inkâr etmesinin sebebi dünyanın kendisinin etrafında döndüğü inancına ket vurmalarıdır. Oturduğu yeri beğenmez, beğendiği yere gitse oturmaz. Asla üretmez, sürekli söylenir. Ve onun için hayatta tek gerçek vardır: Bağırmak! Kasabalılar bağırarak anlaşırlar. Aslında anlaşamazlar.

Kasaba bazı durumlarda masum bir yerleşim yerini çağrıştırdığı için, konumuz itibarıyla, yukarıda tanımladığım anlamıyla başka bir kelimeyle yola devam edeceğiz: Taşra. Taşra merkezde olmayan yeri tarif eder. Bizim kullandığımız merkez ise kısaca kültürdür. Dolayısıyla taşralılık kültürsüzlüktür. Ama kültürün karşısına bir Dionisos falan da koymaz. Doğayı kutsamaz. Sömürmeye, fırsatını bulursa ırzına geçmeye çabalar. 

Bu "taşra" isimli canavar köyün kanıyla duracağa benzemiyor. Şehirleri de yemek istiyor. Şu anda şehirlerde yaşayan ve 60'lı yaşlarını süren büyüklerimiz de aramızdan ayrılınca; muhtemelen sarsaklıkta, aptallıkta ve tasada bir olacağız. Çünkü hepimiz taşralı kimliğini edineceğiz.

Taşralı bayağıdır. "Çok şehirli" olanların "köylü" diye hakaret etmeye çalıştığı topluluk aslında taşralılardır. 

Köylü, köyde yaşar. Şehirli şehirde yaşar. Taşralı köyde şehirli gibi, şehirde köylü gibi yaşar. İnsanın en önemli kabiliyeti olan ve milletimizde de yüksek miktarda bulunan "adaptasyon" yani ayak uydurma taşralının bilmediği bir şeydir. Dünya ona ayak uydursun ister. Her rastladığına "Sen kimsin" diye horozlanmasının temelinde de aynı "mantık" yatar. Çünkü kendisi çok önemlidir ve karşısındakinin ne kadar önemli olduğunu açıkça sormadan anlayamaz. Taşralılık gönüllü aptallığın adıdır. Görgüsüzlüktür. 

Köylerimiz, durdurulamaz biçimde, ölüyor. Artık "köyü kurtarmak" diye bir projeden bahsedilemez. (Restore etmek, belki. Ama o "kurtarmak" sayılmaz.) Uyarıyorum: Türkiye'nin gelecek on yıldaki en büyük problemi "şehirlileşme" olacaktır. Şehirlerimizi, dolayısıyla dünyayla bağlantımızı, dolayısıyla kendimizi muhafaza etmek için bir şeyler yapmalıyız. Konuşmalıyız, tartışmalıyız ve en önemlisi sonuç alıcı işler için siyaset kurumunu zorlamalıyız.

Gerçi siyasetimiz ülkenin en taşralı alanıyken; kimden ne bekleyeceğiz? 

Yine de ümitvar olmak iyidir. Bu yazıyı "şehirlileşme" meselemize bir giriş olarak kabul edebilirsiniz. Çünkü ilerleyen zamanlarda, yine Tetebbular'da, bu konuyla ilgili daha fazla yazmayı planlıyorum. 

Yazıyı bitirirken; kendi yaşamları artık yalnızca kendi yaşamlarını değil bütün bir yaşama formunu temsil eden yaşlılarımıza uzun ömürler diliyorum. Fakat bu iyi bir dilek mi emin olamıyorum. 


Yorum Gönder

0 Yorumlar