Nereden başlamalı? Depremde eriyen binaların çimentosu gibi
vıcık vıcık bir giriş mi yapmalı? Afette ölenlerin üzerinde tepinen, epeyce
kelime israf eden ama hiçbir şey söylemeyen bir hikâye mi yazmalı? Ne
yaşadıklarını, nasıl hayata tutunduklarını tahmin bile edemeyeceğimiz insanlar
için konuyla hiç ilgisi olmayan ama muhakkak beğeni getiren mısralar mı
paylaşmalı? Hayatın soğukluğundan, ölümün sıcaklığından (yanlış yazmadım, dünya
tepemize çöktü derken gayet ciddiydim) bihaber, 9/8’in hafifletilmişi sözde
duygusal müzikler eşliğinde yayılan acınma ayinlerine mi katılmalı? Hayır!
Bunların hiçbirini yapmayacağım. Acınmaya olduğu kadar yerinmeye de kapalıyız, cümle
duygulardan – olabildiğince - uzağız bugün.
“Edebiyat” parçalamayacağım. Edebiyat dünü anlatıp, yarına
seslenir. Bugünle ilgilenmez. Memleketimizde 81 tane bulunan vilayetlerden 10
tanesi sarsıldı, 3 tanesi neredeyse tamamen yok oldu. On binlerce insan öldü.
Bu hadise geçmişte yaşanmadı. Yarına ne söyleneceğine “geçmiş olunca”
bakacağız. (Unutulunca mı demeli?)
Sohbetimizi iki şekilde sürdürebiliriz: Ya aklımızı öfkemize
kurban verecek ve herkese söveceğiz; veyahut da tam tersini yapacak, öfkemizi
aklımızın emrine vereceğiz. Kişileri, fotoğrafları, şiirleri, müzikleri değil;
raporları, kurumları, sayıları yardıma çağıracağız. Çünkü insanın olmadığı
yerde kelimenin de bir kıymeti yok. İnsanların bu kadar kısa zamanda, böylesi
bir depremle hayatlarını kaybettiği bir vakitte ise kelimelerin bir kıymeti
olsa bile mecali yok.
Evet, örgütlü insan kadar kuvvetli bir şey olmadığı gibi;
insanın örgütlenmekten daha kuvvetli bir yeteneği de yoktur. Evet, sivil toplum
önemlidir ve olmalıdır. Evet, hepimiz göçük altında kalabilirdik ve dahası
kalabiliriz. Evet, hepimiz en yakınlarımızı kaybetme tehlikesiyle
yüzleşebilirdik, dahası yüzleşebiliriz. Evet, doğaya hükmetmek, meydan okumak
insanoğluna fayda sağlamaz. Evet, doğanın vicdanı olmaz. Hepsi tamam. Hepsine
kabul. Fakat bunlar bize “Ders almalıyız” klişesinden başka ne söylüyor? Herkes
kendi hayatını düşünerek cevap versin lütfen: En son ne zaman bir hadiseden
ders aldınız ve bunu ne sıklıkla yaparsınız? Dolayısıyla “Ders alalım” diyerek
hiçbir şey söylemiş olmuyoruz.
O zaman ne konuşacağız? Kendimizle yüzleşmek için kritik
önem taşıyan noktalara vuralım. Depremin bize apaçık gösterdiği üç mühim
eksikliğimizi konu edinelim: Denetim, koordinasyon ve kapasite.
Kim Olmadığımın Açıklaması
Siyasetçileri pek sevmediğim, kendimi milliyetçi olarak
tanımlamama rağmen devlete tapınma ritüellerine yüz vermediğim bilinir. Bu
felaketin henüz başında, depremden doğrudan etkilenenler müstesna,
kilometrelerce uzakta rahat evlerinde yatıp devlete söven ruhsuzları mazur
görecek değilim. Bunlar derin bir sinizmin etkisindeler. Kendileri hiçbir şey
yapmadıkları gibi, içlerinde bir şeylerin nasıl yapılacağını bilen de yok.
Ciddi ciddi, devletin veya devleti yönetenlerin bu kadar insanın ölmesini
isteyeceğini zannediyorlar. Bu durum, karşı taraftaki kötülüğü araştırırken
kendisinin bok çukurunun içinde debelendiğini görmemek değil de nedir! Dolayısıyla
bunlardan değilim.
Öteki tarafta devletin ne olduğunu dün öğrenen, her
eylemlerini dini temalı hikayelerle açıklayan ve Allah’ın bir tek kendileriyle
ilgilendiğini zanneden “mütevazı” kibir devleri duruyor. Her şeyin çok iyi
gittiğini, bir şeyler yanlış giderse anlamını sadece kendilerinin bildiği
“ahlaksızlık” yüzünden Allah’ın belamızı verdiğini düşünenlerden bahsediyorum.
Allah’ın belasını verdiği “bizin” içinde onlar tabii ki yoklar. Laf olarak
varlar da iş ciddiye binince yoklar. Al birini vur ötekine! Sürekli bunları
uyarmak için yakınlarına ceza veren ama onlara asla dokunmayan bir Allah
tasavvur ediyorlar. Bunun adına şirk derler müslüman! Ama kimin umurunda?
Devletin yanına hizalanınca devletin yerine konuşanlar, tabii ki, Allah’ın
yanında hizalanınca da Allah’ın yerine konuşacaklar. Topluca delirmek bu
değilse tarihte hiç deli yaşamamıştır. Bunlardan hiç değilim.
Artık bir Türk geleneği sayılması gereken bir biçimde lafa
“kimden olmadığımı” anlatarak başladım. Kim olduğum ise önemli değil. Esas
konuşmak istediğim yere gelelim.
Kritik Hatalar
“Devlet bu kadar insanın ölmesini istemez” dedik. İstememesi
yetmez, bir de bunun için çalışır. Değil mi? Prensip olarak söylediğim doğru
olmakla beraber, bunu niyet veya samimiyet testine sokarak kamplaşmak yerine
başka bir tarafa bakmalıyız: İcraat. Lafa değil icraata bakmaya başladığımızda
ise – burayı defalarca yazıp sildim ve nihayetinde en yumuşak ibare olarak şunu
buldum - ciddi problemlerle karşılaşıyoruz. Nedir bu problemler? Depremin
öncesinde denetim eksikliği, yine öncesinde ve sırasında kapasite eksikliği ve
sonrasında koordinasyon eksikliği. Yalnızca biri bile onda on kusur kabul
edilecek bu “eksikliklerin” üçünü birden taşıyan devlet, vatandaşının yanında
durabilir mi? Bakın “Duracağına inanıyor musunuz?” demiyorum. “Durmak ister
mi?” de demiyorum. Bu kadar eksikle, çok istese, bunun için güven verse bile;
durabilir mi diye soruyorum. Cevabı sizlere bırakırken esas soruyu tartışmak
istiyorum: Nasıl bu derece acze düştük?
Bu sorunun cevabını AFAD raporlarında aradım. (Aşağıda
AFAD’a yönelttiğim bütün eleştiriler bu kurumun karar alma mekanizmalarını
işgal edenlerin şahsı ve onların kuruma taşıdıkları “yabancı” havayla
sınırlıdır. Başka kurumlarla ilgili eleştirilerde de aynı şey geçerlidir.
Yoksa, deprem bölgesinde aslanlar gibi mücadele eden görevliler kesinlikle
buradaki eleştirilerin muhatabı değildir.)
2019’da, üstelik Kahramanmaraş’ın Pazarcık ilçesini merkeze
alan, bir deprem senaryosu çalışan AFAD, ne oldu da geç kaldı? Tatbikatlar “yasak savmak” için yapıldığından olabilir mi?
Yer bilimcilerden coğrafyacılara, şehir planlama
uzmanlarından hatta tarihçilere kadar herkes “Anadolu ve Arabistan levhalarının
kesişiminde” bulunan Kahramanmaraş merkezli bir deprem beklerken; bu kadar bina
nasıl çöktü? “İmar Barışı” adı verilen garabetin bunda hiç mi payı yok? Kendileri
denetlenmiyor diye, bina ruhsatlarını denetimsiz dağıtan belediyeler çöküşe
çanak tutmuş olmadılar mı? “Adam sen de bize bir şey olmaz” diyenlere fırsat
verilmesi, kurallara uyanlara “uyuz” muamelesi yapılması bu kadar göçüğün
sebepleri arasında sayılamaz mı?
2019-2023 Stratejik Planı’nda misyonunu “Afet ve acil
durumlara ilişkin süreçlerin etkin yönetimi için gerekli çalışmaları yürütmek,
ilgili kurum ve kuruluşlar arasında koordinasyonu sağlamak ve bu alanda
politikalar üretmek” olarak belirleyen AFAD, neden misyonunu yerine getiremedi?
Liyakatsiz desek eksik, fazlasını söylesek ayıp olacak atamalarla garip bir
hale çevrilmesinin hiç mi tesiri yok bu çöküşte? Yine aynı planda kurumun SWOT
Analizi’nin yapıldığı ve zayıf yönlerin ilk iki sırasına “Merkez ve taşra
teşkilatındaki personel sayısının istenen düzeye ulaşamamış olması” ve “İl
Müdürlüklerindeki personelin uzmanlık kapasitesinin yeterli olmaması”
yazılmışken; bu zayıflıklar neden giderilemedi? Binaların süratle yapıldığı
ülkemizde, raporun yayınlanmasından depreme kadar geçen süre içinde - yani büyük
çaplı on iki binanın dikilme süresinde - yeterince insan yetiştirilemeyeceğine
inanan birileri var mı? “Bize mi kaldı, yavaş yavaş hallolur” diyen koltukta
kalma ustalarının hiç mi suçu yok kapasite eksikliğinde?
İçişleri’nden Kültür ve Turizm Bakanlığına, valiliklerden
üniversitelere kadar neredeyse bütün devlet kurumlarını kapsayan paydaş
listesiyle göz dolduran Ulusal Deprem Stratejisi 2023 hazırlanırken bu kurumlarla
hakikaten bir şey paylaşan oldu mu? Yoksa “başlamışken yazalım gitsin zarar
gelmez” diye mi düşünüldü? Eğer öyle düşünüldüyse Milli Savunma adını taşıyan
bir bakanlık olduğundan haberdar değiller miydi? Hayır “Sorumlu kuruluşlar” hakikaten
sorumlularsa, bu nasıl bir hazırlıktır ki dünya tepemize çöktü?
AFAD’ın 16 Şubat tarihli basın bültenine göre deprem
bölgesinde görev yapan personel sayısı 253.016. Türkiye’deki müteahhit sayısını biliyor musunuz? Farklı kaynaklar farklı
sayılar vermekle birlikte 450 bin ila 330 bin arasında değişiyor. Yani deprem
bölgesinde görev yapan bütün personeli toplasanız Türkiye’deki müteahhit
sayısına yetişemiyor. Bunun suçlusu "beton ekonomisi" ve onu teşvik edenler
değil mi?
Bu yazıyı hazırlarken yalnızca AFAD’ın raporlarına değil;
konuyla ilişkili akademik çalışmalara, çeşitli meslek odalarının yayınlarına,
köşe yazılarına da göz attım. Bu yazının konusu olmamakla birlikte, etkisini
depreme karşı tavrımızda da gösteren bir başka sıkıntıyı yeniden gördüm:
Yazmamak. Yazılanı okumamak. Daha fenası: Uygulansın diye yazılanı okumak ama
uygulamamak! Kolay yolculuğun, kısa zamanda voliyi vurmanın geçer akçe olduğu
bir memlekette, bahsettiğim sıkıntı kültürel bir kangrene dönüşmedi mi? Bütün
bunların esas müsebbibi, garip bir tezatla sorunları çözme mevkiini işgal eden,
cümle siyasetçilerimiz değil mi?
Siyasetçi demişken… Bir soru da el ele vererek ölülerimizin
üzerinde tepinen siyaset erbabı hakkında sormalıyız. Ama öncelikle bu süreçte
işi şova dökmeyen bütün siyasetçilere teşekkür etmeliyiz. Onlar da reklama
başlasaydı, halimiz nice olurdu? Allah muhafaza göçüklerin başında birbirimize
saldıracak pozisyona gelirdik… Yine de gelmedik mi? Geldik. Kimin yüzünden?
Siyasetçilerin! Unutmayın bunu ve “not edin”.
Yağma, Twitter ve Üniversiteler
Bir de yağmacılar var. Çoğunluğunun mülteci olduğu
söyleniyor ki, eşyanın tabiatına uygundur. Gidecek bir yeri olmayan, muhtemelen
bu ülkede pek bir akrabası da bulunmayan insanlar; evleri de yıkılmışsa, bir de
üzerine Türkçe de bilmiyorlarsa; yağmaya tevessül etmeleri kimseyi şaşırtmaz.
Fakat bunlar buna tevessül ettiğinde, güvenlik birimleri orada değilse bu bizi
şaşırtır ve üzer. Birçok memleketin çoktan çözdüğü şeyleri “mesele” diye
peşimizde sürüklerken bir de bununla uğraşıyoruz. “Deprem olursa evim başıma
yıkılır mı?”, “Yıkılırsa yaşar mıyım?” gibi temel sorulara cevap verememişken,
şimdi bir de “Yaşarsam enkazdan beni görevliler mi yoksa yağmacılar mı
çıkarır?” problemini kafamıza yazmak zorunda kaldık. Büyük cümlelerden veya talimat gibi yazmaktan hoşlanmam fakat burada özellikle belirtmek istiyorum: Yağmacılar vurulmalıdır!
Huzursuzluk çıkaran, çetecilik oynayan, Türk kültüne intibak etmemek için
direnen bütün mülteciler memleketten çıkarılmalıdır. Aksi takdirde zaten önemli
bir problem olarak önümüzde duran mülteci meselesi bir üst boyuta taşma
istidadı gösterecektir.
Değinilmesi gereken bir diğer mesele insanların göçük
altından çıkarılmasında faydalı olan Twitter’ın kapatılmasıydı. Twitter, mesela
neden kapatıldı? Hayır siyasi saiklerini merak etmiyorum. Hakikaten soruyorum:
Neden kalan azıcık umudun vasat bulabildiği bu mecra kapatıldı? Neden sonra
yeniden açıldı? Bir açıklamaya rast geldiniz mi? Amaç bir şeyleri korumaksa
hiçbir şey korunamadığı gibi başta çok sevilen itibar olmak üzere çok şey
kaybedildi.
Bir de üniversitelerin “online” edilme meselesi var ki,
şöyle bir ucundan değinmeden geçemeyeceğim. Yahu cumhurbaşkanının sadece iki
danışmanı var da bunlar her büyük hadisede görevlerini bölüşüp; birisi “Efendim
Twitter’ı kapatalım” ötekisi “Efendim okulları kapatalım” mı diyor? Hadi bunlar bunu söylüyor da cumhurbaşkanı neden dinliyor? Depremzedelere sağlıklı binalar sağlamak başka bir şey, deprem bölgelerindeki
öğrencilere çeşitli kolaylıklar sağlamak başka bir şey; bütün bir memleketin
eğitimini tehlikeye atmak bambaşka bir şeydir. Mimarlar, müteahhitler,
doktorlar da buna dahil olduğuna göre; yarın bizi kurtarmasını
beklediklerimizin – yetersiz eğitim sebebiyle – çok istemelerine rağmen,
koordinasyon, denetim ve kapasite eksikliği sebebiyle bunu başaramayacakları
açık değil mi? Çeyrek asırda bir aynı şeyleri yaşayacaksak, göçüğün altında
kalıp kalmayacağımız tesadüfe bağlıysa, neden bu ülkede yaşayalım? Hatta daha
ilerisini sorayım: Neden bu ülke var o zaman? Dediklerimi yanlış anlamak
istiyorsanız anlayın. Bunu nasıl kibarca söyleyeceğimi bilmiyorum ama afet
yaşandıktan sonra bile önceki hataları tekrar etmenin kasıt gösterdiğini
biliyorum.
Sonuç Niyetiyle
Nihayetinde ölümcül bir sessizlikten, tarifsiz bir acıdan,
unufak olmuş yapılardan başka bir şey kalmadı elimizde. Bu yazı yazılırken hala
kahramanca savaşan birileri göçüğün altında kalanlara bağırıyordu: “Sesimi
duyan var mı?” Sonra bir ikinci bağırış daha: “Sessizlik”. Sessizlik diye
bağırarak bulmayı umduğumuz yalnızca insanlar mı? Yoksa başka şeyleri de oradan
çıkarabilecek miyiz? Bunun cevabını “ders alanların” değil, uygulayanların
sayısı belirleyecek.
Umut denilen şeyin varlığını hatırlamamıza vesile olanlarla sözü
bağlamak istiyorum. Sivil toplum elinden gelenin belki de fazlasını yaptı. Ama
aslan payı “sokaktaki vatandaşın” oldu. Dünyada çok az millet böylesine
kendiliğinden teşkilatlanabilir, böylesine içten kenetlenebilirdi. Hakikaten
deprem hepimizi alıp götürmediyse, bu muhteşem dayanışma zincirine ucundan
kenarından tutunabildiğimiz içindir.
Çökemeyiz! Başımızı dik tutmalıyız! Unutmayın, namussuzlar
hariç, aramızda başımızı eğdirecek yanlış yapmış kimse yok!
Hayatını kaybedenlere bir kez daha Allah’tan rahmet, Türk milletinin bu yazı okuyan her bir ferdine başsağlığı diliyorum.
0 Yorumlar